Orta Çağ’a kadar bilim ve sanatta üstün başarılar gösteren İslam Dünyası, Batı’nın sanayi ve teknoloji devrimi, Rönesans hareketleri karşısında gerilemiştir. Akıl ve bilimden uzaklaşan Doğu dünyası, siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel açıdan hızlı bir çöküşe girmiş, din orijinal kaynaklarından koparılarak hurafeleşmiştir.
2.Dünya Savaşından sonra ekonomik ve askeri üstünlüğü olan Batı, Afrika ve Ortadoğu haritalarını yeniden çizmiş, ülkelerin yönetimine kendine sadık ve çıkarlarını koruyan yöneticiler getirmiştir. İslam ülkelerinin Batı’ya hizmet eden kukla yönetimleri giderek gerçeklerden ve halktan kopuk despotizmler ortaya çıkarmıştır. Yarım asırlık bu dönem İslam ülkelerinin her açıdan Batı tarafından sömürüsüne yol açtığı bir dönemdir.
Günümüzde, itici kuvveti, direngi noktası halk olmamakla birlikte Büyük Ortadoğu Projesi adı altında Afrika’dan Kafkaslara kullanım süresi biten despot yönetimler alaşağı edilerek yine Batı çıkarlarını kollayan yönetimler oluşturulmak istenmektedir. İlk bakışta despot yönetimlerin devrilmesi halklar için olumlu görünse de, yerine getirilenler ülkelerin ve halkların çıkarlarını koruyan yönetimler olmadığından devrimler karşı devrimleri yaratmaktadır. Tunus, Mısır, Libya’da yaşananlar bu tesbite en iyi örnektirler.
Ancak, bu projede devrilen domino taşları hiç umulmadık bir biçimde Suriye’de durduruldu. Suriye, Doğu dünyasının ön direniş cephesini oluşturdu. İlk şoku atlatan proje uygulayıcıları işte tam bu aşamada tekfirci terörizmi devreye sokarak, yerel işbirlikçilerin de desteği ile direniş hattına bir kez daha yüklenmeye başladılar. Batı’nın, akıl ve bilimden uzaklaşan, dini hurafeleştiren yerel taşeronlardan istediği desteği bulması hiç de zor olmadı. Gerçeğe gözü kapalı, mezhep taassubu içinde hareket eden bu taşeronlar oturdukları koltukları korumak adına, İslam örtüsü altına gizlenen tekfirci vahşeti bir araç olarak kullanmak istediler. Kısmen başarılı olsalar da, hiçbir değer taşımayan, vahşet ve yıkımdan başka bir sonuç sunmayan bu vahşi terör örgütleri, kendi doğaları gereği mutlaka sahibine de zarar verecektir. Böyle bir durumda, sağlıklı bünyeyi istila eden virüs gibi, terör unsurları da sadece sahibine değil şüphesiz bütün varlığa zarar verecektir.
Türkiye açısından bakıldığında, bir terör örgütü olan PKK’nın günümüzde bir “savaş gücü”ne dönüştüğünü görüyoruz. İŞİD adlı tekfirci terör örgütünün yaratılma nedenlerinden biri de PKK’nın varlığıdır. Ancak, PKK’nın varlığı IŞİD’i meşrulaştıramayacağı gibi, IŞİD’le savaşan PKK’yı da meşrulaştırmaması gerekir. Bir terör örgütünün varlığı diğer terör örgütüne sempati duymamızı gerektirmiyor. Diğer yandan terör örgütleri yine doğası gereği bir çok ülke istihbaratının sızdığı, nüfuz ettiği karmaşık yapılardır. Bu nedenle bir terör örgütüne tek başına hakim olmak, kullanmak mümkün değildir. Hele hele IŞİD gibi bir terör örgütünü kullanmaya kalkışmak değil cepte, koyunda Akrep beslemekten farksızdır. Terörü kullanarak bölgeye hakim olmaya çalışanların o Akrep tarafından sokulması mukadderdir.
Biz, inancımız ve mektebimiz gereği benim terör örgütüm iyidir diyemeyiz. İslam terörü men etmiştir. Terör, sahip çıkılmaması, desteklenmemesi, yardım edilmemesi gereken ve bulaşanları asla iflah etmeyecek olan bir beladır.
Bu millet ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti her türlü terör örgütünü yok edecek güçtedir; yeter ki o irade gösterilsin.