Hz. İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurmaktadır: "Riya'nın her türlüsü şirktir. Şüphesiz ki insanlar için amel eden kimsenin sevabı insanların üzerine, Allah için amel eden kimsenin sevabı insanların üzerine, Allah için amel eden kimsenin sevabı da Allah'ın üzerinedir."(Usul-ü Kâfi, c.2, s.293, Kitabu'l-İman ve'l-Küfr, Riya babı, 3.hadis.)
Riya'nın Tarifi:
Hiçbir ilâhi maksat gözetmeksizin başkalarının kalbinde bir makam edinmek ya da iyilik, doğruluk, emanet ve diyanet ehli bir kimse olarak başkalarının nezdinde şöhret kazanmak için iyi bir amelini veya beğenilmiş herhangi bir hasletini ya da hak inancını diğerlerine göstermeye veya gösteriş yapmaya "riya" denir.
Demek oluyor ki, itikatta, haslette ve de amelde olmak üzere riya, kendini üç makamda gösterir.
1 -İtikatta Riya
Bu konumda tahakkuk eden riyanın, iki derecesi vardır.
a-) İnsanın dindar bir şahıs olarak şöhret kazanmak ya da diğerlerinin kalplerinde makam edinmek maksadıyla kendi inandığı hak inancını bizzat izhar etmek suretiyle yapmış olduğu riya. Örneğin birisi kalkıp da sözlü olarak gerçek olan şu inancını Allah'ın rızasını gözetmeksizin ve yukarıda işaret ettiğimiz kazanımları göz önüne alarak şöyle söyleyebilir: "Ben varlık âleminde Allah'tan başka hiç bir şeyi müessir (etki sahibi) olarak kabul etmiyorum." Diğer bir ifadeyle "Her şey Allah'tandır." Ya da şöyle söyleyebilir: "Ben Allah'tan başka hiç kimseye tevekkül etmiyorum (güvenmiyorum)." Bu tür inançlar her ne kadar doğru ve yerinde bir inançsa da, bunun itirafçısı Allah rızasını gözetmeksizin ve bir takım nefsi maslahat ve menfaatlere binaen söylemiş olursa, riyaya girmiş olur.
b-) Bu konumda ikinci bir tür riya daha vardır. Maalesef (Allah'a sığınırım) halk içerisinde de en yaygın riya türlerinden biridir. Bu türden riya, bizzat şahsın itirafıyla/söylemiyle yapılan riya değildir. Kinaye/işaret yoluyla yaptığı riyadır. Örneğin herhangi bir topluluk içerisinde Allah'a tevekkül/güven ile ilgili bir konu açılsa, ya da Allah'tan gelen kaza ve kaderden söz edilse, riyakâr insan kendisinin de kalbi derinlikleri ile Allah'a güvendiğini ya da kaza ve kadere teslim olduğunu karşısındakilere göstermek için, söz ile müdahale etmez de, derin bir ah çekerek ve kafasını da sallayarak ima yoluyla anlatmaya çalışır. İşte bu da riya türlerinden bir türdür.
2 - İnsan hasletinde Riya
Haslet, insanın sahip olduğu güzel ya da çirkin huylar demektir. Söz konusu bu huylarıyla da insan riyaya düşmüş olur. Haslet ile riyaya düşmenin iki boyutu vardır:
a-) İnsanın sahip olduğu övülmüş ve faziletli hasletlere sahip bulunduğundan söz etmesi şeklinde. (Örneğin şecaat/yiğitlik, merhamet ve sahavet/cömertlik gibi sıfatlarının olduğundan bahsetmesi gibi.)
b-) Yerilmiş haslet ve kötü huylardan beri/uzak olduğunu söyleyerek, nefsini tezkiye edilmiş olarak göstermesi şeklinde.
İşte bir insan bu gibi iyi ya da kötü huylarından bahsederken, eğer Allah'ın rızası dışında toplumun sevgisini kazanmak ya da şöhret elde etmek niyetiyle bunu yapmış olursa, riyaya düşmüş olur.
3 - Amel ve Fıkıh'ta Riya
Amelde riya, genelde halk özelde ise fakihler arasında akla gelen ilk riya türüdür. Oysaki itikatta (inançta) ve haslette (huylarda) yapılan riya, amelde yapılan riyadan hem daha korkunç hem de daha sonra da açıklayacağımız gibi daha tehlikeli olan riyadır.
Amelde yapılan riyanın da diğerlerinde olduğu gibi iki boyutu vardır.
a-) İnsanın şer'i ibadet ve amelleri ya da aklî üstünlüklerini sırf halka göstermek ve insanların kalplerini kendisine celp etmek maksadıyla izharda bulunması şekliyle yapılan riya.
b-) İnsanın haram bir işi ya da kötü bir düşünceyi yine halka göstermek ve insanların kalplerini kendisine celp etmek maksadıyla terk etmesi şeklinde yapılan riya. Dolayısıyla her iki surette de eğer Allah'ın rızası gözetilmez ve amaç yalnızca halka göstermek ve gösterişte bulunmak olursa, o şahıs riyaya düşmüş olur.
Yukarıda izah ettiğimiz üç türlü riyaların içerisinde en tehlikeli olanı, en zoru, akıbeti hepsinden daha kötü ve zulmeti tüm riyalardan daha fazla ve daha büyük sayılanı, elbette ki itikatta/inançta yapılan riyadır.
Bu türden bir riyanın sahibi, gerçekte açığa vurduğu inançlara bizzat kendisi inanmadığı için, ebedi olarak cehennemde kalacak münafıklar cümlesinden sayılır. Bundan dolayı da ebedi olarak helake uğrar ve azabı da diğer azapların en şiddetlisi olur. Fakat açıkladığı inancına/itikadına iman eder de, bununla birlikte halkın kalbinde de mevki ve makam kazanmak için izharda bulunursa, bu takdirde münafıklar cümlesinden sayılmaz. Yine de bu şekilde bir riya da iman nurunun kalbinden çıkmasına ve yerine küfür zulmetinin (karanlığının) yerleşmesine sebep olur. Zira böylesine bir şahıs, inanmadığı bir inancı halka karşı onların kalbinde yer edinmek için açıklarsa, bu aşamada da gizli şirk sebebiyle müşrik olur. Çünkü sahibi bizzat Hak Teala olan ve yalnızca Allah'a halis kılınması gereken ilahî marifetleri (hak inançları) insanlara teslim etmiş ve başkalarını buna ortak kılmıştır. Diğer bir ifadeyle, şeytana onda tasarruf hakkı tanımıştır. Dolayısıyla artık bu kalbin Allah için olmadığı gün gibi aşikârdır.
Ariflerin de beyan ettikleri gibi iman, başlangıcı ilim olmakla birlikte kalbi amellerden ibarettir. Diğer bir ifadeyle iman, aklın elde ettiği bilgiyi kalbin onaylamasıdır. Salt ilim değildir, kalbin o ilmi tasdik ettikten sonra eyleme dönüştürmesidir (bedene havale etmesidir). Öyle ki, "Riya'nın her çeşidi şirktir." diye buyuran hadis-i şerif de bu hakikati ifade etmektedir.
Riya denilen bu helak edici facia, kalp evinin Allah'tan başkalarına mahsus bir hale gelmesine ve bu zifiri karanlığın yavaş yavaş sahibinin bu dünyadan imansız gitmesine sebep olmaktadır. Kişinin sahip olduğu bu "hayali iman", anlamsız bir resim, ruhsuz bir ceset ve akılsız bir kafa konumundadır. Bundan dolayı da Allah katında asla kabul görmez... Nitekim konunun başında da naklettiğimiz hadiste, İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle söylemiştir:
"Allah-u Teala şöyle buyuruyor: Ben en hayırlı şerikim (ortağım). Her kim yaptığı herhangi bir amelde bana başkasını şerik (ortak) kılacak olursa, ben sadece sırf halisane benim için olanını kabul ederim." (el-Kafi, c.2, Kitabu'l-İman ve'lKüfr, Riya Babı, 9. Hadis.)
Hadisten de anlaşıldığı üzere kalbi ameller halis olmadığı takdirde Hak Teala tarafından kabul görmemekte ve itina edilmemektedir. Yüce Allah sırf kendi için olmayan amelleri, gösteriş olsun diye amel eden şahsın kendisine iade etmektedir. Bir tür: "Ben amelde ortaklığı kabul etmiyorum, bana ayırdığın hissemi de bana ortak ettiğin şâhısa devrediyorum, git karşılığını ondan al, çünkü bana ortak yaptığın o kimsenin de benim gibi birisi olması gerekir. Benim dışımdaki her şey benim kûfvüm (emsalim) olmayacağına göre, sen ki o kimseyi benim seviyeme çıkarıp bana ortak ettin, şirk koştun, o halde ben bu ameli senden kabul etmiyor ve hissemi bana ortak koştuğun kimseye veriyorum." demektir.
Belki de denilebilir ki böylesine bir şahıs, artık münafıklar zümresine katılmıştır. Zira böylesine kimselerin şirki gizli olduğu gibi nifakı da gizlidir. Zavallı şahıs kendisini mümin zannetmiş ama hakikatte ilk önce müşrik sonra da münafık olmuştur. Dolayısıyla münafıkların azabını da tatmalıdır.
Rabbim tümümüzü bu tür nifaktan korunmuşlardan eylesin... Amin...
RİYAZETTE RİYA
Ariflerin dilince riya türlerinden biri de "Riyazet'te Riya"dır. Nefsi arındırmak -ıslah etmek- anlamından olan Riyazet, Ariflere göre iki kısımdır;
a-) Şer-î Riyazet (yani şeriat esaslarına göre yapılan Sahih Riyazet)
b-) Batıl Riyazet (yani şeriat esaslarına dayanmayan ve enaniyet/bencillik esasına dayanan Riyazet)
Yine ariflere göre Şer-î Riyazet ile batıl Riyazetin arasındaki ölçü, nefs adımı ile hak adımıdır. Şayet riyazete giren -süluk eden- şahıs nefs adımıyla riyazete girer ve bu işi nefsinin kuvvet, kudret ve hükümranlığının zuhuru için yaparsa, bu türden riyazet "batıl riyazet" olduğu gibi, sülûku da kötü bir akıbetle sonuçlanmış olacaktır. İnsanlar arasındaki batıl iddialar, genellikle bu tür şahıslardan ortaya çıkmaktadır.
Şayet Salik (riyazete giren şahıs) hak adımıyla sülûk eder ve Allah'ı ararsa, riyazeti hak/şer'î ve varacağı yer de hayır olacaktır...
"Bizim yolumuzda mücahede eden (nefsiyle savaşan) kimseleri şüphesiz ki kendi yollarımıza hidayet ederiz." (Ankebut: 69)
Bilindiği üzere kendi güzel ahlakı ile nefsinin üstün melekelerini (huylarını) halka gösteriş yapan bir kimsenin adımı, nefs adımıdır. O şahıs da bencil, egosit ve nefsine tapan bir kimsedir. Allah'ı isteme ile Allah'ı görmenin bencillikle bir arada olabileceğini düşünmek boş ve yersiz bir hayal, batıl ve imkânsız olan bir şeydir. Bir kimsenin vücut memleketinde nefs sevgisi, makam, celal, şöhret ve Allah'ın kullarına hükmetme arzusu hâkim olduğu müddetçe, o insanın melekelerinin üstün ve ahlakının da ilahî bir ahlak olduğu söylenemez. Öyle bir kimsenin vücut memleketinde çalışan şeytandır. Onun meleke ve batını insan suretinde değildir. Berzah ve melekuti gözünü açtığında, kendisinin insan olmadığını, örneğin şeytanlardan biri suretinde olduğunu görecektir. Dolayısıyla ilahî marifetler ile sahih bir tevhidin, şeytanın yuvalandığı böyle bir kalpte yer etmesi muhaldir. Melekûtumuz (mana âlemimiz) insani olmadığı ve kalbimiz bu sürçme ve sapıklıklardan temizlenmediği müddetçe, Allah'ın evi haline gelemez.
Yüce Allah bir hadis-i kudsî'de şöyle buyuruyor:
- " Yer ve gök beni alamaz, ama mümin kulumun kalbi beni alır."(Biharu'l Envar, c.55, s.39)
Müminin kalbinin dışında hiçbir mevcut sevgili, Allah'ın cemal aynası olamaz. Müminin kalbinde tasarrufta bulunan, nefs değil Hak'tır. Onun vücudunda, sevgili Allah hâkimdir, söz sahibidir... Müminin kalbi başıboş ve kendi başına buyruk değildir. Boş ve faydasız işlerle uğraşmaz... Müminin kalbi Rahman'ın iki parmağı arasındadır, onu istediği şekilde değiştirir." (Biharu'l Envar, c.72, s.48)
Müminin kalp memleketinde Hak'kın eli hâkimdir. Kalbinin değiştirilmesi ve değişmesi Hak Teala'nın elindedir.
Öyleyse bu hadislerden yola çıkarak gaflet uykusundan uyanıp kendimize gelmeliyiz... Zira Allah-u Teala'nın kendi ifadesi üzere bizleri kendisi için yaratmıştır... Nitekim diğer bir hadis-i kudsi'de şöyle buyurmaktadır:
- " Ey Âdemoğlu (insan), tüm kâinatı senin için yarattım ve seni ise kendim için yarattım." (İlmu'l Yakin, c.1, s.381)
Allah'u Teala insanın kalbini kendine menzil/yuva edinmiştir. İnsan ve kalbi, ilahî namuslardan (dokunulmazlığı olanlardan) biri sayılmaktadır. Yüce Allah, kendi namusuna karşı çok gayretlidir. İnsan'ın o ilahî namusa karşı hayâsızlık yapmaması gerekir, terbiyesizce ona el uzatmaması gerekir... Yüce Allah'ın gayretinden korkmak lazım... Şayet bir insanı rezil edecek olursa artık ne yapsanız onu düzeltemez ve ıslah edemezsiniz... Böylesine bir insan kendi melekûtunda (mana âleminde) ve mükerrem melekler ile büyük peygamberlerin huzurunda, ilahî değer ve namusu çiğnemektedir. Evliyaullahın, Hakka benzemekte vasıta edindiği üstün ve faziletli ahlakı, Hak Teala'dan gayrisine teslim etmemek lazım...
Riyakâr bir insan, kalbini Hak'kın düşmanına teslim eden insandır ve melekût batınında Allah'a şirk koşandır... Her an için Allah-u Teala'nın öyle birini rezil-rüsva etmesi mümkündür... İsmet perdesinin (günahtan korunma zırhının) artık yamanmayacak bir şekilde yırtılmasından korkulmalıdır...
Yüce Allah, Settar (ayıpları örten) olduğu gibi Gayyur'dur (gayret sahibi) da. Merhametlilerin en merhametlisi olduğu gibi cezalandıranların da en şiddetlisidir. Haddi aşmadığımız sürece, günahlarımızı "Settar" sıfatıyla setretmekte (örtmekte)'dir. Ama Allah korusun bir büyük iş ve bir uygunsuz rezaletimiz gayyurluğunun (gayretliliğinin) Settarlığına (rezillikleri örtmesine) üstün gelmesine sebep olabilir...
Öyleyse biraz kendimize gelmeli ve Allah'a dönmeliyiz. O'na yönelmeliyiz... Allah'u Teala Rahim'dir ve birine rahmet etmek için adeta bahane aramakta ve fırsat kollamaktadır. Eğer Gufranı'na (affına) dönecek olursak, eski ayıplarımızı örter... Hiç kimsenin bizim günahlarımızdan haberdar olmasına izin vermez ve bizleri fazilet sahibi kılar... Kerim ahlakını bizde tecelli ettirir... Bizi kendi sıfatlarının aynası kılar... Bütün âlemlerde kendi iradesi nafiz ve geçerli olduğu gibi, bizim irademizi de o âlemde nafiz ve geçerli kılar... Nitekim hadis-i şerifte yer aldığı şekliyle:
"Cennet ehli kendi yerlerine yerleştiklerinde Allah-u Teala tarafından şu içerikte bir mektup gelir: "Hayy ve Kayyum olan Allah'tan ölmeyen ebedi yaratığa. Ben vücuda gelmesini istediğim her şeye ol derim, o da oluverir. Bugün ise senin istediğin herşeyin vücuda gelmesini kararlaştırdım. Öyleyse emret, vücuda gelsin." (İlmu'l Yakin, c.2, s.1061)
O halde, bencil olmamak lazım. Kendi irademizi Hakka teslim etmemiz gerekir ki, Hak Teala'da bizi kendi iradesinin mazharı haline getirsin
RİYA;
Genelde inananlar özelde ise biz Müslümanlar, haram ve çirkin ameller yoluyla insanın cehennemlik olduğunu ve Allah'ın azabına yakalanılacağını kabul etmişizdir, oysaki İslam arifleri riya olduğu takdirde insanın güzel amelleriyle de cehennemlik olabileceğinden söz etmişlerdir!
Diğer bir ifadeyle arifler insanoğlunu şöyle tasnif ederler: İnsanlar iki sınıftırlar:
a-) İnanan İnsanlar.
b-) İnanmayan İnsanlar.
İnanmayanların kâfir oldukları için uhrevi hükümleri malumdur! Yapmış oldukları iyi ve güzel (insani) amellerinin karşılığını da dünya hayatında almaktadırlar. İnananlar da iki sınıftırlar:
a-) (İnandıkları dinin yükümlülüklerine) Amel edenler.
b-) Amel etmeyenler.
Amel etmeyenlerin durumları bilinmekle birlikte amel edenler de iki sınıfa bölünmüşlerdir:
a-) İhlâs ile (yalnızca) Allah için amel edenler.
b-) Riya ile amel edenler.
Riya ile amel edenler de, görünürde ihlâs ile amel edenler gibi her türlü güzel amelleri işlerler, fakat işlemiş oldukları bu güzel ameller riya olduğu için cehennemlik oluverirler!
Riya, çok sinsi bir virüs gibidir. Bu pis kötülük bazen o kadar gizlidir ki, bizzat insanın kendisi bile bundan habersizdir. Batınında (görünmeyen boyutunda) riya ehli olduğu halde zahirindeki (görünür boyutundaki) amelin halis olduğunu zanneder. Gerçekte hasta olup da, hastalığından habersiz olan insan misali, riyakâr insan da çoğu zaman riyakâr olduğundan haberdar olmaz! Tıp ilmi, kimi sinsi hastalıkların varlığından haberdar etmek için nasıl ki onların birtakım belirtilerinden haber vermişse, batın ehli arifler de, insanın kendi batınından haberdar olması ve tedavisine bir çare araması için riya konusunda bazı alametler (belirtiler) zikretmişlerdir.
Riyanın Belirtileri:
Şeyh Saduk (r.) kendi senediyle Ebu Abdullah'dan (a.s) naklen Hz. Ali'nin (a.s) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Riyakâr kimsenin üç alameti vardır; İnsanlar kendisini gördüğü sürece neş'et ve sevinç içinde olur. Tek başına kalınca uyuşuk davranır ve tüm işlerinde övülmeyi ve takdir edilmeyi sever." (Usul-i Kafi, c.2, s.295, Kitabu'l-İman ve'l Küfr, Babu^r-Riya, 8. hadis)
Hadisin söylemek istediği şu olabilir:
Genellikle insan tek başına olduğunda itaat ve ibadete pek de istekli olmadığını görür. Bin bir zahmet ve alışkanlık sebebiyle ibadet edecek olursa da bunu hal ile ve tam bir gönül rahatlığı içinde yerine getirmemektedir. Tam tersine yaptığı amelinin -tabiri caiz ise- el ve ayaklarını kırmakta ve olması gerektiği gibi teslim etmemektedir. Fakat aynı adam cami ve cemaatlerde hazır bulunur ve umumun huzurunda bir ibadetle meşgul olacak olursa o ibadetini tam bir sevinç, kalp huzuru ve içtenlikle eda eder, rûku ve secdelerini uzatmaya, müstehaplarını güzel bir şekilde yerine getirmeye, cüzlerini ve şartlarını doğru bir şekilde eda etmeye meyleder!
Eğer insan biraz dikkatli olur da nefsini bunun illet ve sebebini soracak olursa, nefsi hemen mukaddes bir yol üzerine tuzak kurar ve insanı kör ve basiretsiz kılarak örneğin ona şöyle der: "Camide ibadetin sevabı daha çok veya cemaat şöyle böyle olduğundan dolayı neşat içerisindesin (içtenlik ve sevinçle yapıyorsun)" Eğer cami ve cemaatin dışında bir yer ise, o zamanda şöyle der: " Başkalarına örnek olmak ve onlara dini sevdirebilmek için halkın önünde ibadetlerini güzel bir suretle eda etmek sevaptır." Böylece riyakâr nefis, insanı mümkün olan her vesileyle kandırmakta, aldatmaktadır. Hâlbuki bu neş'at ve sevinç, çaresiz ve zavallı insanın duçar olduğu o kalbî hastalıklardan kaynaklanmıştır. Fakat o kendini sağlam ve afiyette bildiğinden tedavi olmayı aklından bile geçirmemektedir. Kendisini sağlam bilen bir hastanın iyileşmesi elbette ümit edilemez. Zavallı kendi batınî ve kalbî amellerini insanlara göstermek istemektedir de bundan haberi bile yoktur. İşte bu "riya" denilen sinsi ve pis hastalıktır. Bu pis hastalık günahı ibadet suretinde göstermekte ve gösteriş yapmayı dini yayma kalıbında sunmaktadır. Diğer bir ifadeyle; "riya'nın güzel amellerde biçimlenmiş şeklidir! " Müstehap ibadetleri gizlice kılmak ve açıkta onu eda etmek istemektedir? Topluluk içinde Allah korkusundan tam bir içtenlik ve sevinç içinde ağlamaktadır; Ama gizlice ve halvet köşelerinde her ne kadar zorlanıyorsa da bir türlü gözleri yaşarmamaktadır. Allah korkusuna ne oldu ki sadece cemaatlerde ortaya çıkıyor? Kadir gecelerinde de öyle! Onlarca insan içerisinde yüz rekât sünnet namazı kılan, birkaç cüz Kur'an okuyan, ağlayıp sızlayan, ah-vah eden aynı insan, yalnız başına kadir gecesini ihya ettiğinde, on rekât namaz kıldığında beli ağrımakta ve hali müsait olmamaktadır!
Eğer insanın amelleri sadece Allah rızası, rahmet kazanma vesilesi veya cennet şevki ve cehennem korkusundan ise, niçin yaptığı her işinde insanların kendisini övmesini istemektedir?
Kulağı halkın dilinde ve gönlü onların yanında olup ne zaman kendisini öveceklerini beklemektedir: "Beyefendi ne kadar da dindar, namazlarını vaktinde kılan ve sünnetlerine özen gösteren bir kimsedir" demeleri veya "Beyefendi ne kadar da dürüst ve doğru bir kimsedir! İşlerinden şöyle veya böyledir." diye kendisini övmelerini arzulamaktadır. Eğer maksat Allah'ın rızası ise o zaman bu aşırı sevgi de neyin nesi? Dikkat etmek lazım ki bu türden bir sevgi, pis riya ağacından kaynaklanmaktadır. Elden geldiği ölçüde insan bu türden arzuları ıslah etmeli ve yine mümkün olduğu ölçüde kendini bu gibi nefsi sevgilerden halis kılmaya özen göstermelidir.
Burada bir meseleye açıklık getirmekte yarar vardır şöyle ki: İster iyi, ister kötü tüm melekelerin (huyların) birçok dereceleri vardır. Bazen iyi melekelerin bazı dereceleriyle nitelenmiş olmak ve kötü melekelerin de bazı (en küçük) derecelerinden münezzeh olmak Evliyanın veya ilahî ariflerin özelliklerinden sayılır. Sahip bulundukları makam mucibince birinci grup için (Evliya) bir eksiklik sayılan o sıfatlar, normal insanlar için bir eksiklik değildir. Belki bir bakıma kemaldir de! Veya bir grup için güzel olan kimi sıfatlar diğer bir grup için kötülük sayılabilir.
Bunlardan biri de şu anda bahsetmekte olduğumuz riyadır. Riyanın tüm derecelerinden halis olmak evliyanın özelliklerindendir ve diğer insanlar bu hususta evliyaya ortak olamazlar! Örneğin, halkın genelinin riyadan yalnızca bir makamı ile nitelenmiş olmaları, sahip bulundukları konum itibariyle bir eksiklik ve noksanlık sayılmaz. Onların iman ve ihlâslarına da bir zararı olmaz. Mesela halkın geneli fıtratları gereği yaptıkları iyiliklerinin ve hayırlarının başkaları tarafından bilinmesini isterler. Hayırları açığa çıksın niyetiyle yapmasalar da nefisleri fıtraten bu sevgiyi beslemektedir. Bu, amelin batıl olmasını veya küfür, şirk ve nifakı gerektirmez. Fakat bu mesele evliya için bir eksikliktir, onların nazarında şirk ve nifaktır. Şirkin tüm makamlarından münezzeh ve beri olmak evliyanın makamlarından ilkidir. Onlar için burada zikredemeyeceğimiz diğer makamlar da vardır. Hatta Ehl-i Beyt İmamları (a.s): "Bizim ibadetlerimiz hürlerin ibadetidir. Yani sadece Allah sevgisi içindir, cennet ihtirası ve cehennem korkusu sebebiyle değildir." (İmam şöyle buyurmuştur: "İbadet üç kısımdır: Bir kısmı, aziz ve celil olan Allah'a korkudan ibadet eder; bu kölenin ibadetidir. Bir kısmı da Allah'a Tebarek ve Teala'dan sevap ümit ederek, ibadet eder. Bu da işçilerin ibadetidir. Bir kısmı da aziz ve celil olan Allah'a sevgiden dolayı ibadet ederler. Bu da hürlerin ibadetleridir ve bu en üstün ibadettir." Usul-u Kafi, c.3, s.131, Kitabu'l-İman ve'l-Küfr, Babu'l-İbadet, 5. hadis) diye buyurmuşlardır. Bu onların sıradan makamları ve velayetin ilk derecesidir. Onlar için ibadetlerinde bizlerin idrakine sığmayan, aklımızın almadığı nice ibadet ve haller vardır.
Yapılan bu izahattan sonra şöyle bir sonuca varabiliriz:
Şeyh Saduk'un Emire'l-Müminin vasıtasıyla Resulullah'tan (s.a.a) naklettiği "Riyakâr kimsenin üç alameti vardır; İnsanlar kendisini gördüğü sürece neş'et ve sevinç içinde olur: Tek başına kalınca uyuşuk davranır ve tüm işlerinde övülmeyi, takdir edilmeyi sever." hadisi ile Zurare'nin Ebi Cafer'den naklettiği hadisinin arasını birleştirmek de mümkündür. O hadiste yer aldığına göre Zurare şöyle diyor: "Hz. İmam Bakır'a, "Adamın biri hayırlı bir iş yapıyor ve yaptığı o hayırlı işi herhangi bir insan görünce de çok seviniyor" diye arz edince İmam şöyle buyurdu: "Bu hayrı insanlar için yapmadığı takdirde hiçbir sakıncası yoktur. Zira herkes halk içinde kendisi için bir hayrın zahir olmasını sever."(Usul-u Kafi, c.2, s.297, Kitabu'l-İman ve'l-Küfr, Riya Babı 18. Hadis)
Hadisten anlaşıldığı kadarıyla Riya ile Sum bir bakıma ayrı şeyler olmasıyla birlikte bir açıdan da aynı şeydirler. "Sum", yapılan bir şeyin duyulması anlamını taşır. Bu da iki derecedir. 1-) Bir ameli yalnızca insanların kalbini kazanmak ve kendi iyilik ve hasletlerini insanlara duyurmak (sum') maksadıyla yapmak. Bu türden bir amel habis riya ağacındandır ve riyanın ta kendisidir. 2-) Bir ameli Allah rızası için yapmakla birlikte o yaptığı hayırlı işi herhangi bir insanın gördüğünde sevinmek. İşte İmam Bakır'ın (a.s) "herhangi bir sakıncası yoktur" diye buyurduğu "sum'" (duyulan) amel bu olsa gerek. Bu türden bir amel normal insanlar için sakıncasızken, evliya ve ilahi arifler için yine de bir kusur ve eksiklik sayılmaktadır.
|