On 20 yılda dünyada meydana gelen ayaklanmalar ya da “devrimler”, küreselleşme politikalarıyla yakından alakalı olmakla birlikte eski toplumsal hareketlerin tersine, toplumsal bir ütopyayı değil bireysel hayal ve ideallerin tetiklediği ayaklanmaları temsil ediyor.
Devrimler ya da isyanlar, genelde çözüm iradesinin ve kaygısının belirmediği bir atmosfer içerisinde, anlaşmazlıkların biriktiği ve toplumsal çatışmaya dönüşüp keskinleştiği, iktidarla halk arasında herhangi bir uzlaşma alanı kalmadığında belirir. İktidar, taleplerini halka dayatabilecek kadar kendisini güçlü hissettiğinden, daha kabul edilebilir bir alana çekilmeye pek yanaşmaz. Genel eğilim, devrimlerin iktidarın icraatını gözden geçirmeye gerek hissetmeyecek kadar kendini güçlü gördüğü dönemlerde meydana geldiğidir. Geçmişte çok güçlü ve nükleer silahlara sahip bazı yönetimlerin, yıkıldığında dünyanın birkaç güçlü devleti arasında olduğunu unutmayalım.
Ayaklanmaların hiçbiri diğerinin aynısı değildir ama bu isyanlar arasında etkileşim, taklit, modellik, kısmi tekrarlar olmadığı anlamına gelmez. Her ayaklanma bir diğerinden çok şey öğrenir. Ama bu en çok da Ortadoğu ayaklanmaları için geçerlidir: Birinci dalga Arap isyanlarında Tunus’un, Mısır ve Libya ayaklanmalarına ön ayak olması ve bu ayaklanmaları tetiklemesi gibi. İkinci dalga ayaklanmalarda ise silahlı mücadele yerini barışçıl gösterilere, rejimleri devirme talepleri yerini reforma, siyasi talepler yerini ekonomik ve toplumsal taleplere bırakmış durumda.
Şu an yaşanmakta olan ayaklanmaların kısmen neo-liberalizme yönelik tepkilerle ilişkisi var. Yine de çatışmanın bu anlamda bilinçlileştiği ve bedenselliğe büründüğünü söylemek şimdilik zor. Oysa Arap ayaklanmalarının (Irak, Lübnan, Cezayir ve son dönemde kısmen başarıya ulaşmış Sudan’ın) daha çok devletin inşa edilme sürecinin tamamlanmamış olmasıyla ilişkisi var. Ayaklanmaların büyük bir bölümü, devletin en temel gereksinimleri karşılayamaması nedeniyle patlak veriyor. Birinci dalga Arap ayaklanmaları sonrasında henüz ulus-devletin bile inşa edilemediği bir süreçte, varlığı öncelikli olarak devlet inşasını gerektiren kapitalizmi konuşmak için oldukça erken. Ancak küresel neo-liberal düzenin bu ülkeler üzerindeki yıkıcı etkisi de elbette görmezden gelinemez.
Latin Amerika’daki demokratik geçiş süreci, 90’lı yılların sonu itibarıyla sona ermişti. Ortadoğu’daki ikinci dalga ayaklanmalarının gecikmiş demokratik geçişi mi yoksa devletlerin inşa edilme süreçlerinin reorganizasyonu mu olduğu oldukça tartışmalı… Bu noktada ülkeleri tek tek ve kendi koşulları içinde analiz etmek gerekiyor. Lübnan zaten taifeci bir karakteristik arz eden ağır aksak bir demokrasiyle yönetiliyordu. Irak’ta şekli olarak demokratik süreçler işlese de yolsuzluk ve kamu kaynaklarının şeffaf denetimiyle ilgili büyük sorunların yanı sıra Baas rejiminin kalıntıları üzerine yeni bir devletin inşa edilme sürecinde tam bir fiyasko yaşanmaktaydı.
Son 20 yılda dünyada meydana gelen ayaklanmalar ya da “devrimler”, küreselleşme politikalarıyla yakından alakalı olmakla birlikte eski toplumsal hareketlerin tersine, toplumsal bir ütopyayı değil bireysel hayal ve ideallerin tetiklediği ayaklanmaları temsil ediyor.
Bir diğer mesele ise elitler meselesi. Son ayaklanmalarda da görüldüğü gibi siyasi, dini ve kültürel elitin tepkileri oldukça önemliydi. Örneğin Irak’taki ayaklanmada göstericilere destek verdiği fetva ve açıklamalarıyla hükümeti zor durumda bırakan Sistani, ayaklanmaların meşrulaştırılmasında stratejik bir rol oynadı. Sistani açıklama yapmadan önce de gösteriler belirli bir kitlesel düzeye ulaşmıştı ancak onun bu tutumu, elitleri taleplerin haklılığını kabul etmek zorunda bıraktı. Lübnan’da ise sorunlar o kadar birikmiş ve ülkenin ekonomik durumu kadar kaotikti ki Lübnanlı siyasi ve kültürel elit içerisinde gösterilere karşı çıkanlar dahi taleplerinin haklılığına ve meşruiyetine itiraz edemedi.
Ayaklanmaların genel seyrine bakarsak otoriter rejimlere karşı gerçekleşen isyanları yumuşatacak ve isyancıların taleplerini pazarlık konusu yapacak bir iktidar aygıtı olmadığı durumlarda otoritenin ayaklanmalara sert tepki verdiğini görüyoruz. Az çok bir devlet denebilecek bir yapıya sahip olan Cezayir’de, tam devlet olamamış ve taifeci toplumsal yapının olduğu gibi yönetime taşındığı ve devletleştiği, Lübnan’da ise askeri ve siyasi elitlerin tepkisinin sert olmadığını görüyoruz.
Arap isyanlarının birinci dalgasında, son derece katı bir otoriter yapıya sahip, rejimlerle orduların iç içe geçtiği iki ülke Suriye ve Libya’da ayaklanmalar süreç içerisinde iç savaşa dönüşmüştü. Otoriter ülkelerde askeri elitlerin tepkisi oldukça önemli bir rol oynuyor. Ordunun göstericilerin yoluna çıkmadığı durumlarda bir rejim değişikliğinin önü açılırken bunun dışında kalan ülkelerde ise karşı devrimin başarılı olduğunu görebiliyoruz. Siyasi ve askeri elitin bölündüğü durumlarda ise ülkede kaos ve bölünme yaşanmakta.
Nasıl ki devrimlerin başarısı iktidar aygıtı içerisindeki ittifaklarda çatlak yaratmasına bağlıysa devrimlerin başarısızlığı da muhalefetin rejim karşısında bölünme yaşamasından kaynaklanmakta. Bu anlamda aktörlerin çokluğu ve lider enflasyonu da isyanların başarısızlığındaki en büyük nedenler arasında yer alıyor. Mısır ve Suriye ayaklanmalarına damga vuran şeyin büyük ölçüde bu bölünmüşlük hali olduğunu vurgulamak gerekiyor. Öte yandan devlet üzerinde fikir birliği olmadan, özellikle siyasallaştırıcı hareketlerin yol açtığı derin etnik ve mezhepsel ayrımların ve anlaşmazlıkların varlığında, siyasal çoğulculuğun mevcudiyeti otoriter rejimi zayıflatarak iç savaşlara veya ayrılıkçı hareketlere dönüşebilir, ancak demokratik bir geçişe dönüşmez. Mezhepçi etkinin yoğun olduğu ayaklanmaların böyle bir karakteristiği bulunuyor.
Ancak Irak’ta yaşananlara baktığımızda Suriye ve Yemen’dekinin tersine, aslında mezhepçiliğin ve taifeciliğin bütünüyle dışlandığını görüyoruz. Bu kurumsal bir yapıya geçiş için yeterli bir olgu değil ancak, kritik bir eşik. Bir başka ifadeyle devletle birey arasındaki ilişkilerde mezhepçiliğin reddi, buna karşın vatandaşlık olgusunun ve üst kimlik olarak Iraklılık aidiyetinin bütünüyle sahiplenildiği bir ayaklanma bu. Normalde politik elit, devletin birliğine ve bütünlüğüne sahip çıkarak bireyle devlet arasındaki ilişkileri düzenleyen ana unsur olarak taifeci yaklaşımları ve bölücülüğü reddeder. Ancak Irak’ta mevcut elitler, işgal sonrası taifeci sistemin bir ürünü olduğundan tam tersi hareket ediyor, buna karşın göstericiler ve muhalefet, bütün etnisiteleri ve mezhepleri yatay olarak kesen bir olgu olarak Iraklılık kimliğine sahip çıkıyor.
Filistinli düşünür Azmi Bişara, bu garip denklem içerisinde Lübnanlıların ve Iraklıların siyasi bilincinin aslında ülkelerinin geleceğini belirleme yetke ve kaderini elinde tutan elitlerin de ilerisinde olduğunu ifade ediyor. Mezhepçiliğin bir iç savaş tablosu çizdiği ve ülkeyi yıkımın eşiğine getirdiği Irak’taki ve ülkedeki ekonomik ve toplumsal yapıyı büyük bir açmazla karşı karşıya getiren Lübnan’daki taifeci yönetim ve elitler, büyük bir yol ayrımıyla karşı karşıya. Taifeci/mezhepçi yapıyı yeniden mi inşa edecekler yoksa anayasal vatandaşlık temelinde ülkenin bütün kesimlerini kuşatan ve kucaklayan, hukukun üstünlüğü, adalet ve özgürlük temelinde yeni bir siyasal sistem mi kuracaklar? Irak’ta şimdilik büyük soru bu.
İslam Özkan/DuvaR