Tüm dünya yüzbinlerce insana bulaşan, on binlerce insanı öldüren tehlikeli bir virüs salgını ile uğraşırken, kendini dünyanın en medeni ve ilerlemiş ülkelerinin birinci sınıfında sayan ülkeler bu krizden etkilenenler listesinin ilk sırasında yer alıyor. Bununla paralel olarak Direniş Ekseni oluşumlarına karşı savaşa girerek sindirme dalgaları da büyüyerek devam ediyor.
Amerika'nın Irak'ta, ilk işgalinden farklı olarak daha gelişmiş bir şekilde işgal etmek üzere yıkıcı bir savaşa girmeye hazırlandığına dair söylentileri sızdırılıyor. Bu söylentileri sızdıranlar, Amerika ve İsrail'in, Korona savaşı ile meşgul olan İran'a karşı girdiği gerçek savaşının, yaptırım adı altında uygulanan vahşi kısıtlamaların dayatılması olduğunu söylüyor.
İsrail'in teorilerini pazarlayanlar da, İsrail'in Lübnan ve Hizbullah'ın Korona ile savaşını fırsat bilip bundan istifade edeceği ve 20 yıl önce başaramadığı hedeflerini şimdi gerçekleştirebilmek için Hizbullah'a karşı yıldırım savaşına gireceğini öne sürüyor. Başka sızıntılar ise, İsrail'in Gazze'ye saldırabilmek için en zayıf zamanını kolladığı ve işgal edilmiş topraklardaki iç krizin gölgesinde, İsrail'in güç ve caydırıcılığını kanıtlayacağını söylüyor. Peki, bu teoriler gerçekten uygulanabilir mi? İçinde bulunduğumuz şartlarda savaşın kendisi başlı başına bir teori değil midir?
Bu teorileri masaya yatırmadan önce, bir savaş sırasında karşı tarafa saldırmadan yerine getirilmesi gereken koşulları hatırlamak gerekir. Bu şartların başında saldırının hedefi olarak belirlenen askeri başarıyı kazandıracak saldırı yeteneğine sahip olunması gerekiyor. (Burada güçten değil kapasiteden bahsediyoruz.)
İkinci koşul ise savaşın gidişatını belirleyecek ve istediği zaman durdurabilecek bir saldırı yeteneğidir. Bu yetenek, rakibi hem sahada hem de zihninde çöküşe çekecek yeteneğe sahip olmanın gerekliliğidir. Bu durum, sadece saldıran tarafın askeri operasyonu durdurmasıyla savaşın sona ereceği anlamına gelir.
Üçüncü koşula gelirsek, o da saldırganın düşmanın cevabını bertaraf etmek ve kaldıramayacağı bir hasar vermesini önlemek için ihtiyaç duyulan yeterli savunma bağışıklığına sahip olunmasıdır.
Sonuncusu ise bölgesel ve uluslararası çevre ile bağlantılıdır. Öyle ki bu çevre saldırgana zaferinin sonuçlarını kullanabilme ve eğer kazanırsa sahadaki başarısını politikada kullanabilme imkânı vermelidir. Bu koşullar bugün yaşadığımız mevcut gerçeklerin gölgesinde mevcut mudur?
İlk olarak dört ülkenin de (İran-Irak-Lübnan-Gazze) birlikte ya da tek tek Amerika ve İsrail'in saldırılarına hedef olma olasılığını asla inkâr etmiyoruz. Zira bu taraflar bu günlerde korona faciasıyla savaşmakla fazlasıyla meşguller. Ancak aynı zamanda Amerika ve İsrail'in de bu virüsün saldırıları altında bocaladığını unutmamak gerekiyor.
Dolayısıyla, bu virüsle meşgul olma ve kaygı durumunun herkesi kapsadığını hatta Amerika ve İsrail'in meşguliyet düzeyinin daha yüksek olduğunu net bir şekilde söyleyebiliriz. Nitekim tüm dünyadaki enfekte oranının dörtte biri sadece Amerika'da bulunuyor. Ayrıca koronavirüs Amerika ve İsrail ordularına da saldırmış ve savaşa hazırlık seviyeleri ile motivasyonlarını gözle görülür şekilde olumsuz etkilemiştir.
Diğer yandan bu salgın Amerika'yı tüm dünyaya rezil etmiş ve ülke içindeki durumun pamuk ipliğine bağlı olduğunu göstermiştir. Bu salgın ABD'nin eyaletleri arasındaki ulusal dayanışmanın kırılganlığını, başta Avrupa ülkeleri olmak üzere müttefikleriyle bağlarının zayıflığını ve bunun yanı sıra genelde insanlık özelde müttefikleriyle ilişkilerindeki ahlaksızlığın seviyesini gözler önüne serdi.
Zira Korona krizi, Amerika Birleşik Devletleri olarak adlandırılan, dünyanın hâkimi olmak isteyen ve dünyanın kaderini kontrol etmek isteyen bu ülkenin, daha kendi iç durumunu yönetmekte, müttefikleriyle ilişkilerinde, ulusal, sağlık ve ahlak düzeylerinde zayıf bir varlık olduğunu gösterdi. Amerika'nın dünyanın yöneticisi olduğunu göstermek için kullandığı prestijinin de yalancı bir suni imaj olduğu ortaya çıktı. Aslına bakarsanız Aynu'l-Esed üssüne düzenlenen saldırıyla sarsılan ABD'nin itibarı o gün yere serilmediyse korona krizi ile yerle bir oldu.
Dolayısıyla, salgın karşısında maskesi düşen bu aciz varlık, diğer ülkelerin savaşmayı başardığı korona savaşında başarısız oldu. Salgın ABD'nin ordusuna kadar sızdı ve halkını tüketti. Bu varlığın durumunun savaşa gitme kapasitesine sahip bir ülkenin durumu olmadığını hepimiz öğrenmiş olduk. Elbette Amerika için söylediklerimiz farklı düzeylerde olsa da kriz yaşayan İsrail için de aynı durum geçerlidir.
Tartışılan bir saldırıda hedeflenen tarafların cephesine baktığımızda, koronanın onları başarılı bir savunma savaşı yürütmelerini engelleyecek düzeyde meşgul etmediğini görüyoruz. Özellikle de saldırı ile savaşa kendini adayan güçler, virüsten korunmak için çaba sarf edenlerle aynı durumda değildir.
Liderlik bu acil görev için vaktinin bir kısmını adasa da, bu durum bu savunma görevindeki ana çalışmalarını engellemiyor. Bu durumda Korona ile savaşmakla ve bunun önemliyle uğraşmak üzerine oynanan bahislerin ne kadar yersiz olduğu anlaşılıyor.
Bahsi geçen ve üzerinde durduğumuzu iki önemli konudaki koşullara dönecek olursak, bu konulardan ilki saldırıya uğrayanların tepkisi ve ikincisi sahadaki durumu sürdürebilme yeteneğidir. Bu noktada, İsrail'in iç cephede sağlam bir savunma sağlayamadığı ve “ateş altında çalışan halk” durumuna erişmek konusunda başarısız olduğundan bu konuda tartışmalara girerek vakit harcamayacağız.
Bu durumda savaşın gerçekleşmesi halinde, İsrail işgal altındaki Filistin'de tüm hedeflere uzanacak olan Direniş ateşinin kuşatması ile İsrail ordusuna saldıran ve askeri – siyasi liderler seviyesine kadar ulaşan korona virüsünün kuşatması arasında savaşacak gibi görünüyor.
Ortadoğu'da 54 askeri üs ve 3 deniz filosunda konuşlanmış 70 bine yakın askeri bulunan Amerika'ya gelince, Ayn'ul-Esed tokadından sonra buradaki varlığını sağlam bir güvence altına alamayacağını ve Ortadoğu'da güvenli bir şekilde kendini savunamayacağını çok iyi biliyor.
Burada vurgulamamız gereken son şey, Amerika ve İsrail'in savaşı çözemeyeceği ve kendileri için uygun gördükleri zamanda bitiremeyecekleridir. Afganistan ve Yemen örneklerine bakacak olursak bu iki saldırgan ülkenin yaşayacakları felaketi de öngörmüş oluruz. (Muhammed Huteyt / Al-Binaa