Suriye konusunda sosyalmedyadan yazdıkları ile gündem yaratan yazar Kenan Çamurcu şimdi de yeni çıkan kitabı ile gündemde. Birçok basın kuruluşunun ambargosuna maruz kalan, davet edildiği Tv programları önce telefon bağlantısına çevrilen sonra tamamen iptal edilen Çamurcu Asimetrik Vakalarda Kıble Tayini isimli kitabı ve gündemdeki konular hakkında RebezeHaber’e konuştu.
“Kitabım, muhafazakar tek parti rejiminin yarattığı karanlıkta yön bulmaya yardımcı olmayı amaçlıyor”
2008’de başlayan “yeni Türkiye”nin inşasında artık kelimenin bütün anlamlarıyla kapalı rejime evrilmiş bir Türkiye var. Muhafazakâr tek parti rejimi, siyasi ve sosyal iradesini seferber ederek resmi görüş dışında farklı ve alternatif düşüncelerin kendini ifade etmesine sert sansür uyguluyor, anaakım fikir ve haberlere aykırı bilgiler filtreleniyor. Sosyal medyanın Türkiye’de belki hiçbir ülkede olmadığından çok daha canlı, etkin ve işlevsel olmasının basit nedeni budur. Fakat muhafazakar rejimin yarattığı karanlığın kabahatini sadece politik iktidarın boynuna yüklememek gerekir. İktidara ilişik bilim insanları, gazeteciler, cemaat liderleri, kanaat sahipleri, âlimler, yazarlar, STK’lar vs. el birliğiyle bu karanlığı inşa ettiler. Bu karanlıktan nemalanıyorlar, kendi küçük iktidar adacıklarını muhafaza ediyor ve rakiplerini safdışı bırakıyorlar. Muhafazakar iktidara ilişik İslami kesimlerin başka kesimlerle rekabet edecek entelektüel güçleri yoktur ve ancak politik iktidarın yarattığı kapalı rejim sayesinde varolabiliyorlar. Bu yüzden giderek ağırlaşan kapalı rejimi, koyulaşan karanlığı ve katmerleşen zulmü savunuyor, destekliyor ve takviye ediyorlar.
Kenan Çamurcu – Asimetrik Vakalarda Kıble Tayini, Destek Yayınları
İçinde bulunduğumuz dönem bir fetret devridir.
İnsanların, özellikle de kendilerine “dindar” diyen kitlelerin kıblelerini şaşırdığı bir fetret zamanı bu. Tıpkı İmam Ali’ye isyan eden, Peygamberimizin (s) tabiriyle “azgın güruh”un, dindar kalabalıkları Peygamberimizin dininin tam tersi istikamete sürüklediği günlerdeki gibi. Hatırlayalım, Hz. Ali’ye isyan eden Muaviye’nin yanında Peygamber’in etrafında bulunmuş insanlar da varolabildi. Hatta ibadetlerini eksiksiz yerine getiren o dönemin dindarları kendi mümin kardeşlerinin kanını dahi dökebildi. Muaviye, içinde Ammar b. Yasir gibi Peygamberimizin seçkin sahabilerinin olduğu onbinlerce Müslümanın kanını dökebildi. Buna rağmen onun etrafındaki dindarlar neler olup bittiğini anlayamadılar bile. Bu, kıbleyi şaşırmış ve adaletin dinin temel ilkesi olduğunu unutmuş olmalarındandı. Tıpkı bugünkü dindarların içine düştüğü durum gibi. Hz. Ali bu toplumsal çürümeyi çok güzel tarif ediyor: “Ne yazık! İnsanlar artık Ali ve Muaviye diyor.” Çok ilginç bir durum tespitidir bu. Çünkü bir yanda Ali var; yani Kabe’de doğmuş tek Mekkeli, hiç müşrik olmamış tek mümin ve Peygamberimizin “ben ne gördüysem Ali de onu gördü, ben ne işittiysem Ali de onu işitti, ben ne biliyorsam Ali de onu biliyor. Aramızdaki tek fark ben peygamberim o değil” dediği Ali. Diğer yanda ise Mekke’nin fethine kadar en vahşi yolları kullanmaktan çekinmeden Müslümanlara karşı savaşmış, onlara zarar vermiş ve Mekke fethedilirken artık çaresizlikten babası ile birlikte Müslüman olduğunu söylemiş Muaviye. Peygamber’in sahabesinin sözüne asla kulak asmadığı, hatta yanlarında konuşmasına bile izin vermediği, sırf Müslüman olduğunu söylediği için ses çıkarmadıkları Muaviye. Ama öyle bir toplumsal çürüme, yozlaşma ve başkalaşma zamanı geldi çattı ki dindarlar Muaviye’yi Ali’ye denk görüp “Ali ve Muaviye” diyebildiler. Aynı şekilde, yaşanan onca şeye rağmen Hz. Hüseyin, Muaviye’nin oğlu Yezid’in halifeliğinin gayri meşru olduğunu kimseye anlatamadı, ne Mekke’de, ne Medine’de. İnsanlar hacla, namazla meşguliyetten başlarını alıp da Hüseyin’in meşruiyet ikazına kulak asmadılar. Meşruiyet, adalet, özgürlük gibi dinin ve toplumsal hayatın kavramları zihinsel çöp kutularına atıldı. Onun yerine kuru, zâhiri, içeriksiz, anlamsız, amaçsız bir dini hayat yüceltildi.
Dindarlar zulüm karşısında kayıtsız, umursamaz ve yozlar!
Peygamber’in (s) ailesi, yani vahyin indiği evin emaneti yüklenmiş bireyleri zulme uğrarken ve Peygamber’in getirdiği hakikati aktarmalarına engel çıkartılırken, anlamsız ve muhtevasız dindarlık hiçbir şey yokmuşçasına yoluna devam edebildi. Bugün de o dindarlığın benzeri bir kayıtsızlık, umursamazlık, ilkesizlik, içeriksizlik, çürüme, yozlaşma ve başkalaşma devlet aygıtına ilişmiş olarak adalet, özgürlük, meşruiyet, eşitlik, hak, hukuk ilkelerine sırt çevirmiş durumda. Geçersiz ve gayri meşru binbir bahaneyle muhafazakar rejimin zulümlerine onay veriyor. Kapalı rejimi meşrulaştırıyor. Bu rejimin zulmettiği sosyo-politik kesimleri her türlü zulme müstehak görebiliyor.
Yeni Türkiye’nin elitleri, ergenekon ve darbe mahkemelerinin kıyamete kadar sürmesini istiyor.
Muhafazakar kapalı rejimi kuran sürecin en önemli meşruiyet başlangıcı ergenekon dosyasıydı. Sonrasında da çeşitli isimler altında askeri darbe dosyaları listelendi. Fakat bütün bu girişimler adaleti tesis ve ülkeyi özgürleştirmek için değil muhafazakar iktidar adacıklarının kendi kişi ve grup çıkarları uğruna devlet aygıtına çöreklenmeleri için hayata geçirildi. Kamu bütçesini talan etmenin sistematiğini kollayan muhafazakar siyasi rejim ergenekon ve darbe dosyaları sayesinde varedilebildi. Yeni Türkiye’nin elitleri kendilerine imtiyaz düzeni oluşturabilmek veya oluşturduğu düzeni koruyabilmek için ergenekon ve darbe mahkemelerinin kıyamete kadar sürmesini istiyor. Hiç sonuçlanmayacak, asla bitmeyecek, sonsuza kadar devam edecek mahkemeler, suçlamalar, ithamlar, soruşturmaları cinnet geçirmişcesine arzu ediyor, destekliyor ve teşvik ediyorlar. Sürekli ve ardı arkası kesilmeyecek polis baskınları ile muhalif toplumsal kesimlere nefes bile aldırmama azmindeler.
Eski Türkiye ile yeni Türkiye arasındaki fark zalimlerin mazlumlarla rol değişmesi
Dindar bir vicdanın yeni Türkiye diye yücelttiği, idealleştirdiği ve hedef edindiği bu düzen miydi? Eski düzeni değiştirmekten bahsederken onun simetrisi yeni bir zulüm düzeni kurmayı mı amaçlıyorlardı? Mesele sadece zalimlerin ve zulme uğrayanların değişmesi miydi? Bu durumda Türkiye’deki değişimin anlamı, “eski Türkiye” ile “yeni Türkiye” arasında personel becayişi yaşanmasından başka nedir? 10 yıllık muhafazakar iktidarın bilançosunda sanat, edebiyat, felsefe, kültür, entelektüel hayat, bilim adına sıçrama sayabileceğimiz ne var? Bunca mali kaynak, insan kaynağı, devasa imkanlar, medyatik güç ellerinde olduğu halde insani gelişme namına ortaya ne koyabildiler?
Yaşadığım binbir zorluğa rağmen eleştirel tutumumdan ve bağımsızlığımdan vazgeçmedim.
Bendeniz mevcut iktidara çok erken bir zamanda eleştiriler yöneltmiş bir yazarım. Erdoğan ve çevresindeki eski arkadaşlarımızın yoksul ve mahrum kitlelerin sesi olacağına, nihayet Türkiye’nin siyasi ve ekonomik rejiminde köklü değişim sürecinin başlayacağına duyduğumuz umudu yitirdiğimde eleştirilerime başladım; yani 80’ler ve 90’larda büyük gayretlerle elde edilmiş parlak birikimi yoksayan, ANAP muhafazakârlığının sağcı ve gerici dilini kullanan bazı çıkışlar görülmeye başlandığında. Eleştirilerimi henüz 2002 bitmeden yöneltmeye başlamıştım. Şimdilerde iktidarın en sadık neferi gözüken nicesinin henüz şöhret ve rantla tanışmadığı o vakitler Erdoğan’a ne hakaretler ederken ben edebe mugayir tek bir kelime etmeden ciddiyetle eleştiri yazıyordum. “AK Parti’nin Stra-Trajik Meseleleri” isimli kitabım 2002-2005 arası eleştirel değerlendirmelerimden oluşuyor. İktidar aygıtına hiçbir zaman eklenmedim. Refah Partisi’nin yerel ve merkezi hükümet dönemlerinde önemli işler ortaya koymuş olsam da bağımsız, eleştirel ve muhalif konumumu hep korudum, entelektüel düşünceyi önemsedim, sivil toplumun siyasal gücünün üretilmesine inanmaya devam ettim. 2007 krizinin öncü depremlerinin başladığı 2006’da sahibi olduğum bilgihikmet.com sitesinde yayınlanan bazı yazılarım gazete ve televizyonlarda “AKP’ye içeriden salvolar” takdimiyle manşetlere çıkarılınca o sırada görev yaptığım belediyeden bir telefon tebliğiyle işten atıldım. O andan itibaren bütün kapılar yüzüme kapandı. Yaşadığım binbir zorluğa rağmen eleştirel tutumumdan ve bağımsız kalmaktan vazgeçmedim, eleştirel aklı tatile çıkarmayı reddettim.
İslamcılık artık siyasi bir cereyan değildir.
Rantla ve şöhretle zaten ilgili olmadığım için bugün iktidarın etrafında safları sıklaştırmış muhafazakâr halkalar gibi ne yoksayılmaktan ve imha edilmekten endişe duydum, ne dünyalık edinme ihtirasıyla yanıp kavruldum. Bu sırada en gelenekselinden en radikaline kadar İslamcı grupların tamamı ise iktidar sarayına ilişik, iktidara tâbi, itaatkâr, sadık bir siyasi akım ve o akımın müntesipleri haline geldi. İslamcılık artık muhalif bir siyasi cereyan değildir. Muhalif görünümlü çıkışları ise “sarı muhaliflik”tir. Bu yüzden kendimi artık İslamcılıkla tanımlamıyorum, kendime “mutezil dindar” diyorum. Yani, Ali Şeriati’nin ifadesiyle, muhafazakâr ve mülahazakâr toplumdan itizal etmiş, ayrılıp kopmuş devrimci dindar. Mutezil dindar, muhafazakâr değil devrimcidir. Mutedil değil muterizdir (itiraz sahibi). Muhafazakârların siyasal ve sosyal iktidarının temelini oluşturan iktidar ve servet tekelciliğine itirazım var. İktidarın ve servetin sosyalizasyonunu adil, eşitlikçi ve hakça bir düzen olarak savunuyorum.
Muhafazakarın itirazı kapitalizme değil laik kapitalizme imiş.
Muhafazakar iktidar tecrübesinde gördük ki muhafazakârın itirazı laik kapitalizmeymiş. Laik kapitalizmi tasfiye edip yerine dinî kapitalizmi kurunca kapitalizme nasıl güzellemeler düzmeye başladılar! Buna teo-kapitalizm adını veriyorum. Teo-kapitalizm, Allah’ın mülkünü zimmete geçirmenin ilahiyatıdır. Kapitalizmin ve sömürünün dindarlaştırılmasıyla inşa edilen bu düzene karşı entelektüel, siyasal, sosyal bütün alanlarda savaşılmalıdır.
Kemalist oligarşinin yerini muhafazakar oligarşi aldı.
Geleneksel İslami kesimin ana gövdesi de, İslamcılığın marjinal radikalizmi de muhafazakâr oligarşinin nimet, imkân ve ayrıcalıklarından mutludur. İslamcılar eleştirilerine sürekli konu edegeldikleri Kemalist oligarşiden çok şey öğrendi. Kemalist oligarşiyi yıktıktan sonra yerine adil, özgürlükçü, eşitlikçi bir düzen kurmak yerine muhafazakâr oligarşiyi geçirmenin akıllıca olduğunu gördüler. Adalet fikrini artık akılsızca ve gereksiz romantiklik olarak görüyorlar. Bu tarzı benimserken İslam’ın anafikrini imha etmiş olmaktan da huzursuz değiller. İktidarlarını korumak için küresel güçlerle ve emperyalistlerle işbirliğini dert etmemeleri de bu bahistendir. İslam’ın her türlü kavramının içini boşaltarak yepyeni bir meşruiyet sistemi ve hiyerarşisi kurduklarını sayısız örnekte gözlemleyebiliriz. Kur’an ayetleri onlar için adeta bir lego parçasıdır. Diledikleri resmi icat etmek için ayetleri keyiflerine göre dizebiliyorlar. Kur’an’ı demonte metin haline getirdiler. Bir şey kuruyor, bozup yeniden kuruyorlar. Muhafazakar tek parti rejiminin yarattığı karanlıkta fiziksel yönleriyle birlikte ruhsal istikametlerini de kaybettiler. Mesela zulmü bedensel eziyete indirgeyerek İslam’ın en temel kavramı olan adaletin içini boşalttılar. Oysa İslam’a göre zulüm, adaletin zıddıdır. Muhafazakâr iktidar zamanında faili meçhul olmaması, fiziksel işkence yapılmamasını zulmün artık yaşanmadığının kanıtı sayıyorlar.
Zulüm sadece bedensel eziyet değildir.
Zulüm, adaletsizliğin yapıldığı yerde yaşanan isyan halidir, tuğyandır, azgınlıktır. Kur’an’da bu azgınlık ve tuğyanı yapanlara “tâğut” denir. İktidar ve servet tekeli tuğyandır. Allah’a karşı, insanlara karşı tuğyandır ve bu tuğyanın sahibi de tâğuttur. Zulüm budur, bedensel eziyet değil. Bedensel eziyet, zulmün kendisi değil, tezahür biçimlerinden sadece bir tanesidir.
Irak ve Suriye’deki saldırıların finansörü Suud-Katar dikdatörlüğüdür.
Muhafazakarlık İslam’ın temel ilkelerinden firar etmenin kimliğidir. Muhafazakârlık, olan biteni algılarken İslam’ın ahlaki ilkeleri yerine “iktidarı koruma” ilkesini geçirdi. Artık dinî, siyasi ve toplumsal yargılar bu hiyerarşiye göre belirleniyor. Hiyerarşinin başına iktidarı koruma (dolayısıyla da iktidardan temin edilen çıkar, rant, güç, etki ve başka şeyleri muhafaza) ilkesi yazıldığında inanç ve bütün ilkeler buna göre yeni baştan tanzim edilebilir oldu. Osmanlı sarayında devletin bekası için kundaktaki bebeğin bile katledilebileceği fetvalarını veren aklın mirasçısıdır bugünkü akıl. Emevi-Abbasi-Osmanlı sarayı içinde şekillenen Sünniliğin meşrulaştırmayacağı şey yoktur. İslami kesimler de bu yöntemi sınırsızca kullanıyor. Bu, emperyalizmin tescilli işbirlikçisi Vahhabiliğin geleneksel Sünniliği ele geçirerek icat ettiği nevzuhur “yeni sünnilik”tir. “Yeni sünnilik”, emperyalizmin işbirlikçisi olduğu gibi, kapitalizmin de muhafızıdır. Aşırılıkçıdır, ayrımcıdır, kutuplaştırıcıdır, anti-semitiktir, ırkçıdır. Irak, Suriye, Pakistan, hatta İran’da camilere, türbelere, çarşı pazara bombalarla saldırıp orada bulunan masum insanların onlarcasını vahşice katleden seri katil tıyniyetli bedevilerin itikadıdır “yeni sünnilik”. Bu itikat Türkiye’yi adım adım istila ediyor. Suud diktatörlüğü petro-dolarlarla bu sapkın inancı ihraç ediyor. Irak’ı ve Suriye’yi cehenneme çeviren terörist saldırılar Suud ve Katar diktatörlüğünce finanse ediliyor. Aynı saldırgan ruh, Türkiye’de Ehl-i Beyt ailesinin tüm bireylerini hedef almış durumda. Medyadaki Alevifobia veya Şiafobia bu ruhun yürüttüğü kampanyadır.
Medyanın yaptığı tek şey iktidarı kimi politikalara zorlamak ve iktidarın politikalarını halka kabul ettirmek.
Muhafazakâr iktidara ilişik medyada bağımsız, eleştirel akla dayalı, hak ve hakikati arayan, ahlaken ve ilkesel olarak yapılmış bir tek eleştiri yoktur. Eleştiri sandıklarımız, iktidar adacıklarının menfaat koruma itiş kakışından ibarettir. Muhafazakârların ve muhafazakârlaşmış İslamcıların ilkesi iktidarda olmak, iktidarı korumak ve sürdürmektir. Buna karşın bu iktidarla ne yapıyorlar? Aslına bakılırsa yaptıkları tek şey, ekonomik cüsselerini büyütmekten ibarettir. Ellerindeki iktidar ve iktisadi cüsse ile azmanlaşıyorlar ama bunun düşünce, sanat, edebiyat, hatta siyaset ve dışpolitikaya olumlu hiçbir yansıması olmuyor. O iktisadi ve siyasi güçle entelektüel kapasiteleri artmıyor, aksine her geçen gün çürüyor, tükeniyor, yaşlanıyor ve eskiyorlar. Değerlere istinat eden bir topluluk değiller. Maddi ihtiyaçları abartmış bir hayat düzenleri var. Ellerindeki medya gücüyle yapabildikleri tek şey, 28 Şubat benzeri medyatik operasyonlarla iktidarı kimi politikalara zorlamak ya da iktidarın kimi politikalarını halka kabul ettirebilmekten ibarettir. Ellerindeki medya gücü, kapasitesi yüksek entelektüel birikim geliştirmelerine yaramıyor. İnandıkları dinin tarihsel birikiminden bile uzaklar. İslam’ın irfan, felsefe, sanat, edebiyat, tarih ve siyaset birikiminden güç alan güncel bir fikir üretebilmiş değiller.
NATO’ya hayır diyen İslamcılık ne oldu da şimdi değişim NATO eliyle olsun diyebiliyor.
Muhafazakâr oligarşinin seçmen oranı bakımından %10-15 hacminde bir kitleye ulaştığı düşünülebilir. Bu klan, mevcut refah düzeyini korumak için canına dişine takmış durumdadır. Türkiye’de, Saddam’ın Tikrit ailesi gibi bir muhafazakâr klan oluştuğunu düşünmeye mani yoktur. Bu kitle, muhtelif desteklerle ikinci halkayı iktidara yapıştırabiliyor. Üçüncü halkaya ulaşıldığında zaten %35-40 oranı bulunmuş oluyor. Bundan sonrasını kastın iç halkalarına geçebilmek için çabalayanlar veya otokratik koşullarda soluk alabilmek için kalabalığa karışanlar olarak tanımlamak gerekir. Bütün bunlar, bir zamanlar ilkelerinin şiarlarıyla sokakları inleten İslamcıların gözü önünde yaşanıyor. Ama kendilerinin tanımladığı maslahatlar ve öncelikler nedeniyle bu saydıklarımızı ihmal edebileceklerine kendilerini inandırmışlardır. Bir zamanlar “NATO’ya hayır” şiarının ayırt edici kimlik olduğu İslamcılık, şimdi “Arap baharı” vesilesiyle, “yeter ki değişim olsun NATO eliyle olsun” kabilinden bir yabancılaşmaya varabildi. Fakat burada da ilkeli ve ahlaklı değiller.
Bu damardan ancak tehcir, tenkit, katil, imha fikriyatı çıkar.
Değişimi, Washington-Brüksel eksenince seçilmiş ve kampanyası yapılmış yerlerde destekliyorlar. Mesela bu bahisten olarak Suriye kampanyasına var güçleriyle katılıyor ama Bahreyn’den uzak duruyorlar. Yemen gündemlerinde yeralmıyor. Suud, Katar, Kuveyt ve diğer sultanlıklarda değişim için kampanya yapmıyorlar. AB(D)’nin başlattığı kampanyalara katılıyorlar. NATO sadece bir askeri pakt değil, aynı zamanda sivil toplum faaliyetleri de yürüten ve gayri nizami harp doktrinleri olan organizasyonsa bu organizasyonun milis gücü için insan kaynağı işte bu kampanyalarla eğitiliyor, idman ve talimi yaptırılıyor. Zamanı gelince bu insan kaynağını, 1969’da 6. filoyu kovmak için gösteri düzenleyen gençlerin üzerine sürülmüş cahillerin reenkarne olmuş aktüel silüetleri olarak bulabiliriz. Hatay ve diğer kentlere fetih seferleri düzenleyip Alevilere çıkarma yapabilir; Sivas, Kahramanmaraş ve Çorum’da Alevilerin kapılarına çarpı koyabilirler. Bu damardan ancak tehcir, tenkil, katil, imha fikriyatı ürer.