Arap Baharı'nı, daha ilk anlarından itibaren düşman pozisyonuna koyan ülkelerin, halen bölgenin dönüşümlerine liderlik eden aynı ülkeler olduğunu gözlemledim. O anda tespitini yaptığım bu durum, "Bizler nereye gidiyoruz?" sorusunun yanıtına zemin hazırlayan bir gösterge sayılacaktır.
(1)
'Araplar ekiyor, İsrail biçiyor' başlıklı bir önceki makaleyi yukarıdaki ifadeyle bitirmiştim. Makalede İsraillilerin, Mısır'ın yaşadığı ve sonuncusu, "terörist örgüt" olarak görülmesi itibarıyla Hamas Hareketi'nin faaliyetlerinin yasaklanması olan dönüşümlerine yönelik aşırı coşkusunu ifade eden bir dizi kanıta yer vermiştim. Ayrıca bu dönüşümlerin gölgesinde İsrail stratejik rahatlığının vardığı boyutu ve bazı Körfez ülkeleri rejimleri ile "İran tehlikesine" karşı mücadele ortak çıkarında buluşulmasından hareketle uzatılan anlayış köprülerinden dolayı İbrani devleti liderlerinin memnuniyetlerini ifade eden başka kanıtlar da sunmuştum.
Bazıları benden, "Bizler nereye gidiyoruz?" sorusunu sorarken verdiğim sözü yerine getirmemi bekliyorlar. Bu kimselerden ricam, nihayetinde Arap dünyasını bekleyen çıkarımları bildiğimi gösterecek derecede bana hüsnü zan beslememeleri. İddialı konuşamayacağım bir konu bu. Sadece girdiğimiz yolun bazı işaretlerine işaret etmenin, bu durumun en azından yakın vadedeki sonuçlarının tasavvur edilmesi noktasında bize yardımcı olacağını düşünüyorum.
“Riyad ve Abu Dabi'nin, 2011 yılında ilk işaretlerinin belirmesinden itibaren Arap Baharını boykot ve ret eden bir tutum benimsedikleri, eski cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek ve rejiminin en sıkı destekçileri oldukları herkesin malumu.”
Elimdeki işaretleri sunmadan önce bu aşikar kanıtlar dosyasına, Mısır'ın Şuruk gazetesinin 7 Mart 2014'te yayımladığı, Washington muhabiri Muhammed Minşavi imzalı haberi de ekliyorum. Minşavi aynı zamanda Washington merkezli düşünce kuruluşu Middle East Institute bünyesinde ABD'nin Orta Doğu'ya yönelik dış politikası üzerine araştırmalar yapan uzman bir isim.
Kendi tanıklığı içinde Minşavi şöyle diyor: "Bugün Amerikalı bir yetkili, Riyad, Abu Dabi ve Tel Aviv'e yaptığı ziyaretleri sırasında görüştüğü üst düzey yetkililerin yüzlerini kapatıp Orta Doğu'nun sorunları ve geleceği hususundaki görüşlerini alsaydı, bu sorunlara yönelik görüşleri örtüştüğü için Suudi Arabistanlı, Birleşik Arap Emirlikli ve İsrailliyi birbirinden ayıramazdı." Minşavi eğer böyle bir açıklama yapıyorsa, Araplardan daha karamsar bir millet düşünülemez. Bu tanıklığın yeterli olduğunu, hiçbir yorum gerektirmediğini ve içinden geçtiğimiz yolun işaretlerinden birini oluşturduğunu düşünüyorum.
(2)
Adı geçen iki Arap devletinin yani Suudi Arabistan ile Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), 2011 yılında ilk işaretlerinin belirmesinden itibaren Arap Baharı'nı boykot ve ret eden bir tutum benimsediler. iki ülkenin, Mısır Eski Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek ve rejiminin en sıkı destekçileri olduğu da herkesin malumu. Hatta Washington'ın Mübarek'i desteklememesi, Amerikan yönetimi ile aralarındaki anlaşmazlık noktalarından biriydi. Bu iki devlet, Arap Baharı'nı boykot etmekle yetinmeyip abluka altına almaktan, Arap dünyasının doğusunda ve batısında yankılarının ulaştığı tüm ülkelerde bu baharı yok etme girişimlerinden çekinmedi.
Riyad ile Abu Dabi'nin bu tutumuna işaret eden epey kanıt var. Bu kanıtların bir kısmı güvenlik organlarının sorumluluğunda olup gizlidir. En aleni şekilde yapılanı ise bahar rüzgarına ve beraberinde gelen değişim çağrılarına karşı durma girişimi içinde görkemli şekilde görülen mali destektir. Hal böyleyken değişim yankılarının ulaştığı ülkeler engellenmiş oldu.
Bu tutum, Arap dünyasının dört bir yanında umutları yeşerten baharın yankılarından etkilenmenin sonuçlarına karşı kendini savunma ve içerinin güvenliğini sağlama kararlılığının getirdiği anlaşılır bir tutum olarak görüldü.
Yalnız bu yankıların gücü endişe vericiydi. Şöyle ki, yankılar iki devleti farklı yollarla bu dalgayı kendi sınırları dışında durdurmaya sevk etti. Bu bağlamda Suudi Arabistan ve BAE'nin, karşı devrimin dümen koltuğunu işgal ettiğini söyleyebiliriz. İki ülkenin siyaset, ekonomi ve medya düzlemindeki hareketleri, bu eğilimin kanıtıydı.
Mısır'da yaşananlar (yani Muahmemd Mursi yönetiminin devrilmesi), bu çaba içinde gerçekleşen en büyük kazanımdı. Değişimin sonuçlarının henüz su yüzüne çıkmamasına rağmen iki ülkenin bu kazanımı kutlaması ve desteklemesi göstergeler açısından kafi geldi. Suudi Arabistan ve BEA'yi, Mısır sahnesinin merkezindeki nüfuzlarını ispatlamakta hızlı davranmaya sevk eden etken, en büyük Arap ülkesini kazanma girişimiyle sınırlı değil. Aynı zamanda bu ispat çabası, Arap Baharı rüzgarına karşı konulması ve bulunduğu yerde zayıflatılmasının en geniş kapısı olarak görüldü.
İki ülkenin mesajı başından beri açıktı ve ilana gerek duymadı. Esasında 25 Ocak 2011 Devrimi'ne karşı, 30 Haziran 2013 Ayaklanması'na yol açan ve 3 Temmuz 2013'te kurulan rejime zemin hazırlayan isyanın (ki kendi ülkelerinde bu yasaktır) yanındaydılar.
30 Haziran günü sokaklara dökülen kalabalıkların aklına, ileriye yaşanacak sonuçların gelmediğinden şüphe duymuyorum. Kabalıkların çıkışı o vakit, İhvan yönetiminin performansına yönelik hoşnutsuzluğun ifadesi ve erken cumhurbaşkanlığı seçimleri yapılması çağrısıydı. Ancak daha sonra yaşananlar, siyasi performans deneyimi içinde pek sürpriz değildi. Öfke bir yöne kaydı ve ardından başkaları bu öfkenin meyvesini topladı; öfkeyi bir başka yönde işleve soktu.
Tablo bizi 23 Temmuz 1952 Devrimi'ne katılan ve ardından ülkeyi Arap mücadelesi ve Arap safından çıkaran Eski Cumhurbaşkanı Enver Sedat döneminde yaşananlara götürüyor. Mısır'da son gerçekleşenler, neredeyse bu deneyimin tekrarı.
3 Temmuz 2013'te yaşananlar, 25 Ocak 2011 devrimine dayandırıldı ve 30 Haziran 2013 Ayaklanması da bu devrimin devamı olarak görüldü. Fakat ardından Mısır, Arap Baharı'ndan çıkarıldı.
“Karşı devrim medyasının Arap Baharını karalamayı sürdürmesine ve ümmeti saran bir felaket olarak görmesine rağmen yaşananlar, baharın sonunu getirmese de ağır darbe vurdu ancak ben başka devrimlerin yaşadıklarına benzer bir gel-git hali içinde olduğumuzu düşünüyorum.”
Suudi Arabistan, gerçekleşen değişimden dolayı Kahire'yi kutlayan ilk devletti. Ardından ona BAE katıldı. Sonrasında her iki ülkenin medyasında, 25 Ocak Devrimi'nin değerini düşürürken yeni duruma sıcak yaklaşan mesajlar birbirini izledi. Sonrasında Mısır krizinin hassas noktası olan ekonomi kapısından gelen destek görüntüleri arttı.
Şu ana kadar Mısır hazinesine 16 milyar dolar pompalandı. BAE'nin Mısır'da 1 milyon mesken yapacağını okuduk. Körfez İşbirliği Konseyi'nin (KİK) de aynı oranda mesken yapacağı söyleniyor.
Ayrıca gazeteler binlerce büyükbaş hayvanın Mısır pazarlarına aktarılması hususunda anlaşmaya varıldığını yazdı. Ekonomi alanında yapılanlar, bir kısmı açıklanan, bir kısmı açıklanmamış başka birçok alanda tekrarlanıyor.
Tüm bu yapılanların dayanışma, cömertlik ve güç gösterisi duygularıyla gerçekleştiği ihtimalini uzak görmüyorum. Karşılıksız olmadı. Zira bu ülkeler -kardeş dahi olsalar- birer hayır cemiyeti değiller. İzledikleri siyasetlerde öngörülen hesapları ve çıkarları vardır.
(3)
5 Mart 2014'te üç Körfez ülkesi, KİK tarihinde bir ilke imza atarak Katar'dan büyükelçiliklerini çekmişlerdi. Bu ülkeler Suudi Arabistan, BAE ve Bahreyn idi.
Bundan birkaç gün sonra Abu Dabi'de Mısır-BAE arasında Zayid 1 adını taşıyan ortak askeri tatbikatlar yapıldı. Aynı zaman dilimi içinde İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani de Umman Sultanlığı ile ülkesinin ilişkilerini güçlendirme ve işbirliği koordinasyonu çabası içinde başkent Muskat'ı ziyaret etti. Peki bu gelişmeler ne anlama geliyor?
Dikkatli bir okuma, elçiliklerin çekilmesinin 1981 yılında kurulan Körfez İşbirliği Konseyi'nin çöküşünün ve dağılmasının başlangıcı olduğunu anlayacaktır.
Ayrıca BAE'nin ortak tatbikatlar sayesinde Katar ile mücadelesinde Mısır'dan güç almak istediği anlamına geliyor. Mısır gazeteleri bunu ortaya koydu. Gazeteler tatbikatların, Katar ve
Türkiye'ye (bazıları ABD'yi de listeye ekledi) mesaj gönderdiğini yazdı.
Keza Washington ile Tahran arasında nükleer proje hususunda varılan uzlaşmalar, İran'ın Körfez'deki payının artması demek. Zira Tahran, İran-Amerikan uzlaşmalarına sahne olan Umman Sultanlığı ile daha fazla köprü kurmak için şartların çok uygun olduğunu gördü. Nitekim 16 Mart 2014 günü İran'ın Körfez sahili ve Umman denizi üzerinde 10 nükleer santral kurmakta kararlı olduğu açıklandı.
Hepsi bu kadar mı? Değil elbette. Gelinen aşama, aynı zamanda kartların Körfez'de yeniden karılması anlamına da geliyor. Bu da Mısır'ın taraf olacağı, Suudi Arabistan ve BAE'nin liderlik yapacağı yeni Arap ittifaklarına eşlik eden yeni haritaların ortaya çıkışına yol açar.
Suriye, Irak ve bir nebze Lübnan'daki kaos belirtilerini ele alacağız ama Suudi Arabistan ve BAE'de içerinin yankılarından hiç konuşmayacağız. Yeni dengeler, güvenlik kabzasını güçlendirdi ve terörist olarak görülen reform seslerini bastırdı. İki ülkede de aktivistlerin mahkemelerini gözlemledik. Bu mahkemeler, Twitter'da tehlikeli görülen isimlere kadar uzandı.
Bu konuya derinlemesine ve ayrıntılı şekilde girmiyoruz ancak kutuplaşmanın yeni haritalarıyla karşı karşıya olduğumuzu göreceğiz. Bir kutup Suudi Arabistan, BAE, Bahreyn ve bir nebze Kuveyt'i içine alıyor. İkincisi ise Katar, Türkiye, Tunus, bir nebze İran ve Umman Sultanlığı'nı içeriyor. Fas, Sudan, Yemen, Moritanya ve Cezayir gibi iki arada bir derecede kalan ülkeler halkası var. Libya hala mevzi arıyor.
Arap dünyasının kapılarının, olumlu veya olumsuz farklı ihtimallere açık kaosa gebe olduğunu söylersek abartmış olmayız.
(4)
Bu arka plan çerçevesinde başka işaretleri özetleyecek olursam şu noktalarda bir özet yapabilirim:
-Mısır geçici de olsa Arap Baharı'ndan çıkma eğilimi taşısa da esasında Arap ve bölgesel etki halkasından çıktı. Kötüleşen ekonomik şartları ve sıkıntılı siyasetle Mısır artık özne değil, nesne haline geldi.
-Arap dünyasının dışarıdankendisine karşı yürütülen komplolara ihtiyacı yoktur. Çünkü Arap ülkelerinin çekişmeleri, komplocuların amacını hiçbir çaba harcamalarına gerek duymadan gerçekleştiriyor. Hatta Araplar arasındaki çekişmenin kurulu rejimlerin temel uğraş alanı ve 'merkezi sorunu' olduğunu iddia ediyorum.
“İsrail'in hali hazırdaki dönüşümlerde en karlı çıkan ülke olduğunu ifade ediyorum. Şöyle ki İsrail'in politikaları Arap rejimleri tarafından bir itiraz konusu ve hatta ilgi alanı değil artık. İran'ın da şansının arttığını, Körfez ve Maşrik ayağının güçlendiğini görmezlikten gelemeyiz.”
Fehmi Hüveydi, Mısırlı yazar ve düşünür.
-Körfez bölgesinde yaşanan ve şu ana kadar siyasi olan ilişkilerdeki bozulma, Katar'a baskı yapacak ekonomik bir ablukaya dönüşmeye aday. Şöyle ki Suudi Arabistan'ı kendisine bağlayan kara yolu kesilmiş olacak. Ortada iki ülke arasında inanmak istemediğim askeri çatışma ihtimallerinden (özellikle de üç ülke Suudi Arabistan, BAE ve Bahreyn arasında birlik kurulması yönündeki çağrılar gerçekleştiği takdirde) bahseden yönde bilgiler sızıyor.
-Karşı devrim medyasının Arap Baharı'nı karalamayı sürdürmesi ve ümmeti saran bir felaket olarak görmesine rağmen yaşananlar, baharın sonunu getirmese de ona ağır darbe vurdu. Ben başka devrimlerin yaşadıklarına benzer bir gel-git hali içinde olduğumuzu düşünüyorum.
Kapılar, bu geri çekilmenin bahara umut ve güven verecek, bir ilerlemeye dönüşmesine açık. En azından geri çekilmeye teslim olmayı reddeden ve şiddetle direnen Mısır'daki devrim gençlerinin hareketlerinde bunu gözlemliyoruz.
-Filistin Sorunu'nun hali hazırdaki Arap siyasi söyleminde bir yeri yok. Bu yüzden İsrail'in mevcut dönüşümlerde en kârlı çıkan ülke olduğunu ifade ediyorum. Şöyle ki İsrail'in politikaları Arap rejimleri tarafından bir itiraz konusu ve hatta ilgi alanı değil artık. İran'ın da şansının arttığını, Körfez ve Maşrik ayağının güçlendiğini görmezlikten gelemeyiz.
Tüm bunlardan sonra nereye doğru gittiğimizi bilemiyorum. Lakin her halükarda selamet yoluna değil, pişmanlık yoluna doğru mesafe aldığımızı biliyorum. Bundan sonraki sonuçları en iyi Allah bilir.
Fehmi Hüveydi, Mısırlı yazar ve düşünür.