57
"Benden sonra size, boğazı geniş, karnı şiş mi şiş, göbekli biri musallat olacak O, bulduğunu yer, bulmadığını ister. Hadi öldürün onu, ama öldüremezsiniz.
Duyun, bilin ki O, beni sövmenizi emredecek size, benden teberrî etmenizi isteyecek sizden. Sövmeye gelince: Sövün, çünkü bu, benim temizliğimi arttırır, sizi de ölümden kurtarır. Benden teberriye gelince: Sakının bundan; çünkü ben, İslâm dininde olarak doğdum; îmanda, hicrette en önde bulundum."[1]
158
(Ümeyyeoğulları'nı bildiren bir hutbeleri:)
"O'nu, Peygamberlerin yollanmasının arası kesildiği, insanların gaflet uykusuna daldığı, uykularının uzayıp gittiği, hüküm iplerinin yıpranıp koptuğu bir zamanda gönderdi. İnsanlara kendisinden önceki hükümleri gerçekleyen haberle, uyulması gereken ışıkla geldi: Bu da Kur'an'dır. Onu konuşturmaya çalışın. O, söz söylemez görünüşte, fakat ben haber vereyim ondan size:
Bilin ki olacak şeylerin bilgisi, geçmişlere ait sözler, derdinizin devâsı, aranızdaki düzenin müktezâsı ondadır."
(Bu hutbeden:)
"Bu sırada kerpiçten yapılmış, yahut kilimden kurulmuş hiçbir ev, hiçbir otağ kalmaz ki oraya, zâlimlerin derdi, gussası girmesin; orada onların kötülüğü, zahmeti olmasın. O gün, zâlimler için ne gökte bir yardımcı kalır, ne yeryüzünde.
İşe ehil olmayanı seçtiniz, o işi, su içilmesi gereken yerden başka bir yere götürdünüz. Pek yakındır Allah'ın, bir lokmaya karşılık bir lokmayla, bir yudum suya karşılık bir yudum suyla zulmedenden öç alması. O zâlimler bana zehir yedirdiler, zehir içirdiler; buna karşılıkta bulunacak ve onlara üst libâsı olarak korkuyu giydirecek, alt libâsı olarak azâba bürüyecek onları. Onlar, suçları yüklenmiş merkepler, günahları taşıyan hayvanlardır. And içerim, gene de and içerim ki Umeyyeoğulları, bu devleti benden sonra balgam gibi ağızlarından atacaklardır; geceler gündüzleri, gündüzler geceleri kovaladıkça da bir daha onu tadamayacaklardır."
25
(Muâviye ordusunun, şehirleri aldığı ve Büsr bin Ebi-Ertât'ın gelmesi üzerine, Yemen'de, memurları bulunan Abbasoğlu Ubeydullah'la Nümran oğlu Said'in ülkeyi bırakıp Kufe'ye gelmeleri üzerine minbere çıkıp buyurdular ki:)
"Elimde Kufe kaldı ancak; onu sıkıyorum avcumda, onu gevşetiyorum. Ey Kufe, yalnız sen kaldın, sen. Senden de fırtınalar esmekte, kasırgalar kopmakta Allah çirkinleştirsin seni."
(Sonra şâirin şu beytini okudular:)
Baban Hayr'ın ömrü hakkı için ey Amr, ancak
Bana şu kabın dibinde birazcık artık kaldı mutlak.
(Sonra buyurdular ki:)
"Haber geldi bana; Büsr Yemen'e gelmiş, Vallahi bu topluluk, sanıyorum ki yakın bir zamanda devletinizi alacak; buna sebep de batıl da toplanmanızdır; haktan ayrılmanızdır; imâmınız hak üzereyken ona isyan etmenizdir; onlarınsa imamları batıla uymuşken itâatte bulunmalarıdır. Onlar emaneti sâhibine veriyorlar; sizse hâinlik ediyorsunuz. Onlar şehirlerinde düzgün hareketlerde bulunuyorlar; sizse bozgunculuk ediyorsunuz. Size bir sağrağı bile emanet etsem, korkuyorum, denge bağlanacak halkasını koparırsınız.
Allah'ım, ben onlardan bezdim; onlar da benden bezdiler. Benim gönlüm onlardan daraldı; onların gönülleri de benden daraldı. Onların yerine, onlardan hayırlısını ver bana; benim yerime de benden daha şerrini musallat et onlara.[2] Allah'ım, gönüllerini, suda tuzun eridiği gibi erit. Andolsun Allah'a ki Ganm oğlu Firâs oğullarından[3] bin atlı olsaydı sizin yerinizde, daha da sevgiliydi bana, daha da sevindirirdi beni."
(Sonra şâirin şu beytini okudular:)
"Orda çağırsaydın onları eğer, Gelirdi sana yaz bulutları gibi yer yer."[4]
34
(Şamlılarla savaştan çekinenlere hitapları:)
"Yuf olsun size; yazıklâr olsun size; sizi azarlamaktan usandım artık. Âhirete karşılık dünyâ yaşayışına mı razı oldunuz; yüceliğe karşılık alçalmayı mı hoş buldunuz? Sizi, düşmanınızla savaşa çağırdığım zaman korkudan gözleriniz dönüyor; sanki ölüm gelip çatmış da sizi belâlara uğratmış; gaflete dalıp gitmişsiniz de o gaflet sizi sarhoşluğa atmış. Bana bir söz bile söyleyemiyorsunuz; bir cevap bile veremiyorsunuz. Gönülleriniz perîşan; aklınız gitmiş başınızdan; hiçbir şeyi akıl edemiyorsunuz. Size güvencim yok bu böyle gittikçe, bu karartı devam ettikçe. Dayanağım desteğim değilsiniz ki dayanayım size; kolum kanadım olmuyorsunuz ki sığınayım size. Siz sanki sürüp haydayanları yitmiş develersiniz; bir yandan sürülüp bir yana getirilirler; öbür yandan da dağılıp giderler. Andolsun Allah'a ki siz, savaş ateşini ne de kötü yakıp tutuşturanlarsınız. Onlar size düzen kurmadalar; siz kurmuyorsunuz; onlar yörenizi kaplıyorlar; şehirlerinizi alıyorlar; siz tınmıyorsunuz. Onlar sizden gözlerini yummuyorlar; siz gaflet içindesiniz; onları unutuyorsunuz. Vallahi birbirlerine yardım etmeyenler alt olup giderler. Vallahi sanıyorum ki savaş kızıştı, ölüm yalımlandı mı, bedenden kopan, bir daha da yerine konmayan baş gibi Ebu-Tâlib oğlundan ayrılıp gideceksiniz. Andolsun Allah'a ki düşmanın kaldırışını bekleyen kişiye saldırır düşman, etini kemiğinden sıyırır, kemiğini kırar, ufalar; derisini yüzer gider. O kişinin aczi büyük mü, büyüktür elbet. Gönlündeki azim zayıf mı, zayıftır, yoktur ona bir medet. İstersen böyle ol sen; fakat b en, andolsun Allah'a, düşmanın saldırısından önce ona öyle saldırırım ki, Meşârif'de[5] yapılmış kılıçlarla öylesine vururum ki kellelerdeki küçücük kemikler havaya uçar; kollar, bilekler, ayaklar yerlere düşer; bundan sonra da Allah, dilediğini yapar, işler.
Ey insanlar, benim sizin üzerinizde hakkım var; sizin de benim üzerimde hakkınız var:
Bana vâcip olan hak, size öğüt vermektir; ganimetleri size bölüştürmektir; bilmediğinizi öğretmektir; sizi edebe sokmaktır; böylece nasıl hareket edeceğinizi bilirsiniz; öğrenirsiniz. Size vâcip olan hak da, biate vefâ etmenizdir; ben varken de, yokken de birbirinize öğüt vermenizdir; çağırdığım zaman gelmenizdir; buyurduğum zaman itâat etmenizdir."
27
(Muâviye orduları Anbar'ı yağma ettikten sonraki hutbeleri:)
(Allah'a hamd-ü senâ, Rasûlüne ve soyuna salâvattan)
"Sonra derim ki: Gerçekten savaş cennet kapılarından bir kapıdır; Allah onu, dostlarının seçkinlerine açmıştır. O'dur çekinme elbisesi, Allah'ın koruyucu çukalı, cevşeni; onun sağlam kalkanı. Kim ondan çekinir de onu bırakırsa Allah ona aşağılık elbisesi giydirir, onu belâlar kavrar, bürür, bayağı bir hâle girer. Hak yoldan sapar, zebûn olur; savaşı bıraktığından dolayı batıla kapılır; horlanır kalır. Horluklara düşer, insâf edilmez ona; adaletten, insâftan şaşar.
Duyun, bilin ki ben sizi bu toplumla, gece gündüz, gizli âşikâr savaşa çağırdım; onlar size saldırmadan siz savaşın onlarla dedim. Artık andolsun Allah'a ki kendi ülkelerinde kendileriyle savaşılan toplum, ancak aşağılık bir hale düşer. Sizse gevşek davrandınız, birbirinize yardım etmediniz, sonunda da her yandan saldırıp yağmaya koyuldular; yurdunuzda size üst oldular.
İşte şuracıkta Gaamid oğulları; orduları Anbar'a[6] gitmiş, Hassan b. Hassan'ıl-Bekrî'yi öldürmüş, askerinizi sınırlarından sürmüş, çıkarmış. Haber verdiler bana: Onlardan bir er, bir Müslüman kadının, başkası da Müslümanların amânında bulunan bir başka kadının evine girmiş; halhallarını, bileziklerini, gerdanlıklarını, küpelerini almış. Onlarsa ancak Allah'a sığınmışlar, kadere bağlanmışlar, düşmana yalvarmışlar, ağlayıp sızlanmışlar. Gelenler, sonra çekilip gitmişler. Onlardan hiçbirine bir zarar gelmemiş; onların hiçbirinin kanı dökülmemiş. Bundan sonra bir Müslüman, kederinden ölse kınanmaz; hattâ yerinde bir şeydir bence.
Şaşılacak şeylerin en şaşılacağı da, bu toplumun batılda birleşmesi, sizinse haktan ayrılmanız. Bu hâl, kalbi sıkar, öldürür, adamı kederlere karar, kahreder. Yüzleriniz kara olsun, gönülleriniz gamla dolsun düşman oklarına bu çeşit amaç oluşunuz yüzünden. Size saldırıyorlar, mallarınızı yağmalıyorlar; siz saldırmıyor, yağmalammıyorsunuz; sizinle savaşıyorlar; siz savaşmıyorsunuz; Allah'a isyân ediliyor da siz razı oluyorsunuz. Yaz günlerinde onların üstüne yürümenizi emrettiğim zaman, hele biraz dur, bırak bizi; şu sıcak günler geçsin dediniz. Kışın yürümenizi emrettiğim zaman, hele biraz dur, bırak bizi, şu soğuklar geçsin dediniz. Bütün bunlar, sıcaktan, soğuktan kaçış; sıcaktan, soğuktan kaçarsanız, andolsun Allah'a kılıçtan, daha fazla kaçarsınız siz.
Ey erkeğe benzeyenler, fakat erkek olmayanlar, çocuklar gibi gelgeç akıllılar, gerdekteki kadınlar gibi akılları fikirleri tam olmayanlar, ey daldan dala konanlar, keşke sizi görmeseydim ben, keşke sizi tanımasaydım ben. Bir tanıyış ki bu, sonu nedâmete dayandı; acıklanmayla sonuçlandı. Allah gebertsin sizi, kalbimi yaraladınız; gönlümü gamla, öfkeyle doldurdunuz; soluktan soluğa bana yudum yudum dert içirdiniz; bana isyân ederek reyimi bozdunuz, altüst ettiniz. Sonunda Kureyş, Ebû-Tâliboğlu yiğit bir er ama savaşta bilgisi yok dedi. Allah atalarını bağışlasın, onlardan bir tek kişi var mı ki savaşta benden daha tecrübeli olsun, benden daha fazla ayak direyip dursun? Yirmi yaşıma gelmemiştim ki savaşa giriştim; halâ da savaştayım işte; altmışı aştım, fakat itâatte bulunmayana ne reyim olabilir, ne emrim, ne tedbirim?"
119
(Halkı toplayıp savaşa sevk etmek için sözler söyledikleri vakit onlar, susup bir şey demeyince buyurdular ki:)
"Ne oluyor size, dilsiz mi oldunuz?"
(İçlerinden bir bölüğü, Yâ Emir'el-Müminin, sen gidersen biz de seninle gideriz dedi. Bunun üzerine buyurdular ki:)
"Ne oluyor size, nedir hâliniz? Ne doğru yola girebildiniz, ne dilediğinizi elde ettiniz. Bu kadarcık bir askerle savaşa gitmem mi gerek? Bu kadar askerle ancak yiğitlerinizden, kuvvetlilerinizden razı olduğum birisi çıkabilir. Benim orduyu, şehri, beytülmâli, yeryüzünün toplanacak haracını, Müslümanlar arasında hüküm vermeyi isteyenlerin haklarına bakıp gözetmeyi bırakıp azlık bir askerle öbür bölüğün ardına düşmem, içinde başka ok bulunmayan okluktaki ok gibi ses çıkarmam doğru olamaz. Çünkü ben, değirmenin miliyim, taş benim çevremde döner, bense durduğum yerde dururum. Yerimden ayrıldım mı, taş, boşuna ve yamru yamru döner, altındaki post ırgalanır, un etrafa saçılıp dökülür; buysa, andolsun Allah'ın bekasını kötü bir reydir. Andolsun Allah'a ki düşmanla karşılaşınca şehit olacağımı umsaydım, bunun bana mukadder olduğunu bilseydim bineğimi yaklaştırır, biner, sizden ayrılır, kuzey ve güney yelleri estikçe sizi aramaz, istemezdim.
Siz kınayanlarsınız, ayıplayanlarsınız; doğru yoldan, birlikten, dirlikten sapanlarsınız, tilki gibi düzenle münâfıklık yolunu tutanlarsınız; gönüllerinizin birliği az olduktan sonra sayıda çok olmanızın da bir faydası yok zâten."
182
(Nevf'ül-Bekâlî rivâyet eder, der ki: Emir'ül-Mü'mi-nin aleyhisselâm, Kufe'de Hubayrat'ül-Mahzûmî oğlu Ca'de'nin, hutbe okumaları için koyduğu taşın üstüne çıkarak bu hutbeyi inşâd buyurdular. Sırtlarında softan bir aba vardı; kılıçlarının bağı hurma lifindendi; ayaklarına gene liften örülmüş na'leyn giymişlerdi. Alınları fazla secdeden, devenin dizlerine ve göğsüne dönmüştü. Buyurdular ki:)
"Hamdolsun Allah'a ki, halkın dönüp gidişi O'nadır; işlerin sonları O'na varır ulaşır.[7] Pek büyük ihsanı, pek aydın burhanı, artıp duran lütfü yüzünden ona hamdederiz; öyle bir hamdle ki hakkını ödesin, şükrünü edâ etsin; sevâbınâ nâil olarak ona yaklaşalım; güzel bir surette de lütfunun artmasına vesile olsun. Lütfunu dileyerek umarak ondan dilekte bulunan, ümit eden kişi gibi biz de yardım diler, umarız; faydalar vermesini, kötülükleri gidermesini isteriz; ihsanını itiraf ederiz; işte ve sözde ona uyarız. İmânında şüphe olmayan, îmâm sâhibi olarak ona dönen, birliğini ihlâs ile bilen, söyleyen, onu överek ululayan, onun rızasını dileyip çalışan, ona sığınan kişiler olarak ona inanırız. Bir varlıktan meydana gelmemiştir ki o noksan sıfatlardan münezzeh olan mâbuda, o varlık, ortak olsun; ondan da bir varlık meydana çıkmamıştır ki onun mirâsını alsın da yokolsun. Vakti, zamanı o yaratmıştır; ona bir an bile tekaddüm edemez; ziyâdelik, noksan, kulun hallerindendir; bu haller ona ârız olamaz. Bize, tam yerinde olan tedbir alâmetleriyle, olması mutlaka gereken takdir belirtileriyle yaratışını göstermiş, bunları akıllara izhâr etmiştir. Yaratışının tanıklarındandır göklerin direksiz, dayaksız duruşu. Onları bu sûretle durmaya çağırmıştır, onlara emretmiştir; onlar da durmadan, duraksamadan emrine uymuşlardır, hem de dileyerek, isteyerek. Onlar, onun yaratıp geliştirmesine ikrar etmeselerdi, onun itâatine boyun eğmeselerdi, ne arşına yer ederdi onları, ne meleklerine mesken; ne halkının tertemiz sözlerinin ağdığı yer ederdi onları, ne temiz amellerin ağdığı yer.[8]
Gökteki yıldızları, yeryüzü ovalarında yol alırken şaşırıp kalanlara yol bulmaları için kılavuz kıldı. Gecenin kapkaranlık perdeleri, yıldızların aydınlığını örtmediği gibi Ay'ın, gönüllerde parıltısına da engel olamaz. Tenzîh ederiz noksan sıfatlardan o mâbûdu ki ne gecenin kızıllığa bürünmüş karanlığı ona gizlidir, ne yerlere çöken karanlığında kalanlar, ne birbirine ulanmış kapkara dağlar. Göğün ufkunda gürleyen gök gürültüsü de ondan gizli değildir, bulutlardan parlayıp çakan şimşekler de; yere düşen, yelden uçuşan yaprakları da bilir, gökten yağan yağmur katrelerini de. Her katrenin nereye düşeceğini, nerede karar kılacağını, karıncanın neyi, nereden çekip götüreceğini, sineğe yetecek gıdâyı, karına düşen çocuğun neyle rızıklanacağını bilir. Kürsî, yahut arş yokken de var olana, yeryüzü, cin, yahut insan bulunmadan da bulunana, vehimle anlaşılmayana anlayışla bilinmeyene hamd olsun.[9]
Ondan isteyen, onu oyalayamaz; lütfunu elde eden, lütfuna bir noksan veremez; gözle görülemez, hadden, mekândan münezzehtir, sınırlanamaz; eşitleri yoktur, benzerleri bulunamaz ki onlarla anlatılsın. Bir aletle yaratmaz, duygulara sığmaz ki duygularla idrâk edilsin, insanlarla kıyaslansın.
Bir mâbuddur ki Mûsâ'ya söylemiştir, ona ulu delillerini göstermiştir; fakat ne sözü dille dudakladır, ne uzuvla, o söz, ne bildiğimiz söyleyişledir, ne uzuvlarla ses verip anlatışla.[10]
Ey bunu anlatmayı iş edinen, ona uğraşan kişi, ey rabbini vasfetmeye kalkışan kişi, kutluluk mekânlarında mânevî başlarını önlerine eğmiş heybetinden kendilerinden geçmiş olan ve mânen ona yakın bulunan melekleri, Cebrâîl'i anlat; tek ve en güzel sıfatlara sâhip olan yaratıcı mâbûdun vasfında kendilerinden geçmiş olanları bildir gerçeksen, gerçekten bildirebileceksen.[11]
Sıfatlarla ancak şekil ve sûret sâhibi olanlar, âzâya sahip bulunanlar idrâk edilebilir. Oysa varlığı, sonunda yokluğa erişip biten, O, bunlardan münezzehtir; O'ndan başka mâbud yoktur. O'nun ışığıyla aydınlanır bütün karanlıklar; O'nun ışığıyla kararır bütün ışıklar.[12]
Allah kulları, sizi güzel libâslara bürüyen, size yaşayış sebeplerini lütfeden Allah'tan çekinmenizi tavsiye ederim. Bir kişi, ebedi yaşayışa ağmaya bir merdiven bulsaydı, yahut ölümü gidermeye bir yol elde etseydi, cinlerle insanların saltanatı, Peygamberlikle, Tanrı'ya yakınlıkla beraber kendisine ihsan edilen Davud oğlu Süleyman bunu bulur, bunu elde ederdi; esenlik ikisine de. Fakat o, dünyâda rızkını tamamlayınca, müddetini yitirince yokluk yayları, ölüm oklarıyla okladı onu; dünya onun varlığından hâlî kaldı; yurtlar bomboş oldu; onları başka toplumlar miras olarak aldı.[13]
Gelip geçmiş devirlerdekiler size ibrettir. Nerede Amâlika, nerde Amâlika'nın oğulları, nerede firavunlar, nerede firavunların oğulları; nerede Peygamberleri öldüren, nerede Peygamberlerin yollarının yordamlarının nurlarını söndüren Res şehirlerinin halkı? Nerede zorbaların yollarını yordamlarını diriltenler? Nerede ordularla yürüyenler, binlerce orduyu bozanlar, kıranlar; nerede askerler, nerede şehirler yapanlar?.[14]
(Bu hutbeden:)
"Onların sırlarını hikmet yönünden gizlemiştir; O'nun bütün yoluyla anlamayı, O'nu idrâk etmeyi O'nunla uğraş-mayı örtmüştür; oysa ki o, dileyen kişinin yitik malıdır; boyuna sorup öğrenmek istediği dileğidir, hâlidir. O, İslâm garip olunca gurbete düşer; boynu üstüne yere ıhlar; kuyruğunu yere vurur; bir daha da kalkmaz yerden. O, tanrı hüccetlerinin kalanlarındandır, Peygamberlerinin bıraktıklarındandır; onun zuhuruyla bilinir, âşikâr olur o sırlar.[15]
Ey insanlar, ben, Peygamberlerin ümmetlerine verdikleri öğütleri verdim size; onlardan sonraki vasîlerin bildirdiklerini bildirdim size; kamçımla terbiye etmek istedim sizi; doğru yola gelmediniz; zorlayıp yola sokmak istedim sizi, doğru yola girmediniz.
Allah için söyleyin, benden başka sizi doğru yola sokmak isteyen bir imam mı bekliyorsunuz; benden başka size gerçek yolu gösteren bir muktedâ mı bekliyorsunuz?
Bilin ki dünya, yüz gösterdi, fakat ardını döndü, ardında olanlar yüz çevirdi, hayırları yüz göstermişken ardını döndü. Hayırlı kişiler, dünyadan göçmeyi kurdular; dünyanın kalan az nimetini sattılar, yok olmayan âhiretin nimetlerini aldılar. Sıffin'de kanlarını döken, bugün artık hayatta bulunmayan kardeşlerimiz zarar etmediler; bugün onlar ne gussa yemedeler, ne bu bulanık suyu içmedeler. Andolsun Allah'a ki ecirlerini tam olarak aldılar; korkudan, sıkıntıdan sonra esenlik yurduna vardılar.
Nerede din yolunda yürüyüp giden, gerçek uğruna can verip göçen kardeşlerim benim? Nerede Ammâr, nerede Teyyihânoğlu, nerede Zü'ş-Şehâdeteyn? Nerede ölüm için birbirleriyle ahitleşenler, nerede şehâdetlerinden sonra zâlimlere başları gidenler?"[16]
(Sonra eliyle mübarek sakallarını tutup uzun bir müddet ağladılar; sonra da buyurdular ki:)
"Eyvah Kur'ân'ı okuyup hükmünü tutan, yerine getiren, farzı düşünüp icrâ eden, sünneti dirilten, bidati öldüren, savaşa çağrılınca koşup gelen, kendilerine emredene uyan kardeşlerim benim."
(Sonra yüce sesle buyurdular ki:)
"Savaş, savaş ey Allah kulları. Bilin ki ben bugün orduyu toplamadayım, tertibe sokmadayım; kim Allah yoluna gitmeyi dilerse çıkıp gelsin."
(Nevf der ki: İmâm Huseyn'in (a.s) kumandasına on bin, Kays b. Sa'd b. Abâde'ye on bin, Ebu-Eyyüb'il-Ansârî'ye on bin kişi, bunlardan başkalarına da muayyen kişiler verildi. Yeniden Sıffin'e gitmek, Şamlılarla savaşmak üzereydi ki Cumua geçmeden melun İbn-i Mülcem, Hazreti yaraladı. Asker dağıldı; çobanları yitmiş, her yandan kurtların saldırısına uğramış sürülere döndük.)[17]
70
(İbn-i Mülcem tarafından yaralanacakları gecenin sonunda buyurmuşlardır ki:)
"Oturmuştum, uyku bastırdı, gözlerim kapandı. Birden Rasûlullah sallallahu aleyhi ve âlihiyi gördüm. Dedim ki: Yâ Rasûlallah, ümmetinden ne dertlere uğradım, ne düşmanlıklar gördüm. Buyurdu ki: Bed-duâ et onlara, ben de Allah dedim, onlardan daha hayırlısını versin bana; benden daha kötüsünü musallat etsin onlara."
149
(Yaralandıktan sonraki sözleri:)
"Ey insanlar, herkes, ondan alabildiğine kaçtığına tutulur; yaşayış, ömrü ecele doğru sürüp koşturur. Ölümden kaçmak, ona varıp tutulmaktır. bu işin gizli kalan yönünden haber almak için günlerce koştum; fakat Allah onun gizli kalmasını murâd etti. Heyhât; o, gizlenmiş bir bilgi. Şimdi vasiyetim şu; Allah'a inanın, O'na hiçbir şeyi ortak etmeyin; Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun Muhammed'e inanın; sünnetini yitirmeyin. Şu iki direği dikin; şu iki ışığı yakın; bunlardan kaçıp dağılmazsanız sizi kınayış olamaz.
Herkese gücü yeterinceye dek yük yükletilmiştir; bilgisizlerin yükleri de hafifletilmiştir.[18] Müminlere rahmet eden bir Rab, doğru bir din, bilen bir İmâm var.
Ben dün sizinle eştim, dostum, bugün ibretim size, yarınsa ayrılacağım sizden. Allah beni de yargılasın sizi de. Ayağımı şu kaygan yerde dirersem sözüm budur ancak. Ama ayağım kayarsa derim ki, dalların gölgesindeydik; yellerin estiği yerlerdeydik; bulutların altındaydık; o bulutlar havada dağıldı gitti; o yellerden yer yüzünde kalan belirtiler silindi süpürüldü. Ben size komşuydum; bedenim, birkaç günceğiz komşuluk etti sizinle; pek yakında da benden size, cansız bir beden kalacak ancak. Hareketten sonra sâkin olup kalakalmış; sözler söyledikten sonra susup gitmiş. Benim şu cansız kalan bedenim, yumulmuş gözlerim, hareket edemez âzâm size öğüt verecek. bu hâl, ibret alanlara en iyi öğüt verendir; öğüdü, sözden daha tesirlidir; sözü, duyulan sözden daha geçkindir. Size, dostlarla buluşmaya giden kişi gibi vedâ etmedeydim. Yarın, sizinle geçirdiğim günleri göreceksiniz, sırlarım açılacak size; yerim boşaldıktan sonra ve yerime benden başkası geçtikten sonra tanıyacaksınız beni."[19]
23
(İbn-i Mülcem tarafından yaralandıktan sonraki vasiyetleri:)
"Size vasiyetim Allah'a hiç bir şeyi ortak etmemeniz; Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Rasulullah'ın sünnetini yitirmemenizdir. Bu iki direği dikin; bundan öte kınanmak yok size.
Ben dün sizin dostunuz, yoldaşınızdım; bugün ibretim size, yarınsa ayrılacağım sizden. Yaşarsam kanımın sâhibi benim, göçüp gidersem ölüm, zâten vaad edilmiş bana. Bağışlasanız, bu bağışlamak, benim için Allah'a bir yakınlıktır, sizin içinse bir sevap; bağışlayın; bilin şunu; "Sevmez misiniz Allah'ın sizi bağışlamasını?"[20]
Vallahi ölümün gelip çatması, bana kötü gelmediği gibi onun geldiğini görünce de tanımadığım, hoşlanmadığım bir şeyi tanımış, görmüş olmadım. Ben su arayan kişinin suya kavuştuğu, bir murâda ermek isteyenin murâdına ulaştığı hâldeyim şimdi. Allah'ın katındaki lütuf, iyi kişilere daha da hayırlıdır."[21]
47
(Şehâdetlerinden sonra, vefatlarından önce, İmâm Hasan ve İmâm Huseyn aleyhimesselâma vasiyyetleri:)
"İkinize de Allah'tan çekinmeyi, dünya sizi arasa, istese bile onu aramamayı, istememeyi vasiyet ederim. Ona ait bir şeyi elde edemediğiniz, elinizdekini yitirdiğiniz için de hayıflanmayın. Gerçeği söyleyin; âhiret ecri için iş görün; zâlime düşman olun, mazlûma yardımcı kesilin.
İkinize, bütün evladıma, ehlibeytime ve bu yazım kime ulaşırsa ona, Allah'tan çekinmeyi, işlerinizi düzene koy-mayı, aranızı uzlaştırmayı vasiyet ederim. Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Ceddinizden duydum, derdi ki: İki kişinin arasını bulmak, bütün (nâfile) namazlardan, oruçlardan üstündür.
Allah için, Allah için yetimleri koruyun, bâzı kere aç, bâzı kere tok bırakmayın onları; size tapşırılan haklarını yitirmeyin onların. Allah için komşularınızı görün, gözetin bu, Peygamberinizin vasiyetidir; komşular hakkında öylesine tavsiyede bulundu ki onlar da mîrâsa girecekler sandık. Allah için, Allah için Kur'ân'a riâyet edin; onunla amel etmekte başkaları sizi geçmesin. Allah için, Allah için namazı bırakmayın; çünkü o, dininizin direğidir. Allah için, Allah için Rabbinizin evini ziyâreti, haccetmeyi bırakmayın; siz hayatta bulundukça boşlamayın o evi; çünkü o ev, terkedilirse mühlet bile verilmez sizlere; azap gelir çatar. Allah için, Allah için mallarınızla, canlarınızla, dillerinizle Allah yolunda savaşın; birbirinizi dolaşmanızı görüp gözetmenizi, birbirinizin ihtiyâcını gidermenizi, birbirinizden yüz çevirmemenizi, birbirinizden ayrılmamanızı vasiyet ediyorum. İyiliği buyurmayı, kötülükten nehyetmeyi bırakmayın; sonra kötüleriniz başınıza geçer; sonra da duâ edersiniz, icâbet edilmez size.
Ey Abdülmuttalib oğulları, Emir'ül-Mü'minin katledildi deyip Müslümanların kanlarına girmenizi, öç almaya kalkmanızı istemem, sakının bundan. Benim için yalnız beni öldüreni öldürün. Bekleyin hele, onun şu vuruşundan ölürsem, onun bana bir tek vuruşuna karşı siz de ona bir kere vurun; şurasını, burasını keserek eziyete kalkışmayın; çünkü ben, Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Rasûlul-lah'tan duydum, derdi ki:
Sakının eziyetten, işkenceden, öldüreceğiniz kuduz köpek bile olsa."[22]
* * *
_________________________
Dipnotlar:
[1] - Muâviye'nin sırkâtibi, vahiy kâtibi olduğunu söyleyenler, düzme rivâyeti nakledegilmişlerdir. O, yalnız birkaç kere ganimetleri yazmıştır. Abdullah bin Abbas rivâyet eder, der ki:
Bir kere Hazreti Resûlullah'ın (s.a.a) yanındaydım; bir şey yazdırmak üzere Muâviye'yi çağırmamı emir buyurdular. Gidip söyledim. Yemek yiyorum, şimdi gelemem dedi. Hazret, ikinci defa çağırmamı emir buyurdu. Bu defa da gittim, aynı sözlerle gelemeyeceğini söyledi. Resul-i Ekrem'e (s.a.a) bunu anlattım. Müteessir olup Allah'ım buyurdular, sen karnını doyurma onun. Ondan sonra da, Rabbime de şart koştum ve dedim ki buyurdular, ben de insanım; insanlar gibi razı olurum, kızarım. Ümmetimden birini çağırdım mı hemen gelsin; bu, onun için arınmadır, yakınlıktır; kıyâmet günü bu hareketiyle Hakk'a yakınlaşır (Siyer-i Halebi'den, Beyhakiy'den ve diğer eserlerden naklen "Fetret'ül-İslâm, s.25-26). Doymayan obur kişilere, bu vakıadan sonra "karnında Muâviye gizli" denmeye başlanmıştı (aynı, s.26).
Muâviye, Emir'ül-Müminin'e lânetin, Resûlullâh'a ve Allah'a sebbetmek olduğuna dâir buyurulan hadisi bile bile bu kötü âdeti koymuş, bunda ısrar etmiş, Ömer bin Abdülaziz'e kadar da Emeviler, bu fazihayı devam ettirmişlerdir.
[2] - Hz. Emir'ül-Mü'minin (a.s) Kufelilere beddua ettiği gün Haccâc'ın doğduğu rivâyet edilmiştir.
[3] - Ganm oğlu Firâs oğulları, yiğitlikleriyle meşhur olan bir boydur.
[4] - Abbas'ın oğlu Ubeydullah, Yemen'de H. Emir'in (a.s) vâlisiydi Büsr, Muâviye'nin emriyle Mekke'ye gitmiş, onun emriyle, kadınlar ve çocuklar da dahil olmak üzere eşyâ'-î Murtazaviyyeden birçok kişiyi şehit etmiş, oradan Yemen'e geçmiş, Ubeydullah'ın, kendi yerinde bıraktığı kaynatası Abdullah'ı ve oğlunu şehit etmiş, Ubeydullah'ın biri altı, öbürü beş yaşında bulunan, Abdurrahman ve Kasüm adlı iki oğlunu, analarının gözü önünde, boğazlarını kesmek suretiyle şehit eylemişti. Anneleri, bu yüzden şuûruna halel getir-mişti; oğullarına mersiye okuyup gezer, hiçbir yerde karar kılamazdı (Fetret'ül-İslâm, s.165 ve devâmı; notlarıyla; Muhammed Abduh Şerhi s.63-66 ve notları).
[5] - Arabistan'da Meşârif denen köylerde çok iyi kılıç yapanlar bulunur, orada yapılan kılıçlara "Meşârif kılıcı"denirdi.
[6] - Anbar, Bağdat'ın on fersah batısında, Fırat nehri kıyısında bir şehirdi. Abbas oğullarının birinci halifesi Seffah zamanında hükümet merkezi olmuştu.
[7] - Nevf. b. Fedâlet'il-Bekâlî, Emir'ül-Müminin aleyhis-selâmın ashabındandır. Nevf, Nuf şeklinde, Bekâlî, Bikâlî tarzında da rivâyet edilmiştir; Bekkâlî tarzında zaptedenler de vardır. Cu'de, Emir'ül-Mü'minin (a.s) kız kardeşleri, Ebû-Tâlib kızı Ümmühânî'nin oğludur. Bekâl, yahut Bekâl Hemdan kabilesinin bir boyudur. Nevf der ki: Kûfe'de, Rahbe mescidinde Hazreti Emir'ül-Mü'minin'in huzurlarını girdim, selâm verdim; selâmımı aldılar. Yâ Emir'el-Müminin dedim, bana öğüt ver. Hazret, Yâ Nevf buyurdular, iyilik et de Allah da sana iyilik etsin. Yâ Emir'el-Müminin dedim, biraz daha söyle. Yâ Nevh buyurdular, acı da sana da acısınlar. Daha söyle Yâ Emir'el-Mü'minin dedim. Hayır söyle de buyurdular, hayırla ansınlar seni. Biraz daha söyle dedim; yâ Nevf buyurdular, gıybetten sakın, çünkü gıybet, cehennem köpeklerinin üremesidir. Sonra ey Nevf buyurdular, kim helâl nutfeden doğduğunu sanır da gıybetle insanların etlerini yerse yalan söyler. Kim helâl nutfeden olduğunu sanır da bana buğzederse, benden sonra evlâdımdan gelen imamlara buğzederse yalan söyler. Kim üstün ve ulular ulusu Allah'ı tanıdığını sanır da her gün, her gece Allah'a isyânda bulunursa yalan söyler; yâ Nevf vasiyetimi dinle, tut, ne bir toplumun kötülüğünü araştır, ne gaipten haber vermeye kalk, ne haberci ol, kovuculuk et; yakınlarından kesilme, onları gör gözet de Allah ömrünü uzatsın; ahlâkını güzelleştir de Allah sorunu hafifletsin. Ey Nevf, kıyâmet günü benimle olmaktan sevineceksen zâlimlere yardımcı olma. Yâ Nevf, kim bizi severse bizimle olur, insan bir taşı bile sevse Allah, onu o taşla haşreder. Yâ Nevf, insanlara karşı bezenme, Allah'a isyâna kalkışma; yoksa, Allah'a ulaştığın gün gazabına uğrarsın. Yâ Nevf, sana dediklerimi belle, dünya ve âhiret hayırlarını elde et (Tankih 3, s.276-277; Muhammed Abduh şerhi, 2. s.103, not. 1).
Cu'de Emir'ül-Mü'minin (a.s) tarafından, Sıffin harbinden önce Horasen'a vali tayin edilmişti. Fakih ve yiğit bir erdi. Mekke'nin fethedildiği gün, annesiyle Hazret-i Rasûl-i Ekrem'e (s.a.a) gelmişler, İslâm olmuşlardı. Babası Hubeyra b. Ebi-Veheb, Necran'a kaçmıştı. Mekke'nin fethi günü, Ümmülhânî, evindeyken Emir'ül-Mü'minin (a.s) ellerinde bir kılıç olduğu halde Hubeyra'nın ardına düşmüştü, Hubeyra, Ümmühânî'nin evine sığınmış, Ümmühânî, Hazreti Emir'in (a.s) önünü keserek elini tutmuş, Hubeyra, yanındaki bir adamla kaçmıştı. Ümmühânî, Hz. Resûl-i Ekrem'in (s.a.a) huzûruyla müşerref olunca Hazret, iltifat buyurmuşlar, o da olayı anlatmıştı. Bu sırada Hazret-i Emir (a.s) huzûra girmiş Cenab-ı Rasûl (s.a.a) gülerek, Ümmühânî'ye ne yaptın buyurmuştu. Emir (a.s), kendisine sor yâ Rasûlulallah, bana neler etti? Seni hak üzere gönderen Allah'a andolsun, elimi öylesine tuttu ki kurtaramadım; onlar da kaçtılar demişti. Hz. Rasûl (s.a.a) bütün insanlar, Ebû-Tâlib'in sulbünden gelselerdi, hepsi de yiğit olurlardı; Ümmühânî kime amân verdiyse bizim de amânımızdadır buyurmuştu (Tenkih, 1, s.211, Muhammed Abdul, 2, s.103, 1. not, Kazvini, 2, s.215-216).
"Halkın dönüp gidişi onadır; işlerin sonları ona varır ulaşır" sözlerinde 2. sûrenin (Bakara) 54. âyet-i kerîmesinin sonundaki "İyice bil ki yaratış da onun, emir de; âlemlerin rabbi Allah'ın şanı ne de yücedir" cümle-i celilesine ve "Varaca-ğımız yer tapındır senin" cümle-i celilesiyle geçen âyet-i kerimeye işaret vardır (2, Bakara, 285). Kur'ân-ı Mecid'de 3. sûrenin (Âl-i İmrân) 28. âyet-i kerîmesinde ve diğer sûrelerde bu meâlde âyetler vardır. Aynı zamanda 3. sûrenin (Âl-i İmrân) 109. âyet-i kerîmesi de bu meâldedir.
[8] - 35. sûre-i celilenin (Fâtır), "Kim yücelik, üstünlük dilerse bilsin ki bütün yücelik, üstünlük Allah'ındır. Güzel sözler, ona ağar, iyi işler de o sözleri yüceltir..." meâlin-deki 10. âyet-i kerimesine işarettir.
[9] - "Gaybin anahtarları, onun yanındadır; onları ancak o bilir. Karada ve denizde ne varsa bilir; bir yaprak bile düşse bilir onu ve yeryüzünün karanlıkları içinde bir tek tane dahi yoktur ki, yaş ve kuru hiçbir şey bulunmaz ki apaçık kitapta, Tanrı bilgisinde tespit edilmemiş olsun." (6, En'âm 59).
[10] - Mûsâ alâ Nebiyyinâ ve âlihi ve aleyhisselâm'ın Tanrı kelâmına mazhar olduğu 2. sûrenin 253., 4. sûrenin (Nisâ') 164. bilhassa 7. sûrenin (A'râf) 143. âyetlerinde beyân buyrulur.
[11] - "Ve görürsün ki melekler Rablerine hamd ederek onu tenzih edip arşın çevresinde dönmedeler ve arala-rında, gerçek bir adaletle hükmedilmiştir ve denilmiştir ki: Hamd âlemlerin Rabbi Allah'a..." (39, Zümer, 75).
[12] - "Işıklanmıştır yeryüzü rabbinin nûruyla ve yaptıklarının yazıldığı kitap ellerine verilmiştir ve Peygamberlerle tanıklar getirilmiş ve aralarında gerçek bir hükümle hükmedilmiştir ve onlara zulmedilmemiştir." (39, 69)
[13] - "Ey Âdem oğulları, ayıbınızı örtecek elbise ve bezeneceğiniz elbise indirdik size. Tanrıdan çekinme elbisesine gelince: O daha da hayırlıdır ve bunlar; insanların anıp öğüt almaları için indirilen Allah âyetle-rindendir." (7, A'raf, 26).
Süleyman alâ Nebiyyinâ ve âlihi ve aleyhisselâm, rabbinden, kendisinden başka kimsenin nâil olmayacağı bir saltanat istemişti; Allah, yeli, cinleri ona müsehhar etmişti (38, 35-40). Süleyman'ın (a.s) kıssaları. 2. sûrenin 102, 21 sûrenin 78-79. âyetleriyle, 79-81 âyetlerinde, 27. sûrenin 16-44. ve gene 38. sûrenin 30-34. âyet-i kerimelerinde geçer.
[14] - Amâlika Yemen'de hüküm sürenlerdir. Firavunlar, bilindiği gibi Mısr-ı kadîm hükümdarlarıdır. Ress ashabı 25. sûrenin (Furkan) 38. âyet-i kerimesiyle 50. sûrenin 12. âyet-i kerimesinde geçer. Bunlar bazılarına göre Şuayb alâ Nebiyyinâ ve âlihi ve aleyhisselâm'ın gönderildiği kavimdir. Bazılarına göreyse Ress bir kuyunun adıdır. O kuyunun bulunduğu yerde oturan kavim kendilerine gönderilen Peygamberleri bu kuyuya atmıştır. Ress Yemen'de bir şehirdir. Oraya Hanzala adında bir Peygamber gönderilmiş, kavmi onu öldürmüştür diyenler de vardır. Ress'in Antakya'da bir kuyu olduğunu İsâ alâ Nebiyyinâ ve âlihî ve aleyhisselâm'a Habib-i Neccâr'ın orada öldürüldüğü de rivâyetler arasındadır.
[15] - "İslâm garip olarak başladı, garip olarak avdet eder, ne mutlu gariplere" mealindeki hâdise işarettir ki son zamanlarda İslâm'ın zayıflayacağını, bu sırada Mehdi'nin, accel'allah-u fereceh, zuhûrunu müjdelemektedirler. (Sefi-net'ül-Bihâr, 1, s.644. Mehdî hakkında "Fedail'ül-Hamse"ye bakınız, 3, s. 322-338).
[16] - Ammâr b. Yâsir'ül-Yakzân, Şia-i İmâmiyye indinde Erkân'ı Erbaa'dan biridir; diğer üçü Selman, Ebû-Zerr ve Makdâd'dır. babaları Yâsir, anneleri Sümeyye'dir. Sümeyye, Ebû-Huzeyfet ibni'l-Mugiygıyrat'il-Mahzûmî'nin cariyesiydi. Onu Yâsir'le evlendirmiş, Ammâr doğunca da azad etmişti. Ammâr, İslâm'ını izhâr eden yedinci kişidir. Babasıyla anası da ilk Müslüman olanlardandır. Sumeyye ve Yâsir'e müşrikler eziyet ederlerken Hazreti Rasûl (s.a.a) görmüş ve sabredin ey Yâsir soyu, size vaad edilen yer, cennettir buyurmuştu. Sumeyye de eziyet edilirken oradan geçen Ebû-Cehl, bir mızrakla şehit etmişti İslâm'ın ilk şehididir; sonra babası da müşrikler tarafından şehit edilmiş, Ammâr, müşriklerin söylemesini teklif ettikleri sözleri söyleyip kurtulmuştu. Rasûl-i Ekrem'e (s.a.a), Ammâr irtidâd etti diye haber verdikleri zaman, Ammâr, imanla yoğrulmuştur; başından ayağına dek iman doludur; îman, onun etiyle, kanıyla karışmış, kaynaşmıştır buyurmuşlar, Ammâr, ağlaya ağlaya huzûra gelince de kendilerine vahyedilen "Allah'ın âyetlerine inanmayanlar, yalan söylerler, iftirâda bulunurlar, onlardır yalancıların ta kendileri. Canla, gönülle inanmışken ve yüreği inançla yatışmışken zorla, cebirle istemediği hâlde dininden döndüğünü söyleyenden başka inandıktan sonra Allah'ı inkar eden, kâfirlikle yüreği genişleyen, hoşlanan kişiye gelince. Bu çeşit kişileredir Allah-ın gazabı ve onlara pek büyük bir azap var" âyet-i kerimelerini okumuşlar (16, 105-106), zorla söylenen sözden dolayı dinden çıkılmayacağını tebşir buyurarak Ammârı memnun etmişlerdi. Ammâr, Medine'ye, hicretten sonra Bedr, Ulud savaşlarıyla bütün savaşlarda bulunmuş. Biat'ür-Rıdvan'da hazır olmuş, hakkında "Ammâr'a düşman olana Allah da düşman olur, Ammâr'a buğzedene Allah da buğzeder", Ammâr'a iki iş arzedilse O, onların en doğrusunu, insanı en doğru yola, gerçeğe götüreni seçer", "Cennet üç kişiyi özler; onların ilki sensin Yâ Ali, öbürleriyse Selman ve Ammâr'dır" gibi hadisler vârid olmuştur. Medine'de mescit yapılırken sahâbe de yapım işinde çalışırlarken Ammâr'a fazlaca yük yüklemişler, Ammâr, latife yollu Hz. Rasûl'e (s.a.a) ashabın beni öldürecek Yâ Rasûlallah demiş, bunun üzerine Rasûl-i Ekrem (s.a.a) mübârek elleriyle Ammâr'ın yüzündeki teri silerek "Yazık sana ey Sumeyye'nin oğlu, seni benim sahâbem öldürmez; seni doğru yoldan çıkan, isyân eden bir toplum öldürecek, dünyâdan son içimin de suyla karışık süt olacak" buyurmuşlardı. Bir kere de huzûra gelince, Rasûlullah (s.a.a) "Merhaba tertemiz oğlu tertemiz kişiye" sözleriyle Ammâr'a iltifatta bulunmuşlardı. Ammâr, Cemel ve Sıffin savaşlarında Emir'ül Müminin'in (a.s) maiyyetlerinde bulunmuş, hicretin otuz yedinci yılı Safer'inde yahut Rabiulevvel veya âhırında şehit olmuş, vefâtından önce su istemiş, kendisine suyla karışık süt sunulmuştu. Şamlılar Ammâr'ın şehadetini "Feth'ül-Fütûh" diye anmışlardı. Muâviye, Ammâr'ı, Osman'ın kölesi için bile öldürmekten çekinmem derdi. Mübârek başı kesilip Muâviye'ye götürülünce Amr İbn'il-Âs bile dayanamamış, başını getiren iki kişiye, ikiniz de cehennemliksiniz demek zorunda kalmış, Muâviye'nin itâbına mazhar olmuştur. Üsd'ül-Gaabe, Ammâr'ın kaatili olan Ebü'l-Gaadiye'nin, "Ammâr'ın kaatili cehennemliktir" hadisinin râvilerinden olduğunu kaydeder. Emir'ül-Mü'minin, Ammâr'ın namazını bizzat kılmışlar, şehâdetinden dilhûn olmayanın imandan behresi yoktur buyurmuşlar, gusül vermeden elbisesiyle defnetmişlerdir (Tenkih, 2, s. 320-322; Buhârî, Sahih-u Müslim, İbn-i Mâce, Tirmizi, Üsd'ül-Gaabe, Tabarî, Mürûc'üz-Zeheb, İbn-i Esir El-İsâbe, Belâzürî, Câmi'us-Sagir'in 2. cildinde 55. s, Künûz'ül-Hakaik'ın 2. cildinin 117. sahifesi ve Fetret'ül-İslâm, s.125-132)
Mâlik b. Teyyiham Ebû'l-Heysem'il-Ansâriyy'il-Evsi, Rasûlullah'a (s.a.a) ilk mülâyık olan, birinci Akabe biatinde bulunan altı kişiden biridir; ikinci Akabe biatinde de bulunmuştur. Bedir, Uhud savaşlarıyla diğer savaşlara da katılmışlardır. Hazreti Rasûlullah'ın vefâtlarından sonra Emir'ül-Mü'minin'e (a.s) rücu eden on iki kişiden biridir. Sıffin'de Ammâr'ın şehâdetine kadar tereddüt içindeyken onun şehâdetinden sonra kılıcını çekip, bâgıy topluluk olduğunuz artık sâbit oldu diyerek Muâviye tarafına hücûm etmiş, şehit oluncaya dek savaşmıştır (Tenkih, 2, s.48, Fetret'ül-İslâm, Ammâr'ın hâl tercemesi).
Huzeyme b. Sâbit, Ansârdandır. Hazreti Rasul-i Ekrem (s.a.a) onun tanıklığını iki tanık olarak kabûl buyurduklarından "Zü'ş-Şehâdeteyn" lakabıyla anılmıştır. Hazreti Rasûl'den (s.a.a) sonra Emir'ül-Müminin'e rücû edenlerdendir. Bedir'de ve diğer savaşlarda bulunmuşlar, Rahbe'de Gadiru Humm hadisine şahâdet etmişlerdir. Ammâr'ın şehâdetinden sonra kılıcını çekip Ammâr'ı fie-i bâgıyyenin şehit edeceğini Rasûlullah'tan duydum diyerek savaşa girmişler ve şehit olmuşlardı (Tenkih, 1, s.397-398).
[17] - Kays b. Sa'd b. Abâdet'il-Ansârî, Hazrec boyundandır. Üçüncü Akabe biatinde bulunan on iki kişiden biridir. Bedir ashabındandır ve Ebubekir'e ilk zamanlarında biat etmeyenlerdendir. Hattâ biatten sonra da aralarında bir ağız dalaşı olmuş, ona, ben sana elimle biat ettim, kalbimle değil; Gadir-u Humm'deki biatten sonra Ali'ye karşı bir delilin olamaz demişti. Hz. Emir'in (a.s) bütün savaşlarında bulunmuş, Medine'de hicretin altmışıncı yılında vefât etmiştir. Hz. Emir, Kays'ı Mısır'a vâli tayin buyurmuşlardı. Muâviye, kendisine kaydı hayat şartıyla Irak Vâliliğini vermeyi vaad ederek kendi tarafına almaya çalışmış, muvaffak olamayınca Kays bizimledir diye şâyialar uydurmuştu. Aralarında birbirlerini kötüleyen mektuplar da, taâti edilmişti. Hz. Emir (a.s), Kays'i yanında bulundurmak için Mısır'da azletmişti. Pek güzel olmakla beraber köseydi; hattâ bu yüzden ansâr, mümkün olsaydı derlerdi, bütün malımızı verir, Kays'e bir sakal satın alırdık (Tenkıyh, 2, s.31-33; Muâviye'nin Kays'e mektubu ve onun Muâviye'ye pek şiddetli cevabı için Câhız'ın "El-Beyânu ve't-Tebyin"inden naklen "Fetretü'ül-İslâm"da hâl tercemesine bakınız; s.70-73)
Halid b. Zeyd Ebû-Eyyüb'ül-Ansâri, Hazrec boyundandır. Akabe biatinde, Bedir'de ve diğer gazalarda bulunanlardan-dır. Emir'ül-Mü'minin'e rücû edenlerden olup Ebubekir'e ilk Cuma günü minberdeyken karşı duran muhâcirlerden altı, Ansârdan altı kişinin altıncısıdır. Sâdık-ı Âli Muhammed aleyhi ve aleyhimüsselâmdan, Ebû-Eyyûb'a, sen kılıcınla müşriklere karşı durdun, savaştın; şimdiyse Müslümanlarla savaşıyorsun denince, bana Rasûlullah (s.a.a), Nâkisin, Kaasıtin ve Mârıkinle savaşmamı emretti. Nâkisin ve Kaasitin'le savaştım; şimdi Mârıkıyn'le savaşacağım dediğini rivâyet etmiştir. Muâviye'nin zamanında İstanbul'a gelen orduya katılması, İslâm'ı takviye maksadıyladır; bazı kimselerin onu, bu hareketinden dolayı kınamaları tamamıyla yersizdir. Üsküdar yakasında, hicri elli, yahut elli birde vefat etmiş, vasiyeti mûcibinde İstanbul yakasında sur haricine defnedil-miştir. Merkadi İstanbul fethine kadar malûmdur; bu bakımdan Ak Şemseddin'e atfedilen kerametin aslı yoktur. Vefatlarını elli ikinci yılda kaydedenler de vardır (Tenkıyh, 1, s.390-391).
[18] - "Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başka bir şey teklif etmez. Herkesin kazandığı sevap kendisine aittir; elde ettiği suç gene kendisine ait, Rabbimiz, bizi muâheze etme unuttuysak, yahut yanıldıysak. Rabbimiz, bize ağır yük yükleme bizden öncekilere yüklediğin gibi. Rabbimiz, yükleme gücümüzün yetmeyeceği şeyi. Bağışla bizi, yarlığa bizi, acı bize; sensin yardımcımız; artık yardım et bize inanmayanlara karşı." (2, Bakara, 286) İlk kısımda, mugayyabât-ı hams'e yânı, beş bilinmeyen şeye, kıyâmetin zamanına, yağmurun yağacağına, rahme düşenin erkek, yahut kız olacağına, yarınki maddi, manevî kazanca ve insanın nerede öleceğine bunları ancak Allah'ın bildiğine işaret vardır (31, 34). Ancak, Peygamber ve İmâmın ne vakit, nerede ve nasıl vefât edeceğini bildiğine dâir, "Kâfi" deki haberlere nazaran "gizlenmiş bilgi"den muratları, kendilerinden değil, halktan gizlenmiş olmasını beyan olsa gerekir (Kazvinî, 2, s. 38, 1. not). Nitekim kendileri de vefatların-dan önce şehâdetlerini haber vermişler, şehit olacakları günden evvelki gece ve o sabahı, bunu açıklamışlardı.
[19] - Emir'ül-Mü'minin'i (a.s), sevenlerin onunla haşredi-leceği hakkında müteaddit hadisler vardır ki "Ali'nin Şiası olanlardır kurtulanlar, muratlarına erenlerin ta kendileri" meâlindeki hadis, bu cümledendir (Künûz'ül-Hakaaık, 2, s.94).
[20] - "Üstün ve geçimi geniş olanlarınız, akrabaya, yoksullara ve Allah yolunda yurtlarından göçenlere vermekten çekinmesinler ve iyilik etmeyi terketmesinler ve bağışlasınlar; Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez, istemez misiniz? Ve Allah suçları örtücüdür, rahîmdir." (24, Nûr, 22).
[21] - "Fakat Rablerinden çekinenleredir kıyılarından ırmaklar akan cennetler, orda ebedi kalış, Allah katında ziyafetler ve Allah katında, iyi kişilere daha da hayırlı şeyler var." (3, Âl-i İmrân, 198).
[22] - Son iki vasiyet, "Nehc'ül-Belâga"da, 3. kısımdadır; ancak târihî seyri takip için biz, birinci kitaba aldık.
_________________
Şehadet hayatın özüdür; nitekim şehadetin tümü hayattır, şehadette ölüm diye bir şey yoktur.