Ana Sayfa İç Gündem Ülke Gündemi Dünya Gündemi Kütüphane Etkinlik Kültür -Sanat- Bilim Haber - Analiz Caferider
Dönemin İsrail’i ve Hayber’in Fethi
Fitne yuvası Hayber ve Hz. Ali (as)
Paylaşım :
Mail Yazdır Yorum Yaz 0 Yorum
14-06-2012 12:22 - 4671 Okunma

 

Medine topraklarında İslam yıldızının ışıldadığı gün, Yahudi milleti, İslam Peygamberi’ne Kureyş’ten daha fazla düşmanlık ve adavet gösterdiler. Bütün gurup ve kuvvetleriyle İslam’ı yok edebilmek için gizli komplolar düzenlemenin peşine düştüler. Medine ve etrafında sükûnet etmekte olan Yahudiler, kendi amel ve hareketlerinin müstakim bir neticesi olan muş’um bir akıbete duçar oldular. Onlardan bazıları idama, Ben–i Kinka ve Ben–i Nazir gibi bazı Kabilelerde, Medine’den sürgüne mahkûm oldular. Bunlar Hayber, Vadiy–ul Kura ve Azriat–i Şam gibi muhtelif bölgelerde sükûnet etmeye başladılar.

O zamanlar, 192 km’lik bir fasılayla Medine’nin kuzeyinde karar kılan geniş ve verimli bir ovaya “Hayber Vadisi” denilmekteydi. Peygamber’in bîsetinden çok önceleri Yahudiler, kendi sükûnet ve hifazetleri için o bölgede yedi muhkem kale inşa etmişlerdi. Mezkûr mıntıkanın ziraat açısından verimli topraklara ve bol suya sahip olduğu hesabiyle, yerli halk, tarım sektörü, mal birikimi, silah tedariki ve savunma tarzında büyük bir maharet elde etmişlerdi. Cemiyetleri takriben yirmi bini aşıyordu. Aralarında oldukça savaşçı ve kahraman kimseler göze çarpıyordu.(1)

Hayber Yahudilerinin en büyük suçu, İslam devletini ortadan kaldırabilmek için tüm Arap Kabilelerini habire teşvik edip durmalarıydı. Arap şirk ordusu, Yahudilerin mali yardımıyla, günün birinde, Arabistan’ın muhtelif bölgelerinden harekete geçerek kendilerini Medine’nin etrafına ulaştırdılar. Sonunda da şerhini okuduğunuz “Ahzab” savaşı meydana geldi. Saldırgan ordu, Peygamberin özel tedbirleri ve Ashabın eşsiz fedakârlığı neticesinde Medine dolaylarında ancak bir ay istikamet gösterebilmiş, sonunda da çil yavruları gibi dağılmış ve kendi vatanlarına, Hayber Yahudileri de Haber’e geri dönmüşlerdi. Böylece İslam’ın merkezi geçicide olsa bir sükûnet elde etmişti.

Hayber Yahudilerinin namertliği, İslam Peygamberi’ne bu tehlikeli ocağın ortadan kaldırılması gerektiğini düşündürüyordu. Onların tüm silahlardan arındırtması gerekiyordu. Zira bu inatçı ve maceracı milletin, büyük masraflara girişerek Arap putperestlerini yeniden Müslümanların aleyhinde harekete geçirmelerinden endişe ediliyordu. O zaman Ahzab sahnesi yeniden tekerrür edecekti. Ayrıca Yahudilerin kendi dinlerine gösterdikleri taassup, Kureyş halkının putperestliğe gösterdikleri alakadan daha büyüktü.

Sırf bu kuru taassuplarından dolayıdır ki, binlerce müşrik İslam’ı Kabul ettikleri halde, Yahudilerden bir tanesi bile kendi dininden el çekmeye yanaşmıyordu! Peygamber’e Hayberlilerin kudretinin ortadan kaldırılmasını onların silahlarından arındırılmasını, hareketlerinin İslam subaylarının kontrolü altına alınması gerektiğini düşündüren başka bir reislerine mektup yazarak onları kesin bir dille İslam’a davet etmiş olmasıydı. Hâlbuki bu Yahudi milleti, Kisra ve Kayser’in el aleti olabilir ve bu iki imparatorun yardımıyla intikam almak için harekete geçebilirlerdi.

Böylelikle daha nütfe halinde olan İslam hareketini boğabilirlerdi. Ya da bu imparatorları, İslam’ın aleyhine kışkırtırlardı. Nitekim müşrikleri de “Genç İslam” aleyhine teçhiz kılarak harekete geçirmişlerdi. Ayrıca o zamanlar Yahudi milleti, İran ve Rum savaşlarında iki imparatordan biriyle işbirliği içindeydi. Binaenaleyh İslam Peygamberi, bu korkunç ateşin biran önce söndürülmesi gerektiğine karar verdi. Bu iş için en güzel zaman da bu zaman idi. Zira Peygamberin fikri, Hudeybiye antlaşmasını imzalamış olduğu için güney nahiyesinde artık rahat idi. O biliyordu ki, eğer Yahudi teşkilat terkibine herhangi bir el uzatılacak olursa, Kureyş hiçbir zaman bu Yahudilere yardım elini uzatamayacaktı.

 Diğer yandan, ahzap savaşında Hayber Yahudileri ile işbirliği içinde olan Gatafan gibi bazı kuzey Kabilelerinin yardım eli uzatması içinde, bir takım önlemlere başvurdu ki, bunlar sonradan zikredilecektir. Bu nedenler sebebiyle, İslam Peygamberi, Müslümanlara Arap topraklarındaki bu son Yahudi merkezini de ele geçirebilmek üzere hazırlamalarını emretti. Ve şöyle buyurdu:“Bu savaşa iştirak etmenin iftiharı sadece Hudeybiye antlaşmasında hazırda bulunanlar için söz konusudur. Başkaları ise sadece gönüllü olarak katılabilirler. Ama bunlar için ganimetten bir pay yoktur.“ Peygamber, Gile–i Leysi’yi Medine’de kendi yerine bırakarak beyaz bir bayrağı Hz. Ali’nin eline verdi ve hareket fermanını sadır etti. Hedefe daha çabuk varabilmek maksadıyla develeri süratle sürebilmek için, kervancı başına, “Hida” (eskiden develeri coşturabilmek için söylenen bir nevi marş) okumasını tecviz eti. O da tercümesini aşağıda, metnini ise dip notta okuyacağınız şiarları terennüm etti.

“Allah’a yemin olsun, eğer ilahi lütuf olmasaydı, bizler şimdi delalette olacaktık. Ne sadaka verecek ve ne de namaz kılacaktık. Biz öyle bir milletiz ki, eğer herhangi bir kavim bize zulmedecek olursa veya fitne çıkarmaya kalkışırsa, hiçbir zaman onların boyunduruğu altına girmeyiz. Allah’ım bizleri payidar kıl. Bizleri bu yolda ayağımızı sabitleştir.“Bu marşın mazmunu mezkûr savaştaki, asıl hedefleri beyan ediyor. Yani şöyle demek istiyor:“Yahudi milleti bize zulmetmiş ve evlerimizin eşiğinde fitne ateşini yakmıştır. O halde bizlerde bu fitne ocağını söndürebilmek için bu seferin zorluğuna katlanarak sabredeceğiz. Marşın mazmunu Peygamberi o kadar mesrur ve razı kıldı ki, hazret onun hakkında dua etti. Tesadüfen Amr’da bu savaşta şahadet şerbetini içti.

Peygamber İslam ordusuna hareket emrini verdiği zaman askeri gizlilik şifresine özel bir itina gösteriyordu. O, hiç kimsenin kendi maksadından haberdar olmasını istemiyordu. Zira bu vesile ile düşmanı gafil avlamayı ve hiçbir harekete izin vermeden muhasara altına almayı tasarlıyordu. Aynı zamanda düşmanın müttefikleri de Peygamberin kendilerine doğru geldiğini tasavvur edecekti. O zaman da ihtiyaten kendi evlerinde kalmayı tercih edecekler ve birbirlerine yardıma koşmayı düşünmeyeceklerdi.

Bazıları da tasavvur ediyorlardı ki, Peygamberin kuzeye doğru yola koyuluşunda ki hedef, Gatafan ve Fezare ki, Ahzab savaşında Yahudiler ile işbirliği yapmışlardı, Kabilelerine gereken dersi vermek idi. Peygamber Raci çölüne ulaştığında ordunun hareket yönünü Haybere doğru değiştirdi. Bu vesile ile iki müttefikin irtibatı kesilmiş oldu. Böylece Yahudilere yardım edeceği muhtemel Kabilelerin önüne geçildi. Nitekim Hayber muhasarası bir ay gibi uzun bir müddet çekmesine rağmen, bu müttefiklerden hiç kimse yardım etmeğe muvaffak olamadılar.(2) İslam Peygamberi 1600 kişilik bir güç ile ki, iki yüz kişisi süvari idi, Hayber’e doğru ilerledi. (3)

Kendi Hayber topraklarına yaklaştığında da kendi pak niyetinin göstergesi olan şu duayı okudu:“Allah’ım, sen göklerin ve onun altında karar kılanların Rabbisin. Allah’ım, sen yeryüzünün ve onun üzerine ağırlık verenlerin ilahısın. Ben senden bu verimli bölgenin, ehlinin ve içinde olan her şeyin hayrını isterim. Onların ve içinde olan her şeyin şerrinden sana sığınırım. (4)

 Her ferdi yakıcı bir aşk ve savaşa hazırlamış bir kıyam ocağı olan bu bin altı yüz kişilik kahramanlar topluluğu karşısında huşu ve tevazu içerisinde yapılan bu dua, mezkûr topraklara ülkeler fethetmek, yayılımcılık ve intikam almak için gelinmediğini ifade etmektedir. O, sadece her lahza putperest müşriklere karargâh olması muhtemel bu tehlikeli ocağı söndürebilmek için gelmişti. Ta ki, İslam hareketi gelecekte bu nahiyeden tehdit altında kalmasın. Nitekim siz aziz okuyucular, ileride okuyacağınız gibi Peygamber kaleleri fethederek onları ilahlardan arındırdıktan sonra, Yahudilerin arazi ve topraklarına dokunmamış sadece mal ve can güvenlikleri karşısında bir tek cizye almakla iktifa etmişti.

1- Sire–i Halebi C.3 S. 36 - Tarih-i Yakubi C.2 S. 46

2- Sire–i İbn–i Hişam  C.2 S. 330

3- Emali-i Tusi S.164  “ İbn–i Hişam“ın Siresinde C.2 S. 328  ( İslam ordusunun hareket tarihinin Muharrem ayında, İbn–i Sad ise Tabakat‘ında C.2 S. 77 Cemadiyel evvel olduğunu söylüyor. Ama mezkûr davet elçilerinin Muharrem ayında memuriyete atandıkları göz önünde bulundurulacak olursa ikinci nazariye daha doğru göze çarpmaktadır. Zira Habeşe muhacirleri Peygamberin huzuruna vardılar. Bu elçinin Habeşe‘ye gidip, muhacirlerle beraber yeniden geri dönmesi için bir müddet zamana ihtiyaç vardır. Elçiler Muharrem ayında işe başladıklarından bu savaşın daha sonraları meydana gelmiş olması gerekmektedir.)

4- Kamil C.2 S.147

HASSAS NOKTALAR VE YOLLAR GECE FETHEDİLİYOR

Hayber’in yedi kapılı kalelerinin her birinin ayrı ayrı isimleri vardır. İsimleri şöyleydi:“Naim, Kamüs, Ketibe,Nestat, Şakk, Vetin ve Sülaliam.” Bu kaleler bazende, maruf kale reislerinden birine nisbet veriliyordu. Mesela diyorlar ki, “Merheb’in kalesi” v.b. Ayrıca hifazet ve kale dışı hadiselerin kontrolü içinde her kalenin kenarında bir de gözetleme kuleleri inşa edilmişti. Böylelikle kule nöbetçileri dışında vuku bulan hadiseleri anında içeriye bildiriyorlardı. Kalenin ve gözetleme kulelerinin bina yapısı kale sakinlerinin kale dışındakilerin kâmilen musallat olabileceği bir tarzda inşa edilmişti.

Mancınık ve benzeri şeylerle düşmanı kolayca taş yağmuruna tutabilirlerdi. (1) Bu yirmi binlik cemiyet arasından tahminen iki bin kadar kahraman ve savaşçı mevcut idi ki, bunlar su ve yiyecek zahiresi açısından hiçbir endişede taşımıyorlardı. Bu kaleler o kadar sert idi ki, gedik açabilmek mümkün değildi. Aynı zamanda kaleye yaklaşmak isteyenlerde, atılan taşlar sonunda ya şiddetle yaralanıyor veya öldürülüyordu. Bu kaleler, Yahudi savaşçıları açısından oldukça muhkem siperler olarak değerlendiriliyordu.

Böylesi güçlü ve kuvvetli bir düşman karşısında yer alan Müslümanların Hayber’in muhkem kalelerini fethedebilmek için en gelişmiş hüner ve savaş tehlikelerinden istifade etmesi gerekiyordu. Geceleyin ilk iş olarak, bölgedeki tüm yol ve hassas noktalar İslam askerlerince denetim altına alındı. Bu iş o kadar hızılı ve çabuk yerine getirildi ki, kuledeki askerlerin ruhu bile duymadı. Sabah erkenden tarım aletleriyle beraber kaleden dışarı çıkan Hayber çiftçileri, kahraman ve mücahit İslam askerleriyle karşılaştılar ki, iman kuvvetleri güçlü bilekleri müessir silahlarıyla tüm hassas ve hayati yolları onların yüzüne kapamışlardı. Öyle ki, eğer ilerlemeğe kalkışacak olurlarsa hemen yakalanırlardı. Bu manzara onları o kadar korkuttu ki, “ Muhammed askerleriyle buradadır.” Hemen kale kapılarını muhkem bir şekilde kapayarak ileri gelenlerce “ Harp konseyi” teşkil edildi.

İslam Peygamberi firari çiftçilerin bıraktığı kazma ve kürek gibi tahrip aletlerini görünce, bunu hayra yordu ve İslam askerlerinin ruhi takviyesi için şöyle buyurdu:“Viran ol ey Hayber! Fakat azabımız,  yurtlarına gelip çökünce korkutulanlar, ne de kötü bir sabaha kavuşacaklar.“ Harp konseyi sonunda şu kararı aldı: “ Kadın ve çocuklar kalelerin birinde, yiyecek zahiresine ise başka birinde yer verilsin. Savaşçılar tüm kalelerin üzerinde taş ve ok ile savunmaya geçecek Kahramanlar ise has mevkilerinde kaleden dışarı çıkarak İslam kahramanlarıyla savaşacaktı. Yahudi kahramanları savaş sonlarına kadar da bu plandan el çekmediler. Binaenaleyh güçlü İslam askerleri karşısında bir ay boyunca direniş gösterdiler. Öyle ki, bazen sadece kalelerden biri için bile on gün boyunca telaş gösterildiği halde yine de herhangi bir netice alınamıyordu.

1- Sire–i Halebi C.3 S. 38

YAHUDİ SİPERLERİ DÖKÜLMEYE BAŞLIYOR

Askeri yönden hiçbir ehemmiyete sahip olmadığı halde Yahudi askerlerinin kâmilen musallat oldukları bir noktada İslam ordusunun merkezine yönelen düşman oklarını ve kaleden atılan taşları önleyebilecek hiçbir siper ve engel mevcut değildi. Bu cihetten ötürü, tecrübeli bir İslam kahramanı Habab b. Münzir Peygamberin huzuruna çıkarak şöyle dedi:“Eğer siz bu bölgeyi ilahi ferman sebebiyle tercih ettiyseniz, benim buna en küçük bir itirazım bile yok. Zira ilahi destur bizim görüş ve tahminlerimizden daha yücedir. Ama öyle değil de burayı tercih etmeniz örfi ve adli bir karar ise ve subaylar bu konuda İzhar–i nazar edebiliyorlarsa, o zaman söylemek zorundayım ki, bu bölge düşmanların görüş alanı dâhilindedir.

Aynı zamanda burası Nesat kalesinin yakınlarında karar kılınmış olduğundan mezkûr kalenin okçuları, hurmalık ve evlerin olması hasebiyle çok kolay bir şekilde İslam ordusunun kalbini hedef alabilmektedir. Peygamber en büyük İslami usullerin sadece birinden istifade ederek başkalarının efkârına ihtiram açısından şöyle buyurdu: “Eğer sizler bundan daha güzel bir yer söyleyecek olursanız hemen orayı karargâh ediniriz.” Hubab bölgede iyi bir araştırma yaptıktan sonra, hurma ağaçlarının ardına gelecek şekilde karar kılınan daha güvenli bir yer tayin etti. Ardından da Müslümanların karargâhı, tayin edilen bölgeye intikal edildi. Bir aylık muhasara müddetince her gün İslam subayları kalelere doğru yaklaşıyor, gece olunca da kendi karargâhlarına geri dönüyorlardı.(1)

Hayber savaşının cüzziyatı hakkında kesin ve kati bir nazar ibraz edilemez. Ama tarih ve siyer kitaplarının hepsinden istifade edildiği takdirde anlaşılmaktadır ki, İslam askerleri bu kaleleri, bir bir muhasara ediyorlardı. Aynı zamanda muhasara altına alınan kalelerin, diğer kaleler ile irtibatının kesilmesi içinde oldukça telaş gösteriyorlardı. Bir kale fethedildikten sonra da, hemen başka bir kaleyi muhasara altına almaya çalışıyorlardı.

Birbirleriyle yeraltı irtibatı olan veya kahraman savaşçılarının mukavemet gösterdiği bazı kalelerin fethi, oldukça uzuyordu. Fakat komutanlarının korku ve panik içine düştüğü veya başka kalelerle irtibatının temelli kesildiği kaleler ise çok kolay ve çabuk bir şekilde fethediliyordu. Katletme ve kan dökme oldukça az vuku buluyordu. İşler oldukça çabuk yerine getiriliyordu. Bazı tarihçilerin akidesine göre, büyük bir zahmetle fethedilen ilk Hayber kalesi “ Naim Kalesi” idi. Bu kalenin fethi büyük İslam komutanlarından Mahmud b. Mesleme EnSârî’nin şahadeti ve Müslümanlardan 50 kadar askerin yaralanması pahasına müyesser olabildi.

Mezkûr komutan, yukarıdan yuvarlatılan büyük bir taş vesilesiyle şehid edildi. Komutan olduğu yerde, İbn–i Esir’in “Usd–ül Ğabe”de (2) naklettiğine göre üç gün sonra can verdi. Yaralanan 50 kadar Müslüman’da karargâhta sırf bu maksatla tahsis edilen pansuman haneye intikal edildi. Orada gerektiği şekilde pansuman edildiler.(3)

Ayrıca “Ben–i Ğaffar” Kabilesinden Peygamberin izniyle Hayber’e gelen Müslüman kadınlar da; Müslümanlara yardım, yaralıların pansumanı ve kadın için mezkûr karargâhta meşru olan tüm hizmetler hususunda kendilerinden ilginç bir fedakârlık gösteriyorlardı. (4)

Harp konseyi Naim kalesinin fethinden sonra Müslümanların Kamus kalesine yönelmelerini tasvip etti. Bu kalenin riyaseti “ Ebul Hukeyk” oğullarının elindeydi. Bu kale de, İslam askerlerinin fedakârlığı sonucu fethedildi. Daha sonradan Peygamberin hanımları arasında yer alacak olan “Hayy b. Ahteb kızı Safiyye” de burada esir düştü. Bu iki büyük zafer, İslam askerlerinin ruhiyesini takviye etti. Yahudilerin kalplerini ise vahşet ve korkuyla doldurdu. Ama Müslümanlar yiğecek yokluğu açısından büyük bir darlık içerisindeydiler. Öyle ki, açlıklarını gidermek için bazı etleri yenilmesi mekruh olan hayvanların etlerini yemek zorunda kalmışlardı. Yiğecek deposu haline getirilen kale ise daha Müslümanların eline geçmemişti.

1-  Sire–i Halebi C.3 S. 39

2-Üsd–ül Ğab‘e C.4 S. 334

3- Sire–i Halebi C.3 S. 40

4-Sire–i İbn–i Hişam  C.3 S. 342

ZORLUKTA TAKVA

Müslümanlar şiddetli bir açlık ile karşı karşıya kalınca, etlerinin yenilmesi şer‘en mekruh olan hayvanların etlerini yiyerek baş gösteren bu açlıklarını bertaraf etmek zorunda kalmışlardı. Yahudilerin hayvanlarını güden siyah yüzlü bir çoban, Resulullah’ın huzuruna vararak Ondan kendisine İslam’ın hakikatini söylemesini istedi. O bu celsede Peygamber’in nafiz konuşmaları sonucu iman getirdi.

Ve dedi ki:“Bu koyunların hepsi bana emanet edilmiştir. Şu anda onların sahipleri ile tüm ilişkilerim kesildiğine göre, benim teklifim ne olmalıdır. Peygamber açlıktan içi geçmiş yüzlerce asker karşısında Kemal–i sarahat ile şöyle buyurdu:“Bizim dinimizde emanete hiyanet en büyük günahlardan biridir. Binaenaleyh bu koyunları kale kapısına kadar götürüp hepsini sahiplerine teslim etmen gerekiyor.“O da Peygamberin tavsiyelerini hemen yerine getirdikten sonra hemen bu savaşa iştirak etti ve İslam uğrunda şahadete erdi.(1)

Peygamber sadece gençlik döneminde “Emin” laK’abını almış birisi değildi. Aksine O, hayatı boyunca emin ve doğru bir kimse haline gelmiştir. Bütün muhasara müddeti boyunca sabah akşam kalenin sürüleri çok serbest bir şekilde oradan gelip geçiyordu. Müslümanlardan bir kişi bile, koyunları çalma fikrinde değillerdi. Zira onlar, kendi önderlerinin yüce öğretisi altında emin ve doğru kimseler olarak yetiştirilmişlerdi. O da herkesin şiddetli açlık içerisinde kıvrandığı günlerin birinde Müslümanlardan birine, sürüden sadece iki koyunu alıkoymasını ve diğerlerinin rahatça kalelerine dönmesi için bırakmasını tecviz etti.

Eğer şiddetli bir zorluk baş göstermemiş olsaydı, o hiçbir zaman bu kadarına da izin vermez ve bu işe el uzatmazdı. Binaenaleyh şiddetli bir açlıktan dolayı şikâyette bulunan askerler için, ellerini kaldırarak şöyle dua ediyordu:“İlahi erzak deposu konumunda olan kaleyi, Müslümanların yüzüne aç.“ Hiçbir zaman zafer ve fetih elde edilmeden halkın malına el uzatılmasına izin verilmiyordu. (2) Bu tarihi gerçeği göz önünde bulundurmakla bazı çağdaş müsteşriklerin kin ve öfkeleri de kendiliğinden açığa çıkmaktadır. Zira onlar, İslam’ın yüce hedeflerini küçümsemek için ellerinden geldiği kadar İslam savaşlarını, yağmalama ve ganimet toplamak için meydana gelmiş savaşlar ve harp durumlarında adalet kurarlarına riayet etmeği gerekli görmeyen savaşçılar olarak tanıtmak istememektedir. Ama tarih sayfalarında haptedilmiş bulunan yukarıdaki hadise ve benzer olaylar, onların yalancılığı için konuşan bir şahit konumundadır.

Zira İslam Peygamberi, kendi fedakar askerleri çok zor şartlar içerisinde şiddetli bir açlık ile  karşı karşıya olmalarına rağmen sürü çobanına kendi Yahudi sahiplerine bile hıyanet etmesine izin vermiyordu. Halbu ki çok kolay bir şekilde onların hepsini müsadere edebilirdi.

1-Sire–i İbn–i Hişam  C.3 S. 345

2-Sire–i İbn–i Hişam  C.3 S. 346 ve 350

 

KALELER BİRBİRİ ARDINCA FETHEDİLİYOR

Mezkûr kaleler fethedildikten sonra, İslam askerleri,“Vetih” ve “Sülalim” kalelerine doğru saldırıya geçtiler. Fakat Müslümanların kale dışında Yahudilerin güçlü bir mukavemetiyle karşılaştılar. Öyle ki, kahraman İslam askerleri büyük bir fedakârlık, özveri ve kayıplar  ( büyük İslam tarihçisi İbn–i Hişam bunları özel bir liste haline getirmiştir) verdiler. Ama bir türlü muzaffer olamadılar. On gün gibi kısa bir müddet, Yahudi savaşçılarıyla göyüs-göyüse savaşmalarına rağmen her defasında da hiçbir netice elde edemeden kendi karargâhlarına geri dönmüşlerdi. Günlerin birinde “ Ebu Bekir” feth için memur kılındı. Beyaz bir bayrakla ta kalenin yanına kadar yaklaştı. Müslümanlar onun komutanlığında harekete geçtiler.

 

Ama bir müddet sonra, hiçbir netice alamadan geri döndüler. Komutan ve ordu her birisi suçunu bir diğerinin üzerine atıyordu. Birbirlerini firar etmekle, kaçmakla suçluyorlardı. Başka bir gün de ordunun komutanlığı Ömer’in uhdesine bırakıldı. O da, kendi dostunun destanını tekrarladı. Taberi’nin nakline göre (1) savaş meydanından döndükten sonra da kale reisi Merheb fevkalade bir şecaat ve kahramanlıkla tavsif ederek, Peygamberin yaranı arasında bir korku ve tedirginlik yaratmaya çalışıyordu. Bu istenmeyen vaziyet, Peygamber ve İslam komutanlarını oldukça rahatsız etmişti.

Bilahare Peygamber kahraman ordusunun bütün komutanlarını bir araya toplayarak, tarih sayfalarına geçmiş olan şu kıymetli cümleyi buyurdular:“ Yarın bu sancağı öyle birisine vereceğim ki, O,Allah ve Resulün’ü sever, Allah ve Resulü’de onu sever.” Allah’u Teala bu kalenin fethini onun eliyle müyesser kılacaktı. O,öyle bir kimsedir ki, hiçbir zaman düşmana sırt dönmemiş ve firara kalkışmamıştır.”(2) Tabersî ve Halebî’nin nakline göre de şöyle buyurmuştur:“Yani; düşmanının üzerine hamleler etmekte ve hiçbir zaman firara yeltenmemektedir.”(3)

Bu cümle mübarek ellerinde zafer ve feth mukadder kılınan o büyük komutanın, fazilet, manevi büyüklük ve şahâmetini ifade etmektedir. Ordu ve komutanlar arasında ani korku ve tedirginlikle iç içe sevinç çığlıkları yükseldi. Herkes bu büyük askeri madalyanın kendisine nasip olmasını istiyordu.(4) Kura’nın kendisine çıkmasını diliyordu. Her tarafı gece karanlığı bastırmıştı. İslam askerleri istirahat için kendi yatakhanelerine dönmüşlerdi. Nöbetçiler yüksek tepeler üzerinden düşmanın vaziyetini kontrol ediyorlardı. Güneş, kendi doğuşuyla ufukların sinesini deliyor gibiydi. Gönderdiği altın renkli ışınlarıyla, çöl ve dağ eteklerini aydınlatıyordu. Komutanlar Peygamberin etrafında toplanmışlardı.

İki bozguna uğramış komutan da, uzun boylarıyla Peygamberin desturlarına teveccüh etmekte ve biran önce bu iftihar dolu bayrağın kime verileceğini öğrenmek istemekteydiler.(5) Halkın intizar dolu sükûtu, Peygamberin, “Ali nerede?” cümlesiyle bozuldu. Göz rahatsızlığına yakalandığı ve bir köşede istirahat edildiğini bildirdiler. Peygamber buyurdu:“onu getirin” Taberi diyor ki:“Ali’yi bir devenin üzerine bindirerek Peygamberin çadırına getirdiler. Bu cümle, o komutanın gözünün şiddetli bir ağrıya düçar olduğunu, öyle ki, ayakta durma kuvvetini bile ondan selbettiğini ifade etmektedir. Peygamber, ellerini onun gözleri üzerine çekerek hakkında dua etti. Bu amel ve o dua, Hz. İsa’nın soluğu gibi onun gözlerinde öyle bir eser bıraktı ki, ünlü İslam komutanı, ömrünün sonuna kadar da bir daha göz ağrısına müptela olmadı.

 Peygamber Ali’ye ilerleme emrini verdi. Aynı zamanda ona savaştan önce kaleye bir takım tebliğ elçileri göndererek Onlara İslam’ı davet etmesini hatırlattı. Eğer Kabul etmeyecek olurlarsa, o zaman da, onlara İslam bayrağı altındaki vazifeleri söylenecekti. Yani silahlardan tecrit edilecek ve cizye ödeyerek İslam hükümetinin gölgesinde özgür bir şekilde yaşayacaklardı.(6) Eğer bunlardan hiçbirisini Kabul etmeyecek olurlarsa, o zaman da onlarla savaşılacaktı. Aşağıda ki cümle ise, komutanlık makamının Ali (a.s)’ı uğurlarken söylediği son söz idi:“Allah’u Teâlâ’nın senin vesilenle bir ferdi hidayet etmesi, senin için malın olduğu takdirde hepsini Allah yolunda sarf edeceğin kırmızı yünlü develerden daha hayırlıdır.(7)

Peygamber Ekrem (s.a.v) savaşın ortalarında bile yine halkın önderlik ve terbiyesiyle uğraşmakta ve bu çalışmalarıyla da bütün bu savaşların halkın hidayeti için olduğunu ortaya koymaktaydı.

1-Tarihi–i Taberi C.2 S. 300

2- Mecme–ül Beyan C.9 S. 120 - Sire–i Halebi C.2 S. 43 - Sire–i İbn–i Hişam  C.3  S. 349

3-İslam‘ın büyük tarih yazarı İbn–i Eb’il-Hadîd bu olaydan oldukça rahatsız olmuş ve meşhur şiirinde şöyle yazmıştır:“ Eğer her şeyi unutacak olsam bile, bu iki komutanın macerasını unutamam. Zira onlar ellerinde kılıç düşmana doğru gittiler, cihattan firar etmenin haram olduğunu bildikleri halde düşmana sırt dönerek firar ettiler. Onlar büyük sancağı düşmana doğru götürdüler. Halbu ki, mana âleminde ona zillet ve horluk perdesi örtmüşlerdi. Musa‘nın evlatlarından öfkeli bir genç onları dışladı. Uzun boylu bir genç ki, hızla giden bir ata binmişti.“

4- Hz. Ali kendi çadırında Peygamberin bu konuşmasını duyunca sevinç içerisinde şöyle dedi:“ Allah‘ın istemediğini hiç kimse veremez. Vereceği şeyde hiç kimse engel olamaz.“ Sire–i Halebi C.3 S. 41

 

5-(Taberi‘nin bu bahisteki ibaresi şöyledir, “ Ebu Bekir ve Ömer boyunlarını uzattılar.)

6- Bihar–ül Envar C.21 S. 28

7-Sahih–i Müslim C.5 S.195 – Sahih–i Buhârî C.5  S. 22 ve 23

 

HAYBER’DE BÜYÜK ZAFER

Hz. Ali Peygamber tarafından “vetih” ve “Sülalim” kalelerini fethetmek için memur kıldığında ( Öyle kaleler ki, daha önceki komutanlar onu fethedememiş ve firar ederek İslam ordusunun haysiyetine büyük bir darbe indirmişlerdi.) Zırhını muhkem bir şekilde giyinerek kılıcı “Zülfükarı” eline aldı. Meydan savaşçılarına has bir şecaatle harvele ederek kaleye doğru harekete geçti. Peygamberin kendisine verdiği İslam bayrağını, kale yakınlarında, bir yere dikti. Bu esnada kale kapısı açıldı. Ve Yahudi kahramanları bir bir dışarı çıktılar.

 İlk önce Merheb’in kardeşi Haris ileri çıkarak heybetli bir şekilde naralar atmaya başladı. Öyle korkunç bir görüntüsü vardı ki, Ali’nin arkasındaki askerler gayri ihtiyari geri çekildiler. Ama Hz. Ali bir dağ gibi olduğu yerde çakılı kaldı. Çok geçmeden Haris’in yaralı gövdesi yere yıkıldı ve hemen can verdi. Kardeşinin ölümü Merheb’i oldukça gamlı ve müteessir kılmıştı. Kardeşinin intikamını almak için her tarafı silahlarla dolu olduğu bir halde, Yemeni zırhını giymiş, özel bir taştan yontulmuş başlığı başında, miğferi de onun üstüne giymiş olarak ileri çıktı. Arap kahramanlarının âdeti olan şu recezi okumaya başladı:“Hayber’in kapı ve duvarları şahadet ediyor ki, ben Merheb’im, tecrübeli ve savaş silahlarıyla donatılmış bir kahramanım.(1) Eğer zaman muzaffer ise ben de muzafferim. Savaş sahnelerinde benimle karşı karşıya gelen kahramanlar kendi kanlarına boyanırlar.” Daha sonra Hz. Ali (a.s)’ de bir recez okuyarak kendi askeri şahsiyetini ve güçlü bileklerini ifade ederek düşmanına şöyle dedi:“Ben öyle bir kimseyim ki, annem adımı Haydar (Arslan) koymuştur.

 

 Kahraman “Ormanların aslanı” bir adamım. Güçlü bileklerim ve kuvvetli bir bedenim var. Savaş meydanlarında tıpkı “ Ormanların arslanı” gibi korkunç bir görünüşe sahibimdir.” İki kahramanın recezleri sona erdi. İslam kahramanı ile Yahudi kahramanının savaşırken çıkardıkları kılıç ve mızrak sesleri bu manzarayı seyredenlerin kalbine büyük bir vahşet salıyordu. Aniden İslam kahramanının muzaffer ve öldürücü kılıcı Merheb’in başına inerek onun kalkan, miğfer ve taştan başlığını başıyla beraber dişlerine kadar ortadan ikiye ayırdı. Bu darbe o kadar şiddetli ve korkunçtu ki, Merheb’in arkasında durmuş olan bazı Yahudi kahramanları korkudan firar ederek kendi kalalerine sığındılar.

Firar etmeyen Yahudi kahramanları da Hz. Ali ile tek tek savaşarak öldürüldüler. Hz. Ali firari kahramanları kale kapısına kadar da takip etti. Bu keşmekeşlik ortamında Yahudi kahramanlarından birisi, Hz. Ali’nin kalkanına bir darbe indirdi. Hz. Ali’nin elindeki kalkan darbenin şiddetinden yere düştü. Ali hemen kale kapısına teveccüh etti. Kapıyı yerinden sökerek savaş sonrasına kadar da kalkan olarak kullandı. Hazretin kalkan olarak kullandığı kale kapısı öyle büyük ve ağır idi ki, onu savaş sonrası yere indirdiğinde, İslam askerlerinin en güçlülerinden, içlerinden Ebu Rafi’de olmak üzere, sekiz ünlü kahraman, her ne kadar bir yüzünden öbür yüzüne çevirmek istedilerse de bir türlü başaramadılar.(2)

Neticede Müslümanların gece gündüz demeden on gün boyunca bütün güçleriyle zaptı için savaşıp durdukları halde bir türlü fethi müyesser olmayan bu kale, çok kısa bir müddet sonra Müslümanların eline geçti. Yakubi kendi tarih kitabında (3) şöyle yazıyor:“kale kapısı” som taştan bir kapıydı. Uzunluğu 4 zer (416 cm) genişliği ise 2 zer (208 cm)’di. Şeyh Mufid “İrşad”ında (4) özel bir sened ile Emirel mümininden, kale kapısını sökme macerasını şöyle nakletmektedir. Ben, Hayber kale kapısını sökerken kalkan olarak kullandım. Savaş sonrası da Yahudilerin kazdıkları hendeklerden birinin üzerine bırakarak köprü olarak kullandım. İş bittikten sonra da onu hendeklerin birinin içine attım.

Adamın birisi sordu: “Acaba onun ağırlığını hissetin mi?” Dedim ki: “kendi kalkanımın ne kadar ağır idiyse o da o kadar ...” Siyer yazarları hayber kapısının sökülüşü ve husisiyatıyla birlikte Hz. Ali’nin kaleyi fethederken gösterdiği reşadeti hakkında oldukça ilginç şeyler yazmışlardır. Bu hadiseler hiçbir zaman beşeri kuvvetlerle tevafuk etmemektedir.

 

Emirel müminin de bu konuda birtakım açıklamalarda bulunmuş ve bu husustaki her türlü şek ve tereddüdü ortadan kaldırmıştır. O hazret birisine cevaben şöyle buyurdu:“O kale kapısını hiçbir zaman beşeri bir kuvvetle yerinden sökmedim. Aksine Allah’ın verdiği bir güç ve kıyamet gününe sağlam olan imanımla bu işi yaptım.” (5)

1- İbn–i Hişam kendi Siresinde Merheb‘in recezini başka türlü neklediyor.

2- Tarihi–i Taberi C.2 S. 94  - Sire–i İbn–i Hişam C.3  S. 349

3- “Tarih–i Yakubi C.2 S. 46

4- İrşad S. 59 -

5- Bihar C. 21 S. 21

 

HAKİKATLERİN TAHRİFİ

Eğer haktan vazgeçmeyecek olursak demek gerekir ki, İbn–i Hişam kendi siresinde Ebu Câfer Taberi ise kendi tarihinde Hz. Ali’nin Hayberdeki destanına yer vererek hadisenin cüziyatını inceden inceye teşrih etmiş olmalarına rağmen bahislerinin sonunda asılı olmayan bir ihtimaldir. Ki, Merheb’in Muhammed b. Mesleme vesilesiyle öldürülüşünü ifade ederek yer vermiş ve şöyle demişlerdir:“Bazıları şöyle demişlerdir ki, Merheb Muhammed b. Mesleme vesilesiyle öldürülmüştür. Zira o, Naim kalesini fethederken şehid düşen kardeşinin intikamını alabilmek için Peygamber tarafından bizzat görevlendirildi. O, bu işe de muvaffak oldu. Bu ihtimal o kadar asılsızdır ki, hiçbir zaman İslam’ın bariz ve mütavatir tarihiyle bağdaşmamaktadır. Ayrıca bu tarihi efsane birçok olmazları da beraberinde taşımaktadır ki, bunu okuyucularımıza sunmaktayız.

1-Taberi ve İbn–i Hişam, bu tarihi efsaneyi büyük sahabi Cabir b. Abdullah’tan nakletmişlerdir.(1) O, büyük şahsiyetin ağzından nakletmektedir. Halbu ki, Cabir diğer bütün gazvelerde bulunma fırsatına nail olmuş, sadece bu gazveye iştirak edememiştir.                     

2– Üstelik Muhammed b. Mesleme Hayber fatihi olacak kadar kahraman ve cesur bir kimse değildi. Kendi hayatı boyunca, bariz bir cesaret ve kahramanlık numunesine sahip değildir. Sadece Hicri 3. yılda K’ab b. Eşref adlı Yahudiyi ki, Bedir savaşından sonra müşrikleri, Müslümanlarla yeniden savaşmaları için tahrik ediyordu. Onu öldürmek üzere memur kılındı. O, korkudan üç gün üç gece yemek yiyemedi. Öyle ki, sonunda Peygamber tarafından şiddetli bir tenkide uğradı. O cevaben şöyle dedi:“ Bu işi başarabilecek miyim bilemiyorum!.” Peygamber durumu böyle görünce dört Müslüman’ı da, müşriklerle Müslümanlar arasında savaş çıkarmak isteyen K’ab’ın şerrini def edebilmek için onunla birlikte gönderdi. Onları gece yarısı özel bir plan ile düşmanı öldürdüler. Ama Muhammed b. Mesleme şiddetli bir korku ve vahşet yüzünden, kendi arkadaşlarından birisini yaraladı.(2) Binaenaleyh, böyle bir ruha sahip olan kimsenin hiçbir zaman Hayber kahramanlarını geriye sürmesi düşünülemez.

3– Hayber fatihi sadece “Merhab”la boğuşup onu öldürmekle kalmamış, aksine Merhab’ın öldürülmesinden sonra bir kısım yahudi kahramanları firara yeltenmiş diğer bir kısmı da savaş meydanına dönerek onunla tek tek savaşmışlardı.     

İşte Merhab’ın öldürülmesinden sonra Hz. Ali ile savaşan Yahudi kahramanlarının isimleri:

1– Rab’i  b. Bil Hukayk

2– Davut b. K’abus

3– Ebul Bait

4–Merret b. Mervan

5–Yasir Hayberi

6–Zaic Hayberi

Bu altı neferin hepsi de Yahudilerin kale dışındaki yiğit ve kahraman savaşçılarıydı. Ve bunlar düşman kalelerinin fethedilmesine en büyük engel teşkil ediyorlardı. Bunlar recez okur bir halde savaş talebinde bulunuyorlardı. Hepsi de büyük İslam kahramanı Emirel Müminin Hz. Ali tarafından ortadan kaldırıldılar. Şimdi de siz hakemlik ediniz; acaba Hayber’in fatihi ve  Merhab’ı öldüren kimse  Muhammed b. Mesleme olsaydı, hiç şüphe yok ki hemen yerine geri dönmeyecek, Merhab’ın arkasındaki kahramanları da  görmezlikten gelemeyeceği için de, onlarla da tek tek  savaşması iktiza edecekti. Hal bu ki, bütün tarihlerde yazdığı şekliyle de , bu efradın hepsi Hz. Ali’nin eliyle öldürüldü.

4– Bu tarihi efsane Peygamberden nakledilen mütevatir haberlerle çelişki içine düşmektedir. Zira o, Ali hakkında şöyle buyurdu:“Bu sancağı öyle birinin eline vereceğim ki, fetih ve galibiyet onun eliyle gerçekleşecektir.” Ertesi gün de bayrağı onun eline verdi. Öbür yandan zafer ve fethin en büyük engeli olan Merhab’ın vücudu ki, onun cesaret ve kahramanlığı iki İslam komutanını dehşete düşürmüş onları firar etmek zorunda bırakmıştı.

Eğer Merhab’ı öldüren şahıs Muhammed b. Mesleme olsaydı hiç şüphe yok ki, o zaman Peygamberin bu cümleyi onun hakkında söylemesi gerekirdi, Ali hakkında değil. Meşhur siyer yazarlarından biri olan Haleb şöyle diyor:“Merhab’ın (3) Hz. Ali tarafından öldürüldüğünde hiçbir şekke yer yoktur.” Aynı şekilde İbn–i Esir şöyle diyor:“ Siyer yazarları ve Muhaddisler, Merhab’ı öldürenin Hz. Ali olduğunu Kabul ediyorlar.

Bu konuda mütavatir rivayetler nakledilmiştir. Taberi tarih kitabında İbn–i Hişam ise  siresinde birazcık tutarsızlığa düşmüş ve  Hz. Ali’den daha önce Yahudilerin kalesinin  fethetmek üzere iki komutanın yenilgi ve firarını, öyle bir şekilde yazmışlardır ki, hiçbir zaman Peygamberin Hz. Ali hakkında  buyurduğu  cümle mevhumuyla uyum arz etmemektedir. Peygamber bu hususta şöyle buyurmuştur: “O, öyle bir komutandır ki, hiçbir zaman firara yeltenmez.”

Bu cümlenin meal ve mevhumunda açık bir şekilde Hz Al’nin daha önceki komutana benzemediğini ifade etmeğe kalkışmaz. Yani o, önceki iki komutan, firara kalkışarak mevzileri boş bırakmışlardır. Halbu ki, mezkûr iki yazar, bu noktayı tezekkür etmedikleri gibi, bir de onların firarını öyle bir şekilde yazmışlardır ki, sanki bunlar, elinden geldiği kadar vazifelerini yerine getirdiler de, sadece fetih için muvaffak olamadılar.(4)

1- Sire–i İbn–i Hişam  C.3 S. 348

2-Sire–i İbn–i Hişam  C.2 S. 65

3- Sir-i Halebi C.3 S. 44

4-Sire–i İbn–i Hişam  C.3 S. 349

Hz. ALİ (a.s)’IN HAYATINDAN ÜÇ PARLAK NOKTA

Burada Hayber fatihinin üç parlak faziletini zikrederek meseleyi sona erdiriyoruz. Günün birinde Muaviye (l.a) Sad Vakkas’a itiraz ederek ondan Ali’ye niçin sövmediğini sordu, O cevaben şöyle dedi:“Ben her zaman için Ali’nin faziletlerinden üçünü hatırlıyorum. Aynı zamanda arzu ediyorum. Keşke bu üç faziletten biri de bende olsaydı.

1- Peygamber onu Medine’den kendi yerine bırakıp Tebük savaşına gittiği gün, kendisine şöyle buyurdu:“ Senin bana nispetin Harun’un Musa’ya olan nispeti gibidir. Şu farkla ki, benden sonra Peygamber gelmeyecektir.”

2– Hayber günün de şöyle buyurdu:“ Yarın bu sancağı öyle bir kimseye vereceğim ki, Allah da Resulü de onu sevmektedir.” İslam’ın büyük komutan ve subayları böyle bir makama ulaşmanın arzusuyla yanıp tutuşuyorlardı. Ertesi gün ise Peygamber, Ali’yi isteyerek sancağı onun eline verdi. Ardından da Ali’nin büyük fedakâr ve kahramanlıkları sayesinde, bizlere büyük zafer nasip oldu.

3– Peygamber Necran başkanlarıyla Mübahaleye (karşılıklı beddua) ettikleri güne Hz. Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyn’in elinden tutarak şöyle buyurdu:“Allah’ım işte benim Ehl–i Beytim.”(1)

1- Sahih-i Müslim C.7 S. 120

 

Paylaşım :
Mail Yazdır Yorum Yaz 0 Yorum
14-06-2012 12:22 - 4671 Okunma
Caferider Web TV
Video Galeri
Foto Galeri
Yazarlar Tümü
Şirali Bayat
ŞİA-CAFERİ AZERİ MİLLETİNİN YÜCELİŞ SERÜVENİ
Av. Sinan Kılıç
Selahattin Özgündüz’e neden saldırıyorlar?
İbrahim ŞEREN
ALLAH PEYGAMBERİNİ MUHATAP ALARAK YÜCE KURAN’DA ŞÖYLE BUYURUYOR
Mehdi AKSU
İRAN’DA SÜNNİLER!
Hamit Turan
ŞÎR-İ FIZZA
Çayan Uludağ
Mekteb-i Kerbela
Abdullah Turan
İmam Mehdi'nin Dünyaya Geldiğini İtiraf Eden Ehl-i Sünnet Âlimleri
Kasım Alcan
Hiç olmazsa dünyanızda özgür kişiler olun
Namık Kemal Zeybek
Osmanlı'da Alevi Katliamı
Orhan Kiverlioğlu
Biz büyük devlet iken
Seyyid Ahmedi Safi
Tüm Müslümanları ilgilendiren önemli sorun
Hüseyin Çaça
Kerbela Hadisesi-1-
Musa Ayaztekin
Muta Nikahı Nedir, Ne Değildir?
08-05-2024 | Ana Sayfa | Ana Sayfam Yap | Sitenize Ekleyin | Künye | Foto Galeri | Video Galeri | Yazarlar | İletişim | RSS
CaferiDer ® 2012  
Sitede bulunun içerikler ve analizler kaynak gösterilerek alıntılanabilir Tasarım & Yazılım : Network Yazılım