Furu-i din yani dinin teferruatı on başlık altında toplanır. Bunlar: Namaz, Oruç, Hacc, Zekat, Humus, Allah yolunda ciha, İyiliği emretme ve kötülükten sakındırma, Tevella ve Teberra'dır.
NAMAZ
Buluğ (ergenlik) çağına eren her Müslüman’ın günde beş vakit namaz kılması gerekmektedir. Namaz kılmak için önce belli bir tertibe göre abdest alınması, sonra Mekke yani kıbleye doğru durması ve hangi namazın kılınacağı belirtilerek, Allah’a yaklaşma kastı ile “Allah-u Ekber” denilmesi gerekmektedir. Namaz kılanın niyeti, namaz boyunca mutlaka Allah’a yaklaşma olmalı ve niyetine ilahî olmayan hiçbir şeyi karıştırmamalıdır. Eğer namaz kılan birisi, namaz esnasında niyetini unutur veya riya ve gösteriş kastı olursa namazı batıl olur. Namaz “Allah-u Ekber” ile başlar selam ile biter. Her namaz iki, üç veya dört rekâttan oluşmaktadır.[1]
Namazın her rekâtında bulunan sure, zikir, rükû ve secdelerin beyanı şöyledir:
A- Birinci ve ikinci rekâtlarda Fatiha suresi ve İhlâs veya Kadir gibi Kurân surelerinden birisi okunmalıdır. Üçüncü ve dördüncü rekâtlarda ise, sadece Fatiha suresi veya Tesbihat-ı Erbaâ zikri (Sübhanellahi ve’l-Hamdü lillahi ve la ilahe illellahi vellahu ekber) okunmalıdır.
B- Sureler veya Tesbihat-ı Erbaâ zikri okunduktan sonra eğilerek rükûya gidilir ve rüku halinde Allah, tespih ve hamd edilir.
C- Rükûdan sonra doğrulup sonra tekrar eğilerek iki secde yapılır ve secde halinde Allah tespih ve hamd edilir.
Ç- İkinci rekâtta iki secdeyi yerine getirdikten sonra Allah’ın birliğine ve Hz. Muhammed’in (s.a.a) peygamberliğine şahadet getirilerek salâvat gönderilir. Üç rekâtlı namazlarda üçüncü rekâtta ve dört rekâtlı namazlarda ise dördüncü rekâtta teşehhüt aynı şekilde tekrarlanır.
D- Her namazın son rekâtında teşehhütten sonra Peygamber’e (s.a.a) Allah’ın Salih kullarına ve namaz kılanlara selam gönderilir.[2]
İslam dininde, günlük kılınan beş vakit ( 17 rekat) namaz en önemli ibadet ve Allah’ı anma olarak kabul edilmektedir. Allah-u Teala Kuran-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:
“…Muhakkak ki, namaz hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir.” [3]
[1]- Sabah namazı iki rekat olup fecir vaktinden sonra ve güneş doğmadan önce kılınmalıdır.öğle ikindi namazı her biri dört rekat olup sırasıyla güneşin tam tepeden biraz batıya doğru geçmeye başlamasından,batmasına kadar geçen zaman diliminde kılınmalıdırlar. Akşam namazı üç rekat ve yatsı namazı da dört rekat olup sırasıyla güneşin batmasından gece yarısına kadar olan zaman diliminde kılınmalıdırlar.
[2] - Ayrıntılı bilgi için bakınız: Caferi Fıkhına Göre Namaz, Alulbeyt Yayınları.
[3]- Ankebut, 45
ORUÇ
Ramazan ayının orucu (kameri dokuzuncu ay) en önemli farz ibadetlerden biridir. Ramazan ayında buluğ (ergenlik) çağına ermiş olan her Müslüman fecir vaktinden güneşin batışına kadar olan sürede yemeden, içmeden, cimadan ve bunun gibi bazı amellerden sakınmalıdır.[1]
Her ibadette olduğu gibi, oruç da mutlaka halis bir niyetle beraber yani, sadece Allah’a yaklaşma kastı ile tutulmalıdır. Elbette orucun Allah’a yaklaşma dışında başka birçok faydaları da vardır. Örnek olarak, azim ve iradenin güçlenmesi, her gün önemsemeden tükettiğimiz yiyecekler gibi nimetlerin hatırlanması, zenginlerin, fakirler ve yoksulların sıkıntılarını anlamaları ve bunun sonucunda da sevgi ve yardımlaşma duygularının güçlenmesi, kıyamet günündeki susuzluk ve açlığın anılması, nefsanî istek ve şehvetin azalması ve bunun arkasından da maneviyat ve aklın gelişmesi, orucun faydalarındandır. Orucun önemi hakkında Kurân-ı Kerim şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındı gibi size de farz kılında. Umulur ki korunursunuz.” [2]
[1]- Fıkıh kitaplarında ki açıklamalara göre hasta ve yolcular, oruç tutmaktan muaftırlar; hatta sağlıklarına zararlı olan kimselerin oruç tutmaları da haramdır.
[2]- Bakara, 183
HACC
Buluğ (ergenlik) çağına eren, mal ve beden açısından da güçlü olan her Müslüman’ın ömründe bir defa Zilhicce ayında (Kameri on ikinci ay) hacca gitmesi farzdır. Mekke şehrinde olan Mescidü’l-Haram’ın bütün dünya Müslümanları açısından çok önemli bir yeri vardır. Bütün Müslümanlar namaz anında yüz ve bedenlerini Mescidü’l-Haram’ın içinde kare şeklinde “Kâbe” isimli yapıya doğru döndürmektedirler. Bütün dünya Müslümanlarının kıblesi olan Kâbe Hz. Âdem (a.s) zamanından kalan temeller üzerine ilk defa Hz. İbrahim (a.s) ve oğlu Hz. İsmail (a.s) tarafından yaptırılmıştır. Aslında hac, dört bin yıl önce aynı mekanlarda tevhit kahramanı Hz. İbrahim-i Halil başından geçenlerin bir canlandırmasıdır. Hz. İbrahim uzun bir yolculuktan sonra Mekke’ye girdiğinde Allah ondan insanların hac ibadetlerini yerine getirebilmeleri için ortam hazırlamasını istedi. Kurân-ı Kerim bu konu hakkında şöyle buyuruyor:
“Bir zamanlar İbrahim’e Beytüllah’ın yerini hazırlamış ve (ona şöyle demiştik): “Bana hiç bir şeyi eş tutma; tavaf edenler, ayakta ibadet edenler, rükû ve secdeye varanlar için evimi temiz tut.”
İnsanlar arasında haccı ilan et ki gerek yaya olarak, gerekse nice uzak yoldan gelen yorgun argın develer üzerinde, kendilerine ait bir takım yararları yakinen görmeleri, Allah’tan kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerinde belli günlerde Allah’ın ismini anmaları (kurban kesmeleri için) sana (Kâbe’ye) gelsinler. Artık ondan hem kendiniz yiyin, hem de yoksula ve fakire yedirin.”[1]
“Şüphesiz âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (mabet), Mekke’deki (Kâbe)’dir. Orada apaçık nişaneler, (ayrıca) İbrahim’in makamı vardır. Oraya giren emniyette olur. Yoluna gücü yetenlerin o evi haccetmesi, Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse bilmelidir ki, Allah bütün âlemlerden müstağnidir.”[2]
Hacc unutulmayan hatıralar ve tecrübelerle doludur. Belki bu hatıralar ve tecrübeler içerisinde, hepsinden en önemlisi, şu özellikleri tecrübe etmektir; insanın kendi nefsinden kurtulması, kardeşlik, eşitlik ve sadelik. Her yıl, dünyanın her yerinden milyonlarca Müslüman, evini, yuvasını, ailesini, işini, kazancını ve sevdiği her şeyi bırakarak yakıcı ve kuru bir çölün ortasında olan Mekke şehrine doğru hareket etmektedirler. Bütün insanlar aynı elbiselerle, aynı zaman ve mekanda bir araya gelerek, aynı amelleri yapmaktadırlar. Zengin ve fakir, hükümdar ve halk, üst zümre ve avam; hepsi iki parça beyaz kumaş ile üzerlerini örterek omuz omuza birbirlerinin yanında durmaktadırlar. Haccı her insan mutlaka ömründe bir defa tecrübe etmeli ve sonra ondan aldığı dersler ve mesajları günlük hayatına geçirmeye çalışmalıdır.
[1]- Hacc, 26,27 ve 28 [2]- Âl-i İmran, 96-97
ZEKÂT
Kurân ve sünnette sadaka vermek, defalarca tavsiye edilerek çok fazla bir sevapla müjdelenmiştir. İnsanın sahip olduğu her şeyin Allah’a ait olmasına rağmen, Kurân-ı Kerim Allah yolunda infak etmek ve sadaka vermeyi Allah’a borç olarak tabir etmektedir.
“Kim Allah’a güzel bir ödünç verecek olursa, Allah da onun karşılığını kat kat verir ve ayrıca onun çok değerli bir mükâfatı da vardır.”[1]
Müstehap sadakalara ilave olarak, bazı farz infak ve sadakalar da vardır; örnek olarak malın bir çeşit vergisi olan zekâtın verilmesi farzdır. İlginç olan, Kurân-ı Kerim’de zekâtın fakirlere ve ihtiyaç sahiplerine verilmesi, bir hediye olarak değil de onların zenginlerin üzerinde ki hakları olarak açıklanmasıdır. Kurân-ı Kerim şöyle buyuruyor:
“Mallarında, muhtaç ve yoksullar için bir hak vardır.”[2]
İmam Ali (a.s) şöyle buyuruyor: “Münezzeh olan Allah, yoksulların rızkını zenginlerin mallarında karar kılmıştır. Zengin, malı kendi zevkine göre harcadığından dolayı, fakir aç kalmıştır. Ant olsun ki yüce Allah onları bu işlerinden dolayı sorguya çekecektir.”[3]
Buğday, arpa, hurma, kuru üzüm, altın, gümüş, deve, inek ve koyun cinslerinden belirlenmiş miktar ve sayılara sahip olan herkesin fıkıh kitaplarında açıklanmış olan hüküm ve şartlara göre, o malların bir miktarını, (Yaklaşık kırkta birini) yakınlarından ihtiyaç sahiplerine, yetimlere, fakirlere, yolda kalmışlara vermekle veya okul ve yol yapımı gibi toplumun yararına olan işlerde kullanmakla görevlidir.
Kurân-ı Kerim’de ki birçok ayette zekâtın, namazın yanında ve Allah’a olan imanın nişanesi olarak zikredilmesi; üzerinde durulması gereken bir konudur. Bundan önce de açıklandığı gibi zekât vermek ibadettir ve bundan dolayı da mutlaka Allah’a yaklaşma kastı ve halis bir niyet olmalıdır. Buna göre zekât fakirlere yardım etmeyi, toplumsal adaletin korunmasını ve yayılmasını sağladığı gibi, zekât verenler için de önemli faydaları vardır; onları cimrilikten ve dünyaya bağlanmaktan kurtarmaktadır.
Kurân-ı Kerim şöyle buyuruyor:
“Onların mallarından, sadaka al; bununla onları (günahlardan) temizlersin, onları arıtıp yüceltirsin. Ve onlar için dua et. Çünkü senin duan onlar için sükûnettir. (Onları yatıştırır). Allah işitendir, bilendir.”[4]
[1]- Hadid, 11
[2]- Zâriyat, 19
[3]- İmam Ali (a.s), Nehcü’l-Belağa, hikmet.328
[4]- Tevbe, 103
HUMUS
Şialar zekata ilave olarak, farz sadakaların başka bir çeşidi olan “Humus”a inanmaktadırlar. Arapça’da “Humus” beşte bir anlamına gelmektedir. Burada humustan maksat; bir yıllık kazançtan geriye kalan malın beşte birine eşit olan bir çeşit vergidir; yani herkesin kendi malî yılının sonunda, çalışarak kazandığı maldan harcadığı ve kullandığı miktarı çıkardıktan sonra, geriye kalanın beşte birini vermesidir. Elbette fıkıh kitaplarında açıklandığı gibi humusla ilgili başka konular ve hükümler de vardır.
Kurân-ı Kerim şöyle buyuruyor:
“Ve iyice bilin ki ganîmet olarak elde ettiğiniz şeyin mutlaka beşte biri Allah’ın ve Peygamberin ve yakınların ve yetimlerin ve yoksulların ve yolda kalmışlarındır. Allah’a inanmışsanız ve hak ile batılın ayrıldığı, yani iki ordunun birbiriyle buluştuğu gün kulumuza indirdiğimize iman etmişseniz ve Allah’ın her şeye gücü yeter.”[1]
Genellikle Ehl-i Sünnet bu ayeti ve humusun farz olduğu, savaş ganimetleri ile sınırlandırmakta ve zekâtın içinde zikretmektedirler. Şialar ise, bu konuyu sadece savaş ganimetleri ile sınırlı tutmamakta; hatta çalışarak elde edilen her türlü kazancın dahi fıkıh kitaplarında ki açıklamalara göre humus olduğuna inanmaktadırlar.
Şia fıkhına göre humusun yarısı Peygamber (s.a.a)’in tek aile üyesi ve halifesi olan imam Mehdi (a.f)’e ve diğer yarısı da fakir seyitlere aittir. Humus, dini önder (Merce-i Taklit) yani dini ve fıkhî bütün şartları taşıyan ve verdiği fetvalara uyulan fakihin denetimi ve izniyle kullanılmaktadır. Buna göre, imam Mehdi (a.f)’e ait olan kısım, dini otorite, lider denetimi ve yönlendirmesiyle; okul ve medrese yapımında, faydalı kitapların basılması ve âlimlerin yetiştirilmesi gibi imam Mehdi (a.f)’in kesinlikle razı olduğu yerlerde kullanılmaktadır.
[1]- Enfal, 41
ALLAH YOLUNDA CİHAT ETMEK
Her Müslüman, toplumun ve kendi hayat şartlarının iyi olması için imkân dâhilinde çalışıp çaba sarfetmelidir. Allah (c.c.) Kurân-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:
“…O sizi yerden (topraktan) yarattı. Ve sizden orayı bayındır hale getirmesini istedi…”[1]
Kurân ve sünnet, insanların gördüğü musibetlere karşı kaygısız kalmasını ve insanların kendi özel yaşantılarında tembel ve uyuşuk olmalarını kınamıştır. Bunun karşısında ise, kendisine ve ailesine iyi hayat şartları oluşturmayı ve rızkını kazanması için çalışıp çabalamayı överek Allah yolunda cihat edenlerden saymıştır. Çok önemli ve gerekli olan bu çalışma ve mücadelelerden birisi de özgürlük, adalet, onur ve bağımsızlık gibi Allah’ın insanlara bağışladığı hakları korumaktır. Eğer bu hakların veya bu değerlerin birisi, özellikle bir millet veya bir ümmetin hakları tehlikeye düşer ya da yok edilirse Müslümanların bunları korumak ve ihyâsı çin mücadele etmeleri gerekmektedir.
Kurân-ı Kerim şöyle buyuruyor:
“Kendileriyle savaşa girişilenlere, zulme uğradıklarından dolayı savaşmaya izin verildi ve şüphe yok Allah’ın, onlara yardım etmeye gücü yeter elbette. Onlar öyle kişilerdir ki; ancak Rabbimiz Allah’tır dediklerinden dolayı haksız olarak yurtlarından çıkarıldılar ve eğer Allah, insanların bir kısmını bir kısmıyla defetmeseydi, içlerinde Allah adının çok anıldığı manastırlar da yıkılırdı, havralar da, kiliseler de, mescitler de ve Allah, kendisine yardım edene mutlaka yardım eder; şüphe yok ki Allah, kuvvetlidir, üstündür. Onlar öyle kişilerdir ki; onları yeryüzünde yerleştirdik mi namaz kılarlar, zekât verirler, iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar ve bütün işlerin sonucu, Allah’a varır.”[2]
“Hem size ne oluyor ki, Allah yolunda: “Ey Rabbimiz! Bizleri bu halkı zalim olan memleketten çıkar, tarafından bizi iyi idare edecek bir sahip ve bize katından bir kurtarıcı gönder” diye yalvarıp duran zayıf ve zavallı erkekler, kadınlar ve çocukların kurtarılması uğrunda savaşa çıkmıyorsunuz?”[3]
Elbette cihat kişisel de olabilir. İslamî hadislerine göre, kim canı, malı, ailesi veya namusu tehlikeye düştüğünde savunmaya geçer ve öldürülürse savaş meydanında şehit olmuş bir asker gibidir.
Zulüm ortadan kalkıncaya ve hak âşıklarının ve adalet isteklilerinin hedefleri oluşuncaya dek cihat devam etmelidir. Kurân-ı Kerim şöyle buyuruyor:
“Hem bir fitne kalmayıp, din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla çarpışın. Vazgeçerlerse, düşmanlık ancak zalimlere karşıdır.”[4]
Yeryüzünde insan hayatının başlangıcından bugüne dek hayır ve şerr, hak ve batıl, Allah’ın orduları ve şeytanın orduları arasında sürekli bir savaş olmuştur. Ve bu mücadele dünyanın sonuna kadar devam edecektir. İnsanlar imam Mehdi (a.f)’in hükümeti zamanında kaynak ve servetlerin adaletli bir şekilde dağıtıldığına şahit olacaklar ve bu vesileyle, sadece o zaman savaş ve anlaşmazlıklar sona erecektir.
Cihat her ne şekilde; kalemle, dille veya silahla olursa olsun ibadettir. Ve kesinlikle halis bir niyetle yani Allah rızası için ve O’nun koyduğu kanunlara uygun bir şekilde ilahî hedefler uğruna yapılmalıdır. Özel maddî çıkarlar, kişisel, grupsal, ırk ve millî üstünlük veya başkalarının topraklarını işgal ederek daha fazla güç ve servet elde etmek gibi zalimce amaçlar için yapılan çalışmaları, hiç kimse cihat diye adlandıramaz.
Aslında cihat, her şeyden önce mücahidin kendi içinde başlamaktadır. Dış dünyada, batılın karşısında zafer elde etmekten emin olmak için, önce kendi içindeki nefsanî istekleriyle savaşmalı ve Allah’a ait olan kalbini her türlü şeytanî amaçlardan uzaklaştırarak insanî değerleri korumalıdır.
Kurân-ı Kerim şöyle buyuruyor:
“Ey, Rabbine, itaat edip huzura eren nefis! Hem hoşnut edici, hem de hoşnut edilmiş olarak Rabbine dön. Kullarımın arasına gir. Cennetime gir.”[5]
Meşhur bir rivayete göre Peygamber (s.a.a) bir gün İslam düşmanlarıyla yapılan savaştan galip bir şekilde gelen ashabına şöyle buyurdu: “Küçük cihadı tamamlayıp da, büyük cihat üzerlerine kalanlara selam olsun!”
Peygamber (s.a.a)’in ashabı bu söz karşısında büyük bir şaşkınlığa uğradılar; acaba elleri silahlı düşmanlarla ve tehlikelerle dolu olan savaştan daha büyük bir savaş ne olabilirdi? Peygamber (s.a.a)’den bu büyük cihadın ne olduğunu sordular. Peygamber (s.a.a) onlara şöyle cevap verdi:
“En büyük cihad nefisle olan cihattır.”
Buna göre nefsanî vesveselerin karşısında dayanıklı olmak nefsi bütün kötülüklerden arındırmak en zor ve en büyük cihattır.
Son olarak, Allah yolunda mücadele edenlerin Kuran’da zikredilen bir takım imtiyazlarına değinelim:
“İman edip de hicret edip, mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihat edenler, Allah katında en büyük dereceye sahiptirler. İşte bunlar murada ermiş olan mutlu kullardır. Rab’leri, onları kendi katından bir rahmet, bir rıza ve bir cennetle müjdeler ki o cennette onlar için bitmez tükenmez nimetler vardır. Onlar orada ebedi kalırlar. Çünkü en büyük mükâfat Allah katındadır.”[6]
[1]- Hûd, 61
[2]- Hacc, 39,40,41
[3]- Nisa, 75
[4]- Bakara, 193
[5]- Fecr, 27,28,29,30
[6]- Tevbe, 20,21,22
İYİLİĞİ EMRETMEK VE KÖTÜLÜKTEN ALIKOYMAK
İyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymak, buluğ çağına eren her Müslüman’ın, fıkıh kitaplarında açıklanan şartlara göre yapması gereken kendisine farz olan ibadetlerden birisidir. Hiçbir Müslüman etrafında gerçekleşen olaylar karşısında duyarsız ve sessiz kalmamalı. Her Müslüman bireyin sosyal sorumluluklarından birisi de; dinî ve insanî değerleri göz önünde bulundurmasıdır. Ve ne zaman bunlardan birisi, bilerek önemsenmez veya eksikliğe uğratılırsa; uygun bir tarzla tepki göstermeli ve hatalı olan kişilerden bu değerlere riayet etmelerini istemelidir. (örnek olarak bkz: Âl-i İmran, 109,113, A’raf, 199; Tevbe, 71,112; Hacc, 41)
9-10- TEVELLÂ VE TEBERRÂ
Farz amellerden biri de tevellâ yani; Allah’ı ve Allah dostlarını sevmektir ki bu dostların başında Peygamber (s.a.a) ve Ehl-i Beyt’i gelmektedir ve bir diğeri de teberrâ yani; Allah düşmanlarından uzak durmaktır.
Tevellâ ve teberrâ imanın gerekliliklerindendir. Birçok hadiste de zikredildiği gibi dinin çadırı, velayet sütunu olmadan ayakta duramaz ve iman, Allah için sevmek ve Allah için düşmanlık etmekten başka bir şey değildir.[1]
İmam Bakır (a.s) buyuruyor ki:
“İslam beş şey üzerine kurulmuştur; namaz, oruç, zekat, hacc ve velayet. Ancak bunlardan hiçbirisi, velayet kadar istenilmemiştir.”
İmam Sadık (a.s) Peygamber (s.a.a)’den şöyle naklediyor:
“Bir gün Peygamber (s.a.a) ashabına sordu: “İmanın hangi kolu diğerlerinden daha sağlam ve daha dayanıklıdır?” Ashaptan bazıları şöyle dediler: Allah ve Resulü daha bilir. Kimisi namaz, kimisi oruç, kimisi zekât, kimisi hacc ve umre ve kimisi de cihat dedi.
Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Bunların hepsi önemlidir. Ancak bunların hiç birisi Allah için sevmek, Allah için düşmanlık etmek ve Allah dostlarını sevip Allah düşmanlarından nefret etmekten daha önemli değildir.”[2]
Fuzeyl b. Yesar şöyle diyor:
İmam Sadık (a.s)’a sevmek ve nefret etmek hakkında şöyle sordum: Sevmek ve nefret etmek imandan mıdır? İmam cevap olarak şöyle buyurdu: “İman, sevmek ve nefret etmekten başka bir şey değildir.”[3] [4]
[1]- Usul-u Kâfi, iman ve küfür kitabı, “Allah için sevmek ve Allah için düşmanlık etmek” babı. Deaimi’l-İslam babı, c.1. Bu konu, mezkur babın diğer hadislerinde de zikredilmiştir.
[2]- Usul-u Kâfi, iman ve küfür kitabı, “Allah için sevmek ve Allah için düşmanlık etmek”, c.6
[3]- Aynı adres, hadis.5
[4]- Tevellâ ve teberrâ hakkında daha fazla bilgi edinmek için şu kitaplara başvurabilirsiniz: Şehit Ayetullah Destgayb, Büyük günahlar, c.2, bab.39, Farz bir ameli terk etmek, s.222 ve 225