Hz.İmâm Cafer’üs Sâdık, Hicret’in 83. yılında Rebîülevvel ayının 17. gününde Medine-i Münevvere’de dünyaya gelmişlerdir. Babaları Hz.İmâm Muhammed’ül Bâkır, anneleri Ümmü Ferve’dir.
Künyeleri “Ebû Abdullah, Ebû İsmail” ve “Ebû Mûsâ”dır. Lâkapları “Sâdık”tır.
Hz.İmâm Cafer’üs Sâdık’ın 7 erkek, 3 kız olmak üzere 10 evlâtları olmuştur. Kendileri, Hz.İmâm Muhammed’ül Bâkır’ın Hak’ka kavuşmalarından önce oğullarını ve “Ehl-i Beyt’i” seven seçkin kişileri huzûrlarına davet ettiklerini, onlara Kur’ân-ı Kerîm’in;
“Oğullarım, Allah size bu dini seçti; artık siz de ancak Müslümanlar olarak ölün” meâlindeki Bakara 132. âyet-i kerîmesini okuduklarını, sonra yüzlerini kendilerine döndürüp;
“Ben vefât edince na’şımı yere koy, beni yıka, Cuma günleri giyindiğim elbisemle kefenle, kabrime indirince kefenimin bağlarını çöz, defnimden sonra mezarımı dört parmak miktarı yükselt” buyurduklarını, sonra huzûrundakilere dışarı çıkmalarına izin verdiklerini rivâyet etmişlerdir.
Hz.İmâm Cafer’üs Sâdık buyururlar ki:
“Baba, vasiyyetlerini yalnızca bana da söyleyebilirdin” dedim.
Babaları Hz.İmâm Muhammed Bâkır buyurdular ki:
“Benden sonra işler kimin elinde, hepsinin bunu bilmesini; dost-düşman, hiç kimsenin senin imâmetinde bir şüpheye düşmemesini istedim.”
Hz.İmâm Cafer’üs Sâdık, babaları Hz.İmâm Muhammed’ül Bâkır’ın vefâtlarında 34 veya 35 yaşlarında idi. Saltanat makamında Ümeyye oğullarından Abdülmelik oğlu Hişâm oturuyordu. Hişâm’dan sonra saltanat tahtına geçen, Abdülmelik oğlu Yezîd’in oğlu Velid’in hareketleriyse, yalnız Ümeyye oğullarının aleyhinde bulunanları değil, Ümeyye oğullarını da aleyhine kışkırtmış, nihayet öldürülmüştü. Velid’in öldürülmesi, gerçekte Emevilerin saltanatlarının da sonuydu.
Emeviler, Hz.Ali evlâdına şiddetle karşı durmakla kalmamışlar, aynı zamanda kudretlerini Arap milliyetine dayamışlardı. Emeviler, Arap olmayan Müslümanlara; “Mevâli-Köleler” adını takmışlar, onları her hususta aşağı görmüşler ve aşağılatmaya, hatta yok etmeye çalışmışlardı. Irk üstünlüğüne dayanan bu siyâset; Arap olmayanların, bilhassa İranlıların, “Ehl-i Beyt” tarafını tutmalarına sebep olmuştu.
Hz.İmâm Cafer’üs Sâdık, Ümeyye oğullarının yıkım devresiyle Abbas oğullarının kuruluş devresinde, ümmetin imâmetini uhdelerine almışlardı. Emevi saltanatı bir yandan çeşitli isyânları yatıştırmaya, bir yandan yer yer aleyhlerine alevlenen ve Âl-i Muhammed’in öcünü almayı amaç edinmiş görünen kıyâm yangınlarını söndürmeye, ayrıca da halkın iktidara karşı hoşnutsuzluğunu gidermeye uğraşıyordu.
Fakat artık ne iktisadi durumu düzene sokmaya imkân vardı, ne ırk ayırımını, hatta sathi olarak telif mümkündü. Zengin zümre asâlet iddiasına sığınan servet sahipleri, daha da muktedir bir hâle gelmek için bölünenleri kışkırtıyorlar; horlanan zümre ise aldanmaya devam edip duruyordu.
Her yanda kan kokmada, öc alma hırsı canlanmakdaydı. Aynı zamanda düşünce ve inanç bölünmeleri, ayrılanları büsbütün ayırmakdaydı.
Bu zıt inançlara, bu inançları benimseyen zıt zümrelere karşılık; tefsir, fıkıh, hadîs, kelâm, aynı zamanda ricâli mantık ve cedel, lûgat, şiir ve edebiyat, tarih, hatta tıp ve astronomi bilginleri inkişaf etmiş, bu bilginler de rüsûh sahipleri yetişmişti.
Hz.İmâm Cafer’üs Sâdık, iktidarın zaafı karşısında gerçek İslâm’ı yaymak için bir zemin bulmuştu. Fakat aynı zamanda Mürcie, Kaderiyye, Sûfiyye inançları karşısında durmak ve bütün bu sınıflara karşı koymak bu inançlara karşı “Ehl-i Beyt” mezhebini korumak, gerçek inancı müdâfaa etmek zorundaydı.
Hz.İmâm Cafer’üs Sâdık, imâmetleri dolayısıyla bu vazifeyi gerçekten de ifâ ettiler ve zamanlarındaki çeşitli inançları temsil eden mezheplere karşı; “Ehl-i Beyt” mezhebine uyanlara “Caferi” ve bu mezhebe “Caferiyye” denilmesini sağladılar.
Hz.İmâm Cafer’üs Sâdık; bilgileriyle, üstünlükleriyle pek büyük bir ün sahibi olmuşlardı. Mâliki mezhebinin kurucusu sayılan Mâlik bin Enes;
“Üstünlük, bilgi, ibâdet ve takvâ bakımından, Hz.İmâm Cafer’üs Sâdık’tan ileri birisini ne bir göz görmüştür, ne bir kulak duymuştur, ne de öyle bir kişi, birinin gönlüne, aklına gelebilir” demiştir.
Ebû Hanife’ye;
“Fıkıhta en ileri kimi gördün?” diye sorulmuş.
Ebû Hanife’de;
“Cafer bin Muhammed’i gördüm” diye cevap vermiştir.
Zamanındaki ünlü bilgin ve fıkıh âlimleri Hz.İmâm Cafer’üs Sâdık’tan faydalanmışlardır. İnançlarında, hükümlerinde ayrılık olmakla beraber, tutarları dört bini bulan bilgin, Hz.İmâm Cafer’üs Sâdık’tan rivâyette bulunmuş, hadîs ashâbı çevrelerinde toplanmışlar ve kendilerinden hadîs rivâyet etmişler, faydalanmışlardır.
Hz.İmâm Cafer’üs Sâdık; tefsire, kelâma, fıkıha, fıkıh usûlüne v.s ’ye dair birçok sorulara cevap vermişlerdir. Hz.İmâm, tefsire ayrıca büyük bir ehemmiyet vermişler, kendilerine sorulan sorulara verdikleri cevaplarla da bu bilginin tedvîninde âmil olmuşlardır. Aynı zamanda sahâbe ve tâbiinden kendilerine müracaat edenlere verdikleri cevaplarla da hadîs ve fıkıh bilgilerinin esaslarını vaaz etmişlerdir.
Hz.İmâm Cafer’üs Sâdık; filozoflara, maddecilere, sertlikle değil; akli delillerle ve hoş bir sûretle karşı durmuşlar, akli delilleri nakli delillerle telif etmişler, böylece de dini gerçekleri izhâr eylemişlerdir.
Hz.İmâm Cafer’üs Sâdık’ın bu konularda yazmış oldukları 15 adet çok değerli eserleri, kitapları vardır. Hz.İmâm Cafer’üs Sâdık, bu sorulara verdikleri cevaplarla, telifleriyle çevrelerinde toplananlarla ve kendilerinden faydalananlarla gerçekten de bir medrese kurmuşlardı. Bu medrese; babalarının, atalarının ve Hz.Resûl-ü Ekrem’in medresesidir ve Hicret yurdu olan Medine-i Münevvere’de, Mescid-i Nebevî’de kurulmuştur.
Burada Hz.İmâm Cafer’üs Sâdık’tan; tefsire, hadîs’e, fıkıha, bunların usulüne, cedele, mantıka, kelâma, ricâle, felsefeye ait bilgileri tahsil ve tahlil edenler, İslâm ülkesinin her yanına dağılmışlar, bilgilerini İslâm âlemine yaymışlardır.
Hz.İmâm Cafer’üs Sâdık aynı zamanda bilginin yazılmasına, telifin çoğalmasına da ehemmiyet vermişler, ashâbını da bu yola sevk etmişlerdi. Onlara; “Yazın, yazmadıkça aklınızda kalmaz”derlerdi.
Hz.İmâm Cafer’üs Sâdık, Mufaddal bin Ömer’e;
“Yaz ve ilmini din kardeşlerine yay; ölünce oğullarına kitaplarını miras bırak” buyurmuşlardı.
Bu medresenin en bariz vasfı, bilhassa bağımsız oluşuydu. Bu medrese de; inançları, dîni hükümleri, iktidarda bulunanların dileklerine göre yorumlayan, onlara yamanan, onları koruyan, yaptıklarını meşru göstermeye uğraşan kişilerin temayülleri yer bulamamaktaydı; bu çeşit yorumlar, bu medresede kabul edilmiyordu.
Bu medresede; İslâm, bütün insanları bir görmekteydi ve herkes sorumluydu, kendisini bir sınıfın imtiyazına satanların, bu çeşit bilginlerin yeri değildi.
Hz.İmâm Cafer’üs Sâdık, Emevilerin yıkıntı devresiyle Abbas oğullarının henüz kuvvetlenmediği zamanlarda, imâmette bulundukları halde; devlete karşı kıyâm etmekle, hatta iktidarı ele geçirmekle bir şey yapılamayacağını görüyor ve biliyordu. Bu durumda İslâm’ı, kendilerine uyanlar arasında inanç ve ahkam cihetinden, atalarının; Hz.Resûl-ü Ekrem’in tebliğ buyurdukları hâle, ircâ’ı hedef edinmişler, İslâm dînini ve Müslümanları bölüntülere uğratan bütün fırkalara karşı durmuşlar, kendilerine uyanlara; “Özleriyle, sözleriyle, hareketleriyle İslâm’ı temsil etmelerini” öğütlemişlerdir.
Hz.İmâm Cafer’üs Sâdık;
“Halkı, bize yalnız dillerinizle çağırmayın” buyurarak, kendisine uyanlardan ahlâk bakımından dürüst olmalarını istemişler;
“Size Allah’tan korkmanızı O’na isyândan çekinmenizi, size verilen emanete riâyet etmenizi, bu sûretle de halkı bize sessizce, susarak davet eylemenizi tavsiye ederim” buyurmuşlardır.
“Sessiz olarak nasıl davet ederiz?” sorusuna da;
Hz.İmâm Cafer’üs Sâdık;
“Allah’a itâat hususunda size emrettiklerimizi tutarak, insanlara gerçek ve adâletle muamelede bulunarak, emanetlere riâyet ederek, ma’rûfu buyurup münkerden nehyeylerek. İnsanlar sizden ancak hayır görmeli; sizde bu güzel sıfatları, bunlara riâyeti, bu üstünlüğü görünce, bizim üstünlüğümüzü anlarlar, bilirler ve bize koşarlar” demişlerdir.
Hz.İmâm Cafer’üs Sâdık, oldukça uzun bir fetret devresinden sonra İslâm’ın kurduğu; iktisadi, ictimai ve siyasi düzenin, savaşla iktidar sahiplerine karşı durmakla sağlanamayacağını anlamışlar; siyâsete karışmamışlar, buna karşılık Müslümanları inanç, ahlâk ve ahkâm yönünden uyarmaya koyulmuşlardı.
Böyle olmakla beraber, Abbas oğulları devletinin ikinci hükümdarı Mansur (Saltanatı Hicri 136-158 yılları), zahiren Hz.İmâm’a büyük bir hürmet göstermekte, fakat her an ondan, onun Hz.Resûlullah’a yakınlığından, halk tarafından sevilip sayılmasından, tek sözle nüfuzundan şüphelenmekteydi.
Abbas oğulları devletinin ikinci hükümdarı Mansur, bir kere;
“Hz.İmâm Cafer’üs Sâdık’ın, Medine’deki evlerinin yakılmasını” emretmiş, bu emri yerine getirilmişti. Birkaç kere de Hz.İmâm’ı Irak’a getirtmiş, kendisine yazılan yazılara dayanarak şehit ettirmeyi kurmuştu.
Hz.İmâm Cafer’üs Sâdık, Hicret’in 148. yılında (Milâdi 765) Recep ayının 15. günü, Medine’de Mansur tarafından zehirlettirilerek şehit edilmiştir.
Hz.İmâm Cafer’üs Sâdık, Hak’ka vuslat etmeden önce, yakınlarından kendilerine uyanların, ileri gelenlerini hepsini huzûrlarına çağırmışlar, onlara;
“Namazı küçümseyenler, «kılmayanlar değil, mühimsemeyerek kılanlar, küçük bir iş sayanlar» gerçekten de bizim şefâatimize nâil olamazlar” buyurmuşlardır.
Hz.İmâm Cafer’üs Sâdık’ın ömürleri 65 yıl sürmüştür. Kabirleri, Medine’deki Baki mezarlığındadır. Hz.İmâm; babalarının, atalarının yanına defnedilmiştir.
Kendilerinden sonra imâmet, oğlu Hz.İmâm Mûsâ-i Kâzım’a intikal etmiştir.
En doğrusunu Allah bilir.
Vecîzelerinin Bir Kısmı
Hz. İmâm Cafer-i Sâdık’ın en büyük hususiyetlerinden biri de, herkesle anladığı dil ile konuşabilmesidir. Onun derslerinde ve sohbetlerinde bulunanlar, bilgi bakımından birbirlerinden çok farklı derecelerde olsalar bile, onun sözlerinden hepsi de kendilerine göre birşeyler öğrenebiliyorlardı.
Hz.İmâm Cafer-i Sâdık; Hak’kın, hakkıyla tanınması için şu dört şeyin bilinmesi gerektiğini ileri sürerdi:
1. Cenâb-ı Hak’kı tanımak.
2. Seni nasıl yarattığını, sana ne yaptığını, sana neler ihsân ettiğini bilmek.
3. Sana verdiği bütün bu paha biçilmez nimetlere karşı senden neler istediğini bilmek.
4. Varlık nurunu söndürecek, davranışların neler olduğunu bilmek.
Bu dört şeyin aynı zamanda ilmin esasını teşkil ettiğini söyler, şöyle derdi:
“Sadece Cenâb-ı Hak’kın varlığına inanmak yetmez. Allah’ı tanıdıktan sonra, onun varlığına inandıktan sonra, onun bizlere verdiği nimetleri de hakkıyla bilmemiz lâzım gelir.
Bunu bilmek, o varlığın bize verdiği nimetlere şükretmenin başlangıcıdır. Şükretmek kulluk vazifesini yerine getirmek demektir. Ancak bunu idrâk eden bir varlık, insan olmak sıfatına lâyık olur. Her çeşit ilim, bilgi falan da ancak bundan sonra gelir.
Ne olduğunu bilmeyen, bunu düşünmeyen, hiçbir şeye inanmayan, inanmak veya inanmamak için delili de olmayan bir insana ancak acımak lâzım gelir. O, Allah’ın kendisine verdiği aklı kullanamıyor demektir.”
Tövbe ederek halinizi ıslâh ediniz. Vakit varken tövbe edip ıslâh eylememekte direnenler, kendilerini beğenmiş zümreden sayılırlar. Tövbe ve istiğfar etmeyi, bugünden yarına bırakanlar ise ancak serserilerdir.
Günah işlemeyi âdet edinenler ve günah işlemekte devam edenler günün birinde düşeceklerini bilmez ve gaflet ederler. Günün birinde de bundan ancak zarar görürler. O gün büyük pişmanlık duyarlar ama, bu pişmanlık kendilerine hiçbir fayda vermez.
Bir gün Hak yolunun aşıklarından birisi Hz. İmâm Cafer-i Sâdık’a; “Yâ İmâm bana öğüt ver” diye yalvardı.
Hz.İmâm buyurdu ki:
Hak yolunun yolcularına şu dokuz öğüdü verebilirim. Sana da aynı öğütleri vereceğim. Eğer onun yolunda yürümeye azimli isen, bu dokuz öğüdü tutabilmek için Cenâb-ı Hak’kın sana yardımcı olmasını dilerim.
Bu dokuz öğütten üçü nefsin riyâzeti, üçü hilim ve üçü ilim hakkındadır. Bunları aklında tut ve ona göre davranmayı ihmal etme!
Hz. İmâm konuşmaya devam etti:
Nefsin riyâzeti için vereceğim üç öğüt şudur:
1. Karnının iyice acıktığını, iştahının iyice açıldığını hissetmeden, buna kanâat getirmeden hiç bir şey yemeyeceksin. İştahın olmadan yenilen yemek, insanı aptallaştırır. İnsan, ancak aç olduğu ve aç olduğunu hissettiği zaman yemek yemelidir.
2. Yiyeceğin yemeğin ancak helâl olduğuna kanâat getirdiğin takdirde, bunu yemen câizdir. Helâl olmayan yiyeceğe, karnın ne kadar açıkmış olursa olsun, hiçbir şekilde el sürmeyeceksin. Sofraya oturduğun zaman da yemeğe başlamadan önce Allah’ın adını anacaksın! Bu yemeğin sana Allah tarafından verildiğini unutmayacaksın!
3. Hz.Resûlullah bir hadîs-i şerifinde şöyle buyuruyor:
«İnsanoğlu karnından daha temiz olmayan bir kabı tıka basa doldurmamalı. Karnını üçe ayırmalı. Birini yiyecekler, birini içeceklere tahsis edip, üçüncü kısmını kendi nefsine ayırıp bunu boş tutmalı.»
İşte en doğru hareket tarzı da budur. Yani insan oğlu ne kadar aç olursa olsun, midesini yiyecek ve içecek ile midesinin ancak üçte iki kısmını doldurup bir kısmını boş bırakmalıdır. İnsan sofradan her zaman bir miktar daha yemek yiyebilecek halde iken kalkmalıdır.
İnsanlara çok lüzumlu olan hilm için vereceğim üç öğüde gelince, bunlara da çok dikkat etmek gerekir.
Hilm, insanla hayvanı ayıran başlıca unsurdur. Bir hayvana şiddetle muamele edilecek olursa, ondan da ancak şiddetle karşılık görülür. Şiddete karşı hilm ile karşılık verebilmek kudreti ancak insanlara mahsus bir şeydir. Hilmin sırrına ermiş olan kimse kemâl mertebesine yükselmiş olur.
Nefsin terbiyesi hilm ile belli olur. Kötülüğe karşı iyilik ile, hıyânete karşı sadâkatle, şiddete hilm ile karşılık verebilecek ve bunu seve seve yapabilecek kimseye ne mutludur. Böylelerinin hem diğer insanlar arasında itibarı çok artar; hem de dereceleri yükselir.
Kemâl yolunda, Hak yolunda yücelmek isteyenler mutlaka daha önce hilm yolundan geçmek zorundadırlar.
Hilm için vereceğim üç öğüt şudur:
1. Eğer biri haklı haksız yakana sarılıp sana hakaret savurur, küfür ederse; «Bana bir küfür edecek olursan on misli karşılık görürsün» bile dese, ona aslâ bir kötü söz söylemeyeceksin. Kendisine; «Bana yüz kötü söz söylesen bile, sana bir tek kötü söz söylemeyeceğim» diyeceksin. Kötü söz söylenecek kadar insanları aşağılatıcı bir şey olamaz.
2. Eğer sana biri kötü bir şey isnat edecek olursa, vereceğin karşılık şu olacaktır; «Eğer bana isnat ettiğin kötülükler bende mevcutsa, Cenâb-ı Hak’tan beni ıslâh etmesini niyâz ederim. Eğer bende, bana isnat ettiğin kötülükler yoksa, bana sadece iftira ediyorsan, o zaman da Cenâb-ı Hak’ka, bu kusurundan dolayı kazanacağın günahları affetmesi için yalvarırım. »
3. Sana karşı kötülük yapanlara sen iyilikle karşılık ver.
İşte insanı insan yapacak olan üç nasîhat. İnsanlar bu yolu tutacak olurlarsa çok kazanırlar. Haksız yere işiteceğin kötü bir söze, uğrayacağın bir hakarete, hakkında yapılan bir iftiraya, eğer hilmin bu üç düsturu ile karşılık verecek olursan; sana bu kötülükleri yapmış olan kişiler, sonunda ne olsa utanacaklardır. Yürekleri ne kadar karanlık olursa olsun, yine de bir pişmanlık duyacaklardır. Yüreğinde duyulacak bu pişmanlık kadar insanlara iyi tesir eden, onları doğru yola sevk eden bir şey olamaz.
Sen böyle davranmakla, hem de başka insanları doğru yola sevk edeceksin! Böylelikle de sevâb kazanmış olacaksın. Derin bir ruh huzûru hissedeceksin. Bunlar insanları saâdete çıkaracak kapıların anahtarlarıdır.
Şimdi de ilme ait üç öğüt veriyorum. Bu üç öğüt de şunlardır:
1. İlmi, hakiki âlimlerden öğrenmeğe bak. İlmi bilgisi hakkında, mutlak kanâatin olmayan kimselerden, bilgi öğrenemezsin. Bu gibiler belki de seni doğru yoldan saptırırlar.
Bilgisine her hususta güvenebileceğin bir âlim bulursan, ona bilmediklerini, iyi anlayamadıklarını sormaktan asla çekinme! Hiçbir vakit alaya kaçma!
Ve bilhassa vaktin kıymetini bil. Boşuna vakit geçirme! Allah’ın insanlara verdiği ömür pek kısadır. İlim yolunda ilerlemek isteyen bir kimse, vaktinin pek dar olduğunu hiçbir vakit unutmamalıdır.
2. Konuşurken çok dikkatli ol! Hiçbir vakit doğruluğundan emin olmadığın bir sözü söyleme! Kafadan atma! Konuşurken de mutlaka ihtiyâtlı ol!
3. İlimde fetvâ verecek bir dereceye vardığın zaman; konuşmadan, fetvâ vermeden önce çok düşün! Yanlış, hatalı bir fetvâ vermeden önce çok düşün! Yanlış, hatalı bir fetvâ vermekten, arslandan korktuğun kadar kork! Biri senden bir şey öğrenmek istediği zaman da, ondan hiçbir karşılık beklemeden ve ummadan kendisine doğru cevaplar vermeğe çalış. Gerekiyorsa cevap vermeden önce başkalarına da danışmaktan çekinme!
Hz.İmâm Cafer-i Sâdık, bir gün de büyük oğlu İsmail’e nasîhat ediyordu. Ona on iki nasîhat verdi. Hakikatte bu nasîhatlar yalnız oğluna değil, bütün mü’minlere verilmiş nasîhatlardır. Kıymeti de pek büyüktür.
İnsana doğruluk ve saâdet yolunu gösteren bu nasîhatlar şunlardır:
1. Kendi malına ve hissesine kanâat eden her zaman zengindir. Fakat bir insan ne kadar zengin olursa olsun, eğer başkalarının malında gözü varsa o fakirdir. Ve fakir, muhtaç olarak dünyadan gider. Hayatında da hiçbir zaman rahat edemez.
2. İlâhi kazaya razı olmayanlar, bunu tâyin etmiş bulunan Cenâb-ı Hak’kın emirlerine karşı gelmiş sayılırlar.
3. Kendi hatasını, noksanını bilmeyen ve anlamayan bir kimse, başkalarının hatâ ve noksanlarını olduğundan büyük görür. Böyle bir kimse, herkes de kusur bulmağa çalışır. Böylelikle de hiçbir zaman kendi noksan ve kusurunu göremez. Kendisini ıslâh edemez ve çok yazık etmiş olur.
4. Başkalarının kusurlarını meydana vurmak isteyen, buna çalışan bir kimse, günün birinde kendi kusurlarının meydana vurulduğunu görerek dünyaya rezil olur.
5. Müslümanlar arasında fesâd çıkarmak maksadıyla kılıç çekmiş olan bir kimsenin kanı, günün birinde yine kılıçla dökülmeğe mahkumdur.
6. Halka kuyu kazanlar, her zaman kazdıkları kuyuya düşerler. Böylece lâyık oldukları cezayı, kendi elleri ile kendilerine vermiş olurlar.
7. İmkân ve fırsat buldukça bilgi sahibi kimselerle beraber ol. Onlardan bir şeyler öğrenmeğe bak. O zaman fazîletin artar. Merteben yükselir.
8. Eğer câhil ve sefîhlerle düşüp kalkarsan, onlar seni de günün birinde kendi derecelerine düşürürler. Bu gibilerle asla yakınlık kurmayasın.
9. Kötü işlerle uğraşanlara ayak uyduranlar, bir gün onlar gibi kötü olurlar.
10. Her yerde hakikati söylemekten çekinmemelisin. Hatta böyle konuşmaktan sana zarar geleceğini bilsen bile sen yine de doğruyu söylemelisin! Böyle davrandığın için belki ilk zamanlarda sana zarar gelecektir. Ama sonunda böyle davranmış olduğun için ancak fayda göreceksin. Hakikati gizlediğin için fayda görebilmene imkân yoktur. Fayda gibi göreceğin şeyler de gelip geçicidir. Sonunda fayda umduğun halde büyük zarar görmen muhakkak ve mukadderdir.
11. Başkalarını ayıplamaktan, başkalarının ayıbını yüzüne vurmaktan kaçınmalısın! Böyle davranmayıp ayıbını yüzüne vurursan, herkes sana düşman olur. Ve günün birinde kendi ayıplarının da yüzüne vurulduğunu görürsün.
12. Bir gün bir ihtiyaç karşısında kalabilirsin. O zaman durumunu herkese açma! Herkesten yardım isteme. Ancak kerem sahibi olduklarını bildiklerinden yardım isteyebilirsin.
|