“Hiçbir siyasi mühendislik çalışması, tarih boyunca yaşadığımız beraberliğimize halel getiremez”
Tarih: 07.09.2012
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM) ve Marmara Üniversitesi Orta Doğu Araştırmaları Enstitüsü tarafından ortaklaşa düzenlenen uluslararası “Arap Uyanışı ve Yeni Orta Doğu’da Barış: Müslüman ve Hristiyan Perspektifler” konferansı İstanbul’da başladı.
2 gün sürecek konferansın açılış törenine, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez’in yanı sıra Mısır Başmüftüsü Şeyh Ali Cuma, Lübnan eski Cumhurbaşkanı Emin Cemayel ve diğer dinlere mensup dinî liderler de katıldı.
Konferansın açılış konuşmasını yapan Diyanet İşleri Başkanı Görmez, konferansın, farklı din mensuplarının birbirini tanımak ve güzel temennilerde bulunmak için bir araya geldiği bir diyalog toplantısı olmadığını belirterek, konferansın, hak, hukuk ve adaletin ikame edilmesi ve tüm insanlık için daha güvenli hayat alanları oluşturma amacıyla düzenlendiğini söyledi.
Günümüzde İslâm medeniyet havzasında bulunan unsurlar arasında yeni bir fitne ateşi yakılarak medeniyet içi bir çatışma istendiğini ve İslâm coğrafyasında dine, mezhebe ve etnisitiye dayalı farklılıkların derinleştirilerek çatışmaların körüklendiğini dile getiren Diyanet İşleri Başkanı Görmez, “Umuyor ve diliyorum ki, bu medeniyet havzasının tüm unsurları bir taraftan yitirdikleri hikmeti bulma çabasını gösterirken diğer taraftan basiretleriyle bu fitne ateşini söndüreceklerdir.” diye konuştu.
Diyanet İşleri Başkanı Görmez’in konuşmasından öne çıkan başlıklar şöyle:
“Bu topraklar binlerce yıl barış ve esenliğin diyarı oldu”
“Bizler geçmişten bugüne kadar aynı medeniyet havzasında var olmuş toplulukların mensuplarıyız. Modern zamanlara kadar barış içinde bu coğrafyayı birlikte imar ederek aynı atmosferi soluyup bu toprakları kendimiz için “Darü’s-selâm” yaptık. Yani barışın yurdu. Evet, bu topraklar binlerce yıl barışın ve esenliğin diyarı oldu.
Bu topraklar böylece dünyanın hiçbir yerinde olmadığı kadar çok dinli, çok kültürlü ve çok uluslu toplumlar oldu ve bu ruh her zaman bölgemizde yaşadı. Bağdat, İstanbul, Şam, Marakeş, Beyrut, Kahire, Kurtuba’nın kuruluşlarında, daha ilk planlamalarında her zaman camiler, kiliseler ve havralar oldu. Bu şehirler, bu mabetleri dolduran inananların varlığı ve birlikte yaşaması, hayata katkı vermesi, birlikte gülüp birlikte ağlaması ile dünyanın başka bölgelerindeki şehirlerden farklı oldular.”
“İslâm Medeniyetinin inşası, bu coğrafyadaki dinî, mezhebî ve etnik tüm unsurların birlikteliklerinin sonucudur”
“Hiç şüphesiz bizim zihinsel algımıza göre İslam Medeniyetinin inşası sadece Müslümanların beşeri tecrübesini yansıtmaz. Bu tecrübe, bu coğrafyadaki dinî, mezhebî ve etnik tüm unsurların birlikteliklerinin sonucudur. Bu bölgede çok farklı tezahür eden dinî ve mezhebî unsurlar modern zamanlara kadar asla kitlesel bir çatışmanın ve birbirini ötekileştirmenin konusu olmadığı gibi medeniyetin inşası için dayanışma içinde olmuşlardır.
Bugün biz toplum önderlerine, din adamlarına, aydınlara ve siyasetçilere düşen görev, entelektüel anlamda dün var olan bu birlikteliğin hikmetini bugüne neden taşıyamadığımızı aramak olmalıdır. Geçmişte bu coğrafyayı darü’s-selam yapan hikmet nedir? Bugün var olan toplumsal sorunları çözmek için sorulacak büyük soru şudur: Modern zamanlarda bu hikmetin yitirilmesinde, dinî kurumların ve dinî rehberlerin sorumlulukları hiç yok mudur?
Bugün bu coğrafyada hikmetini yitirmiş medeniyet havzasının mirasçıları olan bizler, maalesef siyasal karmaşa ile toplumsal kargaşanın getirdiği trajik sahnelere her geçen gün daha fazla şahitlik etmekteyiz. Bunda âlimlerimizin, din adamlarımızın ve dinî kurumlarımızın, tarihin akışına katkı yapmak yerine, sadece tarihe tanıklık ederek olanlar karşısında seyirci kalmalarının payı yok mudur?”
“İslâm medeniyet havzasında bulunan unsurlar arasında yeni bir fitne ateşi yakılarak medeniyet içi bir çatışma istenmektedir”
“Artık hepimiz biliyoruz ki; Sovyet Rusya’nın yıkılmasıyla kutuplaşma arayışı medeniyetler çatışması üzerine inşa edilmeye çalışılmış ve İslam ile batı karşı karşıya getirilerek bir çatışma alanı oluşturulmak istenmiştir. Ancak bu çatışma senaryoları ferasetli duruşlar sayesinde sadece teorik çerçevede kalmıştır. Bu bağlamda üretilmiş islamofobia hala batıda bu çatışma alanının oluşması için kışkırtılsa bile Müslümanların bu tuzağa her şeye rağmen düşmemeleri en büyük temennimizdir. Ferasetle bir tehlike insanlık adına yok edilmişken üzülerek belirtmek isterim ki, İslâm medeniyet havzasında bulunan unsurlar arasında yeni bir fitne ateşi yakılarak medeniyet içi bir çatışma istenmektedir. Müslüman coğrafyasında dine, mezhebe ve etnisiteye dayalı farklılıklar derinleştirilmekte ve çatışmalar körüklenmektedir. Bir taraftan kan ve gözyaşı akarken diğer taraftan barutun kokusu bu coğrafyada yaşayan bütün farklılıkları korkuya sevk etmektedir. Umuyor ve diliyorum ki, bu medeniyet havzasının tüm unsurları bir taraftan yitirdikleri hikmeti bulma çabasını gösterirken, diğer taraftan basiretleriyle bu fitne ateşini söndüreceklerdir.”
“Farklılıkları rahmet olarak gören bir anlayışın mensubuyuz”
“Bu toprakların altındaki doğal zenginliklere göz dikerek ayrılıkları kaşıyan aktörler bilmelidir ki, bu toprakların üzerinde var olan dinî, mezhebî ve etnik farklılıkların varlığı, bu toprakları bereketli kılmaktadır. Farklılıkları rahmet olarak gören bir anlayışın mensubu olanların kendilerini bu rahmetten yoksun bırakmaları söz konusu olamaz.
Bütün ilahi dinlere göre mazlumun da dinine bakılmaz, zalimin de dinine bakılmaz. Her nerede olursa olsun mazlum ve mağdura dini ve mezhebi sorulmaksızın kucak açılır. Ve her kim olursa olsun dinine bakılmaksızın zalime karşı olmak vicdan ahlakının gereğidir.
Zulme, sömürüye, işgale, savaşa, baskıya, menfaate, korsanlığa, silaha ve güce dayalı egemen uygarlıktan kurtularak adalete, dayanışmaya, bağımsızlığa, barışa, özgürlüğe, dostluğa, bilgeliğe, hukuka ve ahlaka dayalı evrensel değerlerin medeniyetini oluşturma gayesi insanlığın vecibesi olmalıdır.
Sadece kendi taraftarlarının veya çoğunluğun inanç haklarını önceleyen ve başkaca inançları yok sayan anlayış değil; kim olursa olsun, az çok demeden ve herhangi bir değere tabi tutmadan herkesin inanç hakkını ve inancını dilediği gibi yaşama hakkını kutsal gören anlayış ahlakî olandır.”
“Herkesin canı, nesebi, aklı, malı ve dini kutsaldır ve güvence altındadır”
“İslam medeniyetinin hâkim olduğu coğrafyanın hukuk normunun temel paradigması beş temel esas üzerine bina edilmiştir. Makasıd-ı Hamse olarak formüle edilen bu esaslar; dinin, aklın, malın, nesebin ve canın korunmasıdır. Bu bağlamda herkesin canı, nesebi, aklı, malı ve dini kutsaldır ve güvence altındadır. Hiç kimse dini inancından dolayı kınanamaz ve her topluluk dini inancını birlikte yaşama hakkına sahiptir. Her dinin kutsal kabul ettiği mabetler barış zamanında da savaş zamanında da dokunulmazdır. Her inanç sahibi tarih boyunca bu topraklarda eman içinde olmuşlar, bundan sonra da bu medeniyetin asli unsuru olarak hiçbir korkuya ve endişeye kapılmaksızın güven içinde bulunacaklardır.
İnsanlığın geldiği bugün ki evrensel tabii hukuk çerçevesinde de farklı inançları benimseme, o inanç içerisinde farklı yol ve yorumlarla dinî hayatı anlama ve yaşama her insanın ve topluluğun doğal ve özgür tercihi olarak kabul edilmektedir. İnsan haklarına dayalı oluşan her hukuk devletinde inançlara baskıdan, inançlar üzerinde hâkimiyet alanı oluşturmaktan bahsedilemez.
Ülkelerinde toplumsal barışı ve huzuru temin etmek isteyenler asgari olarak bu hakları teminat altına alan hukuku tesis etmelidirler. Unutulmamalıdır ki, haklar insanlara herhangi bir lütufla ve ihsanla bahşedilmez. Haklar, ancak ve ancak insan haklarına dayalı hukukun varlığıyla oluşturulur.”
“Bugün şiddeti ve terörü enstrüman olarak kullanan hiçbir yapının İslam’dan referansını alması asla söz konusu olamaz”
“İlahi dinlerin bütün mensuplarına seslenerek buradan bir özeleştiri yapmak istiyorum. Mirasçısı olduğumuz peygamberler geleneği geldikleri her şiddet toplumunu merhamete dönüştürmüşken, bizler modern zamanlarda hangi öğretinin etkisinde kalarak merhamet medeniyetinin yurdu olan beldelerimizi şiddetle anılır hale getirdik. Şiddetin dili hiçbir dinin dili olamaz. Dinler şiddete bizi çağırmaz, barışa ve esenliğe davet ederler. Bugün şiddeti ve terörü enstrüman olarak kullanan hiçbir yapının İslam’dan referansını alması asla söz konusu olamaz.”
“Hiçbir siyasi mühendislik çalışması, tarih boyunca yaşadığımız beraberliğimize halel getiremez”
“Dini kurumlar ve din adamları son yüzyıllarda Sekülerizmin etkin gücü ile zayıfladılar. Ancak siyaset, dinî kurumların bu zayıflığında bile, onları kendi amaçları için kullanmaktan vazgeçmedi. Siyaset dinî kurumlarımızı ve toplumlarımızı güç kavgasının bir aracı olarak görmekten geri durmadı. Bizler, dinlerimizin gücünü siyasetin yanlış emellerine vermemeliyiz.
Bizler, kan ve gözyaşını, nesillerin yok olmasını, yangın yerlerine dönen ülkelerimizdeki zenginlikleri korumalıyız. Biz bunları engellemeliyiz. Dinlerimizin aynı sevgi ve rahmet mesajıyla bunların önüne geçmeli, bizler bir damla insan kanının binlerce varil petrolden değerli olduğunu anlatabilmeliyiz.
Biz din adamları ve dini kurumlar modern zamanlarda toplumla iç içe olmaktan uzaklaşıp sadece mabetlerin içine kendimizi adeta hapsettik. Bu toplumdan uzaklaşma durumu toplumsal dinamiklerin kendilerini farklı referanslarla besleyip yeni dini tezahürlerin oluşmasına neden olmaktadır. Hiç şüphesiz gelenekten uzak kalarak oluşan bu yeni anlayışlar, sığ ve derinliksiz yapıları oluşturmakta ve kolaylıkla şiddete savrulabilmektedirler. İnsanlığın geleceği için mabetlerimizden ve kurumlarımızdan dışarı çıkarak sorumluluğumuz doğrultusunda ahlakın egemen olmasını sağlamalı ve buna göre toplumsal hayatın oluşmasına katkı yapmalıyız.”
“Yeryüzünde fitnenin ortadan kalkması için ortak çaba içinde olalım”
“Bizler buradan dünyaya seslenmeli ve demeliyiz ki, hiçbir siyasi mühendislik çalışmaları tarih boyunca yaşadığımız beraberliğimize halel getiremez. Bu birlikteliğimizi bozma çabası üzerine yapılacak her türlü girişimler ve oluşumların bizlerden destek alması mümkün olmayacağı gibi bütün bunlar kadim dini geleneklerimiz tarafından etkisiz hale getirilecektir.
Bizler insanlığın vicdanına seslenmeli ve demeliyiz ki; bir tarafta çılgınca aşırı tüketimin, israfın, hızın ve hazzın yaşandığı mutlu azınlığın oluşturduğu dünya, diğer tarafta açlık sınırının, sokağa terk edilmişliğin, zulüm karşısında yurtlarını terk edenlerin ve gelecek endişesi taşıyan ve bütünüyle çaresizliği yaşayan kimsesiz ve sessiz çoğunluğun oluşturduğu bir dünya var ise insanlığın vicdanı nerededir? Kuran’ın ifadesiyle ‘feeyne tezhebün’ demeli ve bu gidişata karşı dur demek için, durup düşünmeliyiz.
Geliniz fitneyi savaştan beter görelim ve yeryüzünde fitnenin ortadan kalkması için ortak çaba içinde olalım. Yeniden bölgemizin barış yurdu olması için savaşın stratejisini değil, barışın kelamını yapalım ve barışın hukukunu oluşturalım. Korkularımızı yenelim, duanın ve sözün gücüne inanarak ümitvar olalım. Geleceğin inşa edilecek dünyası bizim bu umudumuza ve niyazımıza bağlıdır.”
Konferansın açılış töreninde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Diyanet İşleri Başkanı Görmez’in yanı sıra Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi Başkanı Prof. Dr. Mehmet Akif Aydın, Mısır Başmüftüsü Şeyh Ali Cuma, Lübnan eski Cumhurbaşkanı Emin Cemayel ve Fener Rum Ortodoks Patriği III. Theofilos da katılımcılara hitap etti.