Ana Sayfa İç Gündem Ülke Gündemi Dünya Gündemi Kütüphane Etkinlik Kültür -Sanat- Bilim Haber - Analiz Caferider
Mekke'nin emini Peygamberliğe seçiliyor
Paylaşım :
Mail Yazdır Yorum Yaz 0 Yorum
06-06-2013 10:26 - 1010 Okunma

Hira dağı, Mekke’nin kuzeyinde yer almıştır. Yarım saatte onun doruğuna çıkmak mümkündür. Bu dağın zahirini kara kaya parçaları oluşturmakta ve herhangi bir hayat belirtisi göze çarpmamaktadır, orada.  Dağın kuzey kesiminde bir mağara vardır. Kayaların arasında Kayaların arasından geçtikten sonra varılan bu mağara insan boyu yüksekliğindedir. Mağaranın bir bölümü Güneş'in nuru ile aydınlanmakta, diğer bölümleri ise edebi bir karanlığa boğulmuş bulunmaktadır.

Bu mağaranın kendi samimi dostu hakkında bir sürü hatıraları vardır. Bugün bile insanlar, o hatıraları mağaranın dilinden duymak aşkıyla oraya doğru koşuyor, birçok zahmetlere katlanarak oraya varıyorlar ve vahiy maverasını ve insanlık dünyasının büyük önderinin hayatının bir bölümünü ondan soruyorlar. Mağara da hal diliyle şöyle diyor, onlara: Burası, Kureyş Azizi'nin ibadetgâhıdır. O, risalet makamına erişmeden önce nice geceleri ve gündüzleri burada geçirmiştir. O, gürültüden uzak olan bu noktayı, ibadet ve Allah'a tapma için seçmişti. Ramazan ayının hepsini burada geçiriyordu.  Bu ayın dışında da ara sıra buraya geliyordu. Öyle ki, değerli eşi Hatice, aziz kocası eve gelmediği zaman kesinlikle Hira dağında ibadetle meşgul olduğunu biliyordu; kendisini arattığında da onu orada ibadet ve tefekkür halinde buluyorlardı.

Hz. Muhammed (s.a.v) nübüvvet makamına erişmeden önceki iki konu üzerinde çok düşünürdü:
1- Yer ve göğün melekûtu hususunda tefekkür ediyor, her varlığın yüzünde Allah'u Teala'nın nurunu, Allah’ın kudretini ve Allah'ın ilmini müşahede ediyor ve bu yolla kendi yüzüne gayb âleminden bazı pencereler açıyordu.

2- İleride uhdesinde bırakılacak olan ağız vazife hakkında çok düşünürdü. O günün o fasit ve alçak toplumunu ıslah etmek, onun nazarında muhal değildi gerçi, fakat ıslah programını uygulamak da kolay bir iş değildi.
 

Bu yüzden, Mekkelilerin fesat ve ayyaşlığını görüp onları nasıl ıslah edeceğini düşünüyordu.  İnsanların, ruhsuz ve iradesiz putlar karşısında eğilip ibadet etmelerine çok üzülüyordu; bunu yüzünden anlamak mümkündü, hakikatleri söylemeye memur olmadığı için onları bu işten sakındırmaya kalkışmıyordu.

VAHY'İN BAŞLANGICI
Allah Teala tarafından bir melek,  hidayet ve saadet kitabının başlangıcı olarak, bir kaç ayeti Kureyş emini’ne okuyarak onu nübüvvet makamı ile şereflendirmeye memur oldu. O melek Cebrail'i Emin ve o gün de " bi'set günü"  idi. İleride bugünün tayini üzerinde konuşacağız, inşallah.
Hiç şüphesiz melekle karşılaşmak, özel bir hazırlığı gerektirmektedir. Kişinin ruhu çok büyük ve kuvvetli olmadıkça, nübüvvet yükünü taşımaya gücü yetmez, melekle karşılaşmaya, görüşmeye dayanamaz. Kureyş Emin'i bu hazırlığı elde etmişti, uzun ibadetler, çok tefekkürler ve ilahi inayetler sonucu.

Siyer yazarlarının birçoğunun nakline göre o, bi'setten önce apaydın gün gibi doğru ve gerçek rüyalar görüyordu. (1)
Onun için en tatlı, en lezzetli anlar, Allah Teala ile halvet edip ona ibadetle meşgul olduğu anlar idi. Âlemlerin Rabbi’yle halvet ettiği günlerden birinde, bir melek bir levha ile nazil oldu; levhayı onun karşısında tutarak : "Oku!" dedi. O, ümmi, ders okumamış olduğundan:  "okuyamıyorum" dedi. Vahy meleği onu şiddetle sıktı ve okumasını istedi. Aynı cevabı alınca, onu tekrar şiddetle sıktı. Bu iş üç defa tekrarlandı.  Üçüncü sıkıştan sonra birden levhayı okuyabildiğini hissetti ve hakikatte insanlığın saadet kitabının önsözü sayılan ayetleri okumaya başladı:
 "Oku, Rabb’inin adıyla ki (bütün varlıkları) yarattı. İnsanı, pıhtılaşmış bir kandan var etti. Oku! Rabb'in pek büyük ve sonsuz bir kerem sahibidir. O ki, kalem ile (yazmayı) öğreti. İnsana bilmediği şeyleri belletti." (2)

Cebrail, vazifesini yerine getirdikten sonra Resulullah Hira dağından indi ve Hatice'nin evine doğru yola koyuldu.(3)
Zikredilen ayetler, Resul-i Ekrem'in risalet programını kısaca beyan etmekte ve onun dininin temelini okuma, yazma ve ilmin oluşturduğunu vurgulamaktadır.

(1)  Sahih-i Buhar-i c. 1 Kitab’ül-İlim, s. 43 ve Bihar’ul-Envar, c.18 s. 194
(2) Alak suresi, 1–5 ayetler
(3) Sire-i İbn-i Hişam, c.1 s. 236 Sahih-i Buharî, c 1 s 3 Mezkûr hadisin burada naklettiğimiz bölümü sahih ve metindir.  


İLK İMAN EDENLER
Peygamber'e İman Eden İlk Erkek ve İlk Kadın

Kur'an dilinde İslam ilk kabul edenlere "Es-Sabikun " denir. Peygamber’e daha evvel iman etmek Sadr-ı İslam'da, fazilet ve üstünlük ölçütü sayılırdı. Bunun için, tam bir tarafsızlıkla sahih belgelere dayanarak konuyu inceleyip hem kadınlardan, hem de erkeklerden ilk iman eden kişiyi tanımalıyız.

KADINLARDAN HATİCE

Peygamber'e iman eden ilk kadının Hatice olduğu, tarihin zaruri yatındandır ve bu hususta muhalif bir kimse bulunmamaktadır. (1)  Fazla uzayacağından korktuğumuz için buna delil olarak sadece bir önemli tarihi belgeye işaret edeceğiz, burada. Tarihçiler peygamber'in hanımlarından biri olan Ayşe’den şöyle dediğini nakletmişlerdir: "Ben daima Hatice'yi görmediğime çok üzülüyor, Peygamber'in ona karşı sevgi ve ilgisine şaşırıyordum. Çünkü Peygamber, her zaman O'nu yad ediyor, bir koyun kestiği zaman Hatice'nin dostlarına da bir pay gönderiyordu.
Günlerden birinde Resulullah evden dışarı çıktığı zaman Hatice'yi andı ve biraz övdü. O anda ben kendimi tutamadım ve: "O, yaşlı bir kadındı; Allah sana ondan daha hayırlısını nasib etmiştir" dedim. Benim bu sözüm, Peygamber'i çok üzdü ve sinirlendiği alnından malum idi. Bunun üzerine : "Asla öyle değildir!" buyurdu. "Ondan hayırlısı bana nasip olmamıştır! Bütün insanlar küfür ve şirk içinde bocaladıkları bir zamanda O, bana iman etti ve çok zor durumlarda bütün varlığını benim yetkime bıraktı; Allah bana, Ondan öyle evlatlar nasib etti ki, hiç birinizden nasip etmedi." (2)
Hatice'nin ilk iman eden kadın olduğuna diğer bir şahit de, ilk vahiy geldiği zaman vuku bulan hadiselerdir. Çünkü Resulullah Hira mağarasından aşağı inip eve geldiğinde görüp duyduklarını Hatice'ye anlatıyor ve Hatice de hemen tasrihen ve telmihen değerli kocasına iman ettiğini bildiriyor. Üstelik Hatice defalarca Arap kâhinleri ve bilginlerinden kocasının peygamber olacağına dair birçok şeyler duymuştu. Hz. Muhammed (s.a.v) ile evlenmesinin sebeplerinden biri de bu konuda duydukları idi.

(1) Sire-i İbn-i Hişam, c.1 s. 240
(2) Bihar’ul-Envar, c.16 s. 8

ERKEKLERDEN HZ. ALİ

Sünni olsun, Şia olsun tarihçilerin ittifaka yakın bir çoğunluğu, erkeklerden ilk iman eden kişinin Ali (a.s) olduğunu kabildirler. Bu meşhur kavlin mukabilinde tarihte bir -iki nadir kavilde göze çarpmaktadır. Mesela, Peygamber’e ilk iman eden kimsenin, peygamber’in evlatlığı Zeyd b. Harise veya Ebu Bekir olduğu da söylenmiştir. Fakat birçok delil vardır ki, meşhur kavli teyit etmektedir. Burada o delillerden sadece bir kaçını zikrediyoruz:

1- Hz. Ali, Peygamber'in yanında büyümüştü.
 
Ali (a.s) çocukluktan Peygamber'in evinde kalıyordu. Peygamber-i Ekrem, şefkatli bir baba gibi onu terbiye etmeye çalışıyordu. Bütün siyer yazarları ittifakla şöyle yazıyorlar:

"Peygamber'in bi'setinden önce, Mekke'de ilginç bir kuraklık olmuştu. Kureyş'in büyüğü Ebu  Talib'in kalabalık bir ailesi vardı. Geliri, giderini karşılamıyordu. Amcasının durumunu gören peygamber, diğer amcası Abbas’ın yanına giderek "Ebu Talib'e yardımcı olmamız lazımdır, durumu pekiyi değildir " dedi. Bunun üzerine Ebu Talib'in çocuklarından bazısını kendi yanlarına almayı kararlaştırdılar. Peygamber, Ebu Talib'in çocuklarından Ali'yi, Abbas da Cafer'i kendi evlerine götürdüler." (1)

 Ali (a.s) Peygamber'in (s.a.v) evine gittiği gün sekiz yaşından az olmasa gerek. Çünkü Ali'yi yanına almaktan maksat, Ebu Talib'in geçimini kolaylaştırmak olduğuna göre, sekiz yaşından küçük olan bir çocuğu baba ve anasından ayırmak, biraz zor olmasından başka onların geçimini kolaylaştırmakta da fazla etkili olamaz.

Binaenaleyh, Ali öyle bir yaşta olmalıydı ki, Peygamber'in onu kendi evine götürmesinin, Ebu Talib'in geçiminin iyileşmesinde göze çarpacak bir etkisi olsun. Hal bu iken, "Zeyd b. Harise ve benzeri yabancılar, vahyin sırlarından haberdar idiler ama Peygamber'e herkesten daha yakın ve her zaman onunla beraber olan amcası oğlunun, peygamber’e inen ilahi sırlardan haberi yoktu" demek mümkün müdür acaba?
Peygamber'in Ali'yi kendi yanına alıp, terbiyesini üstlenmesinin sebeplerinden biri de, Ebu Talib'in hizmetlerini bir yere kadar telefi edebilmek idi. Üstelik peygamber’in yanında, bir insanı doğru yola hidayet etmekten daha aziz ve daha değerli bir şey yoktu. O halde, peygamber , amcası oğlu gibi  kalbi aydın ve zekalı bir ferdi , bu büyük nimetten mahrum bırakır mıydı hiç?

Bir de bizzat Ali'yi (a.s) dinleyelim. Ne diyor bakalım bu konuda:

"Resulullah'a (s.a.v) ne kadar yakın olduğumu, onun katında nasıl bir mertebeye ulaştığımı bilirsiniz. Çocuktum henüz, o beni bağrına basardı; yatağına alırdı; vücudunu bana sürerdi, onun güzel kokusunu duyardım. Devenin yavrusu nasıl anasının ardından giderse, ben de onun ardından giderdim; o her gün bana huylarından birini belletir, ona uymamı buyururdu.
Her yıl Hira dağına çekilir, kulluğa koyulurdu; onu ben görürdüm,  başkası görmezdi. O gün İslam, Resulullah (s.a.v) ile Hatice’den başkasının evinde yoktu, ben de onların üçüncüsüydüm. Vahy ve peygamberlik nurunu görürdüm, nübüvvet kokusunu duyardım" (1)
(1) Sire-i İbn, i Hişam, c.1 s. 236, bu olay, bi'setten önceki hadisler bölümünde de geçti.
 

2- Ali ve Hatice Peygamber ile Namaz Kılıyorlardı.
İbn-i Esir Usd'ül-Ğabe'de, İbn- i Hacer  El-İsabe'de ve tarihçilerin bir çoğu , Afif-i kindi'den aşağıdaki hikayeyi nakletmişlerdir. Afif diyor ki:
"Cahiliye zamanında Mekke'ye gitmiştim; Abbas b. Abdulmuttalib'e misafirdim. Abbas ile Kâbe'nin etrafında durmuştuk. Bu sırada bir adam geldi ve Kâbe'nin karşısında durdu. Ondan sonra bir delikanlı geldi ve onun sağ tarafında durdu. Daha sonra bir kadın geldi ve onların arkasında durdu. Kadınla çocuğun o adama uyarak rükû ve secde ettiklerini müşahede ediyordum. Abbas'a : "Bu ne?" diye sordum. Abbas: "O adam dedi, Muhammed b. Abdullah tır; o delikanlı, onun amcası oğlu Ali'dir, arkalarında duran kadın da Muhammed'in hanımıdır. Yeğenim Muhammed diyor ki: "Bir gün gelecek Kisra ve Kayser hazineleri benim elime geçecektir." Ama Allah'a yemin ederim ki, yeryüzünde bu üç kişiden başka hiçbir kimse bu dinde değildir" Daha sonra ravi şöyle diyor: "Keşke onların dördüncüsü ben olsaydım" Ali'nin (a.s) faziletlerini nakletmekte ihmalkârlık eden kimseler bile, bu hikâyeyi nakletmişlerdir ( 1)

 (2) Değerli okuyucularımız bu hikâyeyi tafsilatıyla birlikte şu kitaplarda okuyabilirler.  El-isabe, c. 2 s. 480, Tarih-i Taberî, c.2 s. 211, El-Kamil,  c. 2 s. 37–38; İ'lam'ül-vera s. 25. Usd'ül-Ğabe c.3 s. 414

3- Sıddık-i Ekber Benim

 Hz. Ali'nin hutbeleri ve sözlerinin arasında şu ve benzeri cümleler çok göze çarpıyor: "Ben Allah'ın kulu ve Resulullah'ın kardeşiyim; "Sıddık-ı Ekber" benim, bu sözü kim benden sonra söylerse yalancıdır. Herkesten önce yedi yıl (1)  Resulullah ile namaz kıldım, onunla beraber ilk namaz kılan benim."

4- Resulullah'tan (s.a.v) aşağıdaki mazmun da çeşitli Tabirlerle Mütevatir Hadisler Nakl olunmuştur"Kevser havuzunun yanında bana varid olan ilk kimse, ilk iman eden Ali b. Ebi Talib'tir. " (2) İnsan tarafsız olarak bu hadisleri mütalaa ederse, Ali'nin ilk iman eden kimse olduğunda hiçbir şüphesi kalmaz ve asla nakil bakımından azınlıkta olan diğer iki  kavli tercih etmez. Sahabe ve tabiinden altmış küsür kişi (3) birinci kavlin taraftarıdırlar. Hatta bu konuda görüş vermeyen ve sadece kavilleri nakletmekte yetinen Taberî bile, "Tarih" inde (c.2 s. 215) şu hikâyeyi naklediyor:

 "İbn-i Said, bir gün babasından: İlk iman eden Ebu Bekir miydi? diye sordu. Babası: "Hayır, dedi, ondan önce elliden fazla kişi, peygambere iman etmişti fakat onun Müslüman olmasının başka bir özelliği vardı."
(1) Bazı rivayetlerde  "beş yıl" denilmektedir. Birçok emarelerinde delalet ettiği gibi bu yılların bir miktarının bi’setten önce olduğunu söylemeliyiz.
(2) Bu hadisin kaynaklarını, "El-Gadir" c. 3 s. 320 'de arayabilirsiniz.
(3) "El-Gadir"de bu kişilerin adları zikrolunmuştur.

Resulullah, tam üç yıl gizli davetle meşgul idi. Bu müddet içinde Peygamber, halkın umumunu davet yerine fertleri yetiştirmeye özen gösteriyordu. Zamanın maslahatları, daveti aşikâr etmemeyi ve gizli temaslarla insanları İslam dinine çağırmayı icab ettiriyordu. Bu gizli davet sonucu bir grup, Tevhid dinini kabul etmişti. Tarih, gizli davet döneminde Peygambere iman eden şahsiyetlerin adlarını kayd etmiştir. Onlardan bazısı şunlardır:

Hz. Hatice, Hz. Ali b.  Ebi Talib (a.s) , Zeyd b. Harise, Zübeyr b. Avm, Abdurrahman b. Avf, Sa'd b. Ebi Vakkas, Talha b. Ubeydullah, Ebu Ubeyde b. Cerrah, Ebu Seleme, Erkam b. Ebi'l-Erkam, Kuddame b. Mez'un, Abdullah b. Mez'un, Ubeyde b. El-Haris, Said b. Zeyd, Habbab b. Eret, Ebu Bekr b. Ebi Kuhafe, Osman b. Affan vs. (1)

Kureyş büyükleri, bu üç yılda zevk u sefa ve eğlencelerle meşgul idiler ve Resulullah'ın gizli davetinden az-çok haberleri olduğu halde herhangi bir tepki göstermiyorlardı. Fert yetiştirme dönemi olan bu üç yılda, Resulullah ve yaranından bazısı Mekke etrafındaki vadilere gidiyor, Kureş’in gözlerinden uzak bir yerde namaz kılıyorlardı. Bir gün, Mekke vadilerinin birinde namaz kıldıklarını gören müşrikler onlara itiraz ederek, onları kınadılar. Bunun üzerine Peygamberin (s.a.v)  ashabıyla müşrikler arasında ufak bir çatışma çıktı ve müşriklerden biri, Sa'd Ebi Vakkas'ın eliyle yaralandı. (2)  Bu olaydan sonra Resulullah, müşriklerin gözünden gizli kalabilmek için tebliğ ve ibadetini Erkam’ın evinde (3)  yapmaya başladı. Ammar'i Yasir Suheyb b. Sinan, bu evde Resulullah'a iman eden kimselerdendirler.

Peygamber'in, akrabalarını davet etme biçimi çok ilginçtir. Üstelik o gün bu davetin sırlarını daha da iyi açıklayan bir hakikatte ortaya çıktı.
Müfessirler ayetin tefsirinde ve tarihçilerde kendi kitaplarında şöyle yazıyorlar:  Yukarıda zikrettiğimiz ayet nazil olduktan sonra peygamber bir ziyafet tertipleyerek Benî Haşim'in ileri gelenlerinden kırkbeş kişiyi davet etti.  Ziyafetten sonra gizli sırrı açmak istiyordu. Fakat yemek sarfedildikten sonra, peygamber'in amcalarından Ebu Lehep,  düşük sözleriyle mecliste, risalet konusunun gündeme gelmesine engel oldu.  Peygamber (s.a.v)  konuyu ertesi güne ertelemeyi salah gördü. Ertesi gün yine bir ziyafet tertipledi, yemek yenildikten sonra akrabalarına dönerek Allah'a hamd ve vahdaniyetini itiraf ettikten sonra şöyle konuştu: " Şüphesiz, bir toplumun rehberi, onlara yalan söylemez.

Kendisinden başka bir  ilah  olmayan Allah'a andolsun ki ben size ve bütün insanlara gönderilen  Allah'ın peygamberiyim.! Bilin ki sizler uyuduğunuz gibi öleceksiniz. Uyandığınız gibi de dirileceksiniz ve yaptıklarınızla hesaba çekileceksiniz; ondan sonrası ya ebedi cennettir, ya ebedi cehennem. (1) Ve şöyle devam etti: "İnsanlardan hiç bir kimse akrabaları için benim size getirdiğimden daha iyisini getirmemiştir. Ben,  dünya ve ahiret hayrını size getirdim.  Rabbim, sizleri ona doğru çağırmamı emretti. Şimdi hanginiz, içinizde benim kardeşim, vasim ve halifem olmak üzere bu konuda beni desteklemek istersiniz?"  Peygamber’in sözleri buraya varınca, hiçbir kimseden çıt çıkmadı. Herkes bir fikre dalmıştı. Bu sırada onbeşlerinde bir genç ayağa kalktı ve kararlı bir eda ile : "Ya Resulullah! Ben size yardımcı olmaya hazırım" dedi.

O genç Ali'den başka kim olabilirdi? Peygamber, oturmasını emretti. Resulullah (s.a.v) "şimdi hanginiz, içinizde benim kardeşim, vasim ve halifem olmak üzere bu konuda beni himaye edeceksiniz?" cümlesini üç defa tekrarladı. Fakat her defasında o onbeş yaşındaki gençten başka hiç bir kimse peygamberin sorusuna cevap vermeyince peygamber Ali'yi göstererek: "Ey insanlar! diye buyurdu, "bu genç, sizin içinizde benim kardeşim, vasim ve halifemdir.

Onu dinleyin ve ona itaat edin" Ve böylece meclis sona erdi. Meclistekiler, alayımsı bir tebessümle Ebu Talib'e hitaben şöyle dediler: "Muhammed'in emriyle bundan böyle oğlunun sözüne bakmalı ondan emir almalısın! Muhammed onu, senin büyüğün kıldı!" (2)
Bu zikrettiklerimiz, müfessirler ve tarihçilerin çoğunun çeşitli ibarelerle naklettikleri geniş bir meselenin özetidir. Peygamber'in Ehl-i Beyt-i hakkında bir takım özel inançlara sahip olan ibn-i Teymiyye'den başka ulemadan hiçbir kimse, bu hadisin sıhhatinde şekketmemiş ve herkes onu, tarihin kesin hakikatlerinden biri olarak kabul etmiştir.

(1) Sire-i Halebî, c.1 s. 321
(1) Tarih-i Taberî c.2 s. 62–63 Tarih-i Kamil, c.2 s. 40–41
Müsned-i Ahmed, c.1 s. 111; Şerhu Nehc'ül-belağa, ibn-i Ebi'l-Hadid c.13 s. 210–221

Paylaşım :
Mail Yazdır Yorum Yaz 0 Yorum
06-06-2013 10:26 - 1010 Okunma
Caferider Web TV
Video Galeri
Foto Galeri
Yazarlar Tümü
Şirali Bayat
ŞİA-CAFERİ AZERİ MİLLETİNİN YÜCELİŞ SERÜVENİ
Av. Sinan Kılıç
Selahattin Özgündüz’e neden saldırıyorlar?
İbrahim ŞEREN
ALLAH PEYGAMBERİNİ MUHATAP ALARAK YÜCE KURAN’DA ŞÖYLE BUYURUYOR
Mehdi AKSU
İRAN’DA SÜNNİLER!
Hamit Turan
ŞÎR-İ FIZZA
Çayan Uludağ
Mekteb-i Kerbela
Abdullah Turan
İmam Mehdi'nin Dünyaya Geldiğini İtiraf Eden Ehl-i Sünnet Âlimleri
Kasım Alcan
Hiç olmazsa dünyanızda özgür kişiler olun
Namık Kemal Zeybek
Osmanlı'da Alevi Katliamı
Orhan Kiverlioğlu
Biz büyük devlet iken
Seyyid Ahmedi Safi
Tüm Müslümanları ilgilendiren önemli sorun
Hüseyin Çaça
Kerbela Hadisesi-1-
Musa Ayaztekin
Muta Nikahı Nedir, Ne Değildir?
19-05-2024 | Ana Sayfa | Ana Sayfam Yap | Sitenize Ekleyin | Künye | Foto Galeri | Video Galeri | Yazarlar | İletişim | RSS
CaferiDer ® 2012  
Sitede bulunun içerikler ve analizler kaynak gösterilerek alıntılanabilir Tasarım & Yazılım : Network Yazılım