Ehli Beyt imamlarının onbirincisi olan Hz. İmam Hasan Askeri (as) şehadet yıldönümünde törenlerle anılıyor. Irak'ın Samara kenti başta olmak üzere dünyanın dört bir yanında düzenlenen matem törenleriyle anılacak. Ülkemizde ise yarın İstanbul başta olmak üzere Iğdır, Kars, Ankara, İzmir, Manisa, Bursa, Çorum, Antakya ve diğer bir çok ilde matem meclisleri düzenlenecek.
Dünyanın en büyük altın kübbesi olan ve dünya mirası listesinde bulunan kutsal Askeriye türbesi, Şubat 2006'da yılında tekfirci anlaşış tarafından düzenlenen, bombalı saldırıda da yıkılmıştı.
Hz. İmam Hasan Askeri kimdir?
Hz.İmâm Hasan’ül Askerî, Hicret’in 232. yılında Rebîülahir ayının 8. gününde Medine-i Münevvere’de dünyaya gelmişlerdir. Babaları Hz.İmâm Aliyy’ün Nakî’il Hâdi, anneleri Hadis’tir. Hz.İmâm Hasan’ül Askerî, babaları Hz.İmâm Aliyy’ün Nakî’nin Hak’ka kavuştuklarında 23 yaşlarında idi. Künyeleri; “Ebû Muhammed”, lâkapları; “Hâdi, Rafıyk, Zekiyy, Takıyy, Hâlis” ve “Askerî”dir.
Babalarıyla Sâmırâ’da, Asker mahallesinde oturdukları için ikisine de “Askeriyyen” denmişti. Hz.İmâm Hasan’ül Askerî’nin bir tek oğulları Hz.İmâm Muhammed Mehdî’den başka evlâtları olmamıştır.
Hz.İmâm Hasan’ül Askerî’nin büyük kardeşleri Muhammed, Hicri 254. yılında vefât ettiler. Hz.İmâm Aliyy’ün Nakî’ye uyanların çoğu Hz.İmâm Aliyy’ün Nakî’den sonra büyük oğlu Muhammed’in imâm olacağını sanmışlardı. Hz.İmâm Aliyy’ün Nakî’nin büyük oğlu Muhammed’in vefâtında, Ali ve Abbas oğulları, Kureyş boyuna mensub olanlar, halk ve hükümet ricâli başsağlığı dilemek için Hz.İmâm Aliyy’ün Nakî’nin evlerine gitmişlerdi. Yalnız Hâşimiler yüzelli kişiyi buluyordu.
Bu sırada Hz.İmâm Hasan’ül Askerî, yenleri yakaları yırtılmış bir halde babaları Hz.İmâm Aliyy’ün Nakî’nin huzûruna geldiler. Hz.İmâm Aliyy’ün Nakî’nin kendilerine; “Oğlum” buyurdular; “Allah’a şükret, çünkü senin hakkındaki takdirini izhâr etti.”
Hz.İmâm Hasan’ül Askerî, bu söz üzerine ağlaya ağlaya Kur’ân-ı Kerîm’deki;
“İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râci’ûn. (Biz Allah’ın kullarıyız, ancak O’na döneriz, musîbetlerine râzıyız)” (Bakara 156) âyet-i kerîmesini okuyup; “Hamd Âlemlerin Rabbi Allah’a ve ben senin yasınla, bize nimetlerinin tamamlanmasını dilerim” buyurdular.
Muhammed bin Yahyâ, Hz.İmâm Aliyy’ün Nakî’nin, oğulları Muhammed’in vefât ettikleri gün Hz.İmâm Hasan’ül Askerî’ye;
“Allah, onun yerine seni, bana halef kıldı. Allah’a şükret” buyurduklarını bildirir.
Yine yakınlarından birisine, Hz.İmâm Aliyy’ün Nakî’nin:
“Oğlum Hasan’ül Askerî, bütün Muhammed soyu içinde en yüce ve en ulu kişidir. İmâmet makamına en lâyık olan o’dur, oğullarımın en üstünüdür o, benim yerime geçecektir. Sorulacak şeylerinizi muhtaç olduklarınızı ona sormanız gerek” diye yazdıklarını bildirmiştir.
Hz.İmâm Hasan’ül Askerî, Abbas oğulları halîfelerinden El-Mu’tezz, El-Mühtedi ve El-Mu’temid zamanlarında yaşadılar. El-Mu’tezz, Hicri 252. yılında halîfe olmuştu. El-Mu’tezz, kardeşinin birisini öldürtmüş, öbür kardeşini hapsettirmiş, halîfeliğini engelsiz bir hâle getirmeyi kurmuştu.
Sonunda zamanı; batıda Bizanslıların hücumlarıyla, ülkede ise Hâricîlerin isyânlarıyla, askerin ayaklanmasıyla, yağmalarla, zulümlerle geçen Halîfe Mu’tezz; Hicri 255. yılında halîfelikten indirildi. Bir yeraltı zindanının hamamına hapsedildi, ağzına tuz dolduruldu ve birkaç gün sonra zindanda öldü. Mu’tezz öldüğünde 24 yaşında idi.
Halîfe Mu’tezz zamanında; Ali evlâdı ve Şîa, şiddetli takiplere, işkencelere uğramıştı. El-Mu’tezz’in öldürülmesinden sonra yerine El-Mühtedi halîfe oldu. O da isyânların, askerlerin ayaklanması sonucunda, Hicri 256. yılında ayaklar altında can verdi.
Abbas oğulları, devlet ricâli; Hz.Resûlullah’ın “Ehl-i Beyt’i”ne düşman olanlar ve Şîa’ya karşı duranlar da dahil olduğu halde herkes; “Ehl-i Beyt” imâmlarının bilgilerini, manevî kudretlerini, ahlâk bakımından üstünlüklerini, her hususta ümmetin seçilmiş kişileri olduklarını inkâr edemiyorlar, onlara; içlerinden gelmemekle beraber yine de hürmet etmek zorunda kalıyorlardı.
Tarih bilgilerinin kaydettikleri bir olay da şudur:
Halîfenin en yakın adamı vezir ve kumandan Ubeydullah bin Hakan’ın oğlu Ahmed; Hz.İmâm Aliyy’ün Nakî’nin şehâdetlerinden sonraki olayları şöyle anlatıyor:
“Cafer, babamın huzûruna girdi ve halîfeye; babalarının (Hz.İmâm Aliyy’ün Nakî’nin) makamına kendisinin geçtiğini kabul ettirir, halîfenin bunu kabul ettiğini halka duyurursa; her yıl hilâfet makamına yirmi bin dinar vereceğini söyledi ve babamdan bu işi başarmasını ricâ etti. Babam bu söze pek kızdı ve bağırarak; «Ahmak» dedi; «Halîfe; kılıcını çekmiş, kamçısını kaldırmış; babanın, kardeşinin imâmetine inananları, bu inançtan döndürmek için elinden geleni yapıyor, başaramıyor. Sen ise böyle bir mevkii parayla mı elde etmek istiyorsun? Ne haram düşüncedir bu. Babana, kardeşine uyanlar, sende böyle bir liyâkat görürlerse; ne halîfenin tavsiyesine gerek kalır, ne başkasının» ve Cafer’i huzûrundan çıkarttı; memurlara da, bir daha gelirse içeriye sokmamalarını buyurdu.
Hz.İmâm Hasan’ül Askerî; bütün Ali evlâdı içinde eşine rastlanamaz biriydi. Ağırbaşlılığıyla, bilgisiyle, olgunluğuyla herkesin saygısını kazanmıştı. Bir gün Sâmırâ’da babamın yanındaydım, bir tören günüydü, herkes bölük bölük girip çıkmadaydı. Bu sırada babama «Ebû Muhammed» geldi dediler. O dönemde Halîfeden, onun yakınları olan birkaç kişiden başka kimse künyesiyle anılmazdı; künyeyle anılmak büyük bir şerefti, büyük bir saygıydı. Babam; «Tez buyursunlar» dedi. Biraz sonra uzun boylu, esmer benizli, güzel yüzlü birisi, vakarla içeriye girdi. Babam onu görür görmez yerinden kalkıp birkaç adım atarak karşıladı; yüzünü, göğsünü öptü, elinden tutup oturduğu yerin yanı başına aldı, oturttu. Bir müddet konuştular sonra babam onu uğurladı. Ben bu zâtın kim olduğunu merak ediyordum. Memurlardan sordum, birisi; «Tanımıyor musun?» dedi. «Ali evlâdından Hasan’ül Askerî’dir» dediler. Geceleyin, babama da sordum. Babam; «O» dedi, «Öyle bir kişidir ki; hilâfet Abbas oğullarından alınsa, halîfeliğe ondan lâyık hiçbir kimse yoktur. Şiâ’nın önderi Ali oğlu Hasan’dır o. » ”
Hz.İmâm Hasan’ül Askerî’ye hizmet eden Ebû Hamza Nasır diyor ki:
“Çok defa Hz.İmâm’ın, bazı kişilerle; Türkçe, Farsça, Rumca ve başka dillerle konuştuklarını duydum ve kendi kendime Medine’de doğdukları halde, bu dilleri nasıl biliyorlar diye şaştım. Bana; «Böyle olmasa» buyurdular; «Hüccet’le ona uyanlar arasında nasıl fark olur? »
«Kendî» isimli bir hoca, Kur’ân-ı Kerîm’de, kendince bulduğu tenâkuzlara dair bir kitap telifiyle meşguldü. Bir gün talebesinden birkaçı, Hz.İmâm Hasan’ül Askerî’yi görmeye gelmişti. Hz.İmâm onlara; «İçinizde, üstadınıza cevap verecek dirayetli biri yok mu?» buyurdular. Onlar; «Biz onun talebesiyiz, üstadımıza itiraz edemeyiz» dediler. Hz.İmâm; «Söyleyeceğim sözleri, biriniz ona söylesin; cevâbını da gelip bana bildirsin» buyurup, içlerinden birine; «Üstadın huzûruna var, hürmetle ona de ki» buyurdular. «Aklıma bir soru geldi, bunu da sizden başka hiçbir kimse cevap veremez. Kur’ân-ı söyleyen, sizin anladığınız anlamlardan başka bir anlam kastetmiş olamaz mı? Bu takdirde Kur’ân’daki anlamlara ait yorumlarınız yersiz olmaz mı?»
Talebe, Hocası Kendî’nin yanına vardı ve bu soruyu sordu. Filozof Kendî, biraz düşünüp; «Sorunu bir daha tekrarlasana» dedi. Soru tekrarlanınca biraz daha düşünüp; «Evet» dedi. «Lügat ve fikir bakımından, bu mümkündür; Allah aşkına doğru söyle; sen henüz böyle bir düşünceye varacak derecede değilsin; bu soruyu kim öğretti sana?» O kişi; «Doğrusu bu» dedi; «Bana bu soruyu Ebû Muhammed Hasan belletti.» Kendî; «Şimdi doğruyu söyledin, böyle soruları; ancak o soy mensupları sorabilirler; onlar gerçeği aydınlatırlar» ve bu hususta yazdığı müsveddeleri yok etti.”
Hz.İmâm Hasan’ül Askerî’nin; ataları gibi Hz.Resûl-ü Ekrem gibi lûtuflarına, keremlerine sınır yoktu; kendilerinden isteneni, umulandan fazlasıyla ihsân ederlerdi.
Hz.İmâm Hasan’ül Askerî;
“Cennette bir kapı vardır, adı Ma’ruf’tur; o kapıdan; hayır sahiplerinden, iyilik edenlerden başkaları giremezler; Allah’a hamdolsun ki ben, halkın ihtiyacını gidermeye çalışmadayım” buyurmuşlar, sonra Ebû Hâşime bakıp; “Sizde bu yolda yürüyün çünkü; bu dünyada cömertlik edenler, iyilikte bulunanlar, âhirette de ma’ruf olurlar” demişlerdir.
Hz.İmâm Hasan’ül Askerî; bilgiye, irfâna pek büyük bir önem verirlerdi ve bu konuda şöyle buyurmuşlardır:
“Bütün dünya ve dünyada ne varsa hepsi bir lokma olsa, bende o bir lokmayı alsam da; bilen, îman ve irfân sahibi olan birisine versem, yine de onun hakkını ödeyememekten korkarım. Ama bilgisiz, kötü bir kişiye, bir yudumcağız su versem aşırı gittiğimden, israf ettiğimden korkarım.”
Hz.İmâm Hasan’ül Askerî, “Ehl-i Beyt’e” uyanlara da şu sûretle öğüt verirlerdi:
“Allah yolunda takvâya riâyet etmenizi, mücâhede de bulunmanızı, iyilikte bulunandan, yâhut günah işleyenden, kimden olursa olsun size emanet edilen şeylere riâyette bulunmanızı, emanete hıyânette bulunmamanızı tavsiye ederim.
Komşularınızla iyi geçinmenizi, Allah’a ibâdetteyken secdede uzun müddet kalmanızı, kulluğu bırakmamanızı dilerim; çünkü Resûlullah’ın risâleti bu esaslara dayanmaktadır. Halkla iyi geçinin, onları dolaşın, hastalarının hatırlarını sorun.
İçinizden biri; takvâ sahibi olur, doğru söyler, gerçek muamelede bulunur, İslâm’ın edeplerine riâyet eder, dîni vazifelerini yerine getirirse; halk, bu kişi «Ehl-i Beyt’in» yolunda der; buysa bizi sevindirir; bizim övüncümüz, bezentimiz olun; buna gayret edin; başımızı yere eğdirecek hareketlerden çekinin; bize halkın sevgisini celb edin; bizden onların kötü zanlarını, bize lâyık olmayan düşüncelerini giderin; çünkü biz hakkımızda söylenecek her çeşit iyiliklerden, övüşlerden üstünüz; o övüşlere daha da lâyıkız.
Aleyhimizde söylenecek kötülüklerden ise uzağız; bizim Peygamber’e yakınlığımız var; Kur’ân, hakkımızı tayîn etmiştir, «Tathir âyeti» Allah tarafından bizim hakkımızda inmiştir. Bizden başka kim o âyeti kendisine nisbet ederse yalan söylemiş olur.”
Akıykıy-ı Behsâyişi, Hz.İmâm Hasan’ül Askeri’nin, Müslümanların birleşmesine dair bir mektuplarını, yazılı kaynaklardan sunar:
“Müslümanları bir ailenin fertleri bilmen vazifendir; yaşlıları baba mesabesindedir, küçükleri evlât, yaşıt olanlarıysa kardeş. Bunu böyle kabul edersen, nasıl olurda onların birine zulmedebilirsin? Bu böyle kabul edilince kim bir başkasının aleyhinde bir adım atabilir? Yahut onun aleyhinde bulunur, yahut da zararına çalışabilir?
Şeytan, öbür îman kardeşlerinden daha yüce, daha üstün olduğuna dair gönlüne bir şüphe salarsa, ondan üstün olduğunu sandığın kişi senden yaşlıysa, o elbette benden daha fazla hayırlı işlerde bulunmuştur, benden fazla iyilik etmiştir de; yok eğer senden küçükse, ben de ondan daha çok suç işlemişimdir, ondan daha fazla isyân etmişimdir; o hâlde, o benden çok daha iyi. O kişi, seninle yaşıtsa, ben işlediğim suçları biliyorum;ama onun suçlu olup olmadığına şüphem var;nasıl olur da şüpheyi yakından üstün tutarım de.
Şunu bil ki insanların en iyisi; iyiliği, hayrı insanlarca bilinen; fakat kendisi halkın ayıplarını, gizli şeylerini yaymayan kişidir.”
Onikinci İmâm’ın Mehdî olduğu hakkındaki hadîsler ve Şiâ’nın Hz.İmâm Hasan’ül Askerî’yi, Onbirinci İmâm tanıması, Abbas oğullarının telâşını, ürküntüsünü büsbütün arttırmıştı.
Hz.İmâm Hasan’ül Askerî’nin henüz çocukları olmamıştı; fakat bu, doğru muydu? Buna bir türlü inanamıyorlardı. Onun içinde Hz.İmâm Hasan’ül Askerî’nin evleri dâimâ göz altındaydı; kendilerini zindana attırmaktansa, bu daha da emin bir çareydi.
Halîfe Mühtedi; Hz.İmâm Hasan’ül Askerî’yi zindana attırmış, Sâlih’i de hallerini teftişe ve kendisine haber vermeye memur etmişti. Hz.İmâm’a her türlü nobranlığı yapması emredilen Sâlih, Hz.İmâm Hasan’ül Askerî’nin tesiri altında kalmış, Halîfe Mühtedi’ye; “Gündüzün akşama kadar, geceleyin sabaha kadar ibâdetle meşgul olan, kimseye bir söz söylemeyen, duâdan, ibâdetten başka bir şeyle meşgul olmayan ne yapabilir ki” diye haber göndermişti. Halîfe Mühtedi, Hz.İmâm Hasna’ül Askeri’yi şehit ettirmeyi kafasına kurmuştu, fakat dilediğini başaramadan öldü gitti.
Hz.İmâm Hasan’ül Askerî, halîfe Mu’temid tarafından da birkaç kere hapsettirilmişti. Bu suretle devrin iktidarı; hem Hz.İmâm Hasan’ül Askerî’yi Şîa’yla görüştürmemiş oluyor, hem de çocukları olmasını engelliyor, kendileri de göz altında bulunduruluyordu. Halîfe Mu’temid zindandaki memurlardan, Hz.İmâm Hasan’ül Askerî hakkında dâima haber almakdaydı; fakat Hz.İmâm’ın ibâdetten, namaz ve niyâzdan başka birşeyle uğraşmadıklarını haber alabiliyordu, yalnız her gününü oruçla geçirmekdeydi.
Hz.İmâm Hasan’ül Askerî, iftar vaktinde kendilerine evden gönderilen yemeği zindandakilerle beraber yiyorlardı. Zindanda bulunanlardan da kendilerine uyup oruç tutanlar oluyordu. Hz.İmâm Hasan’ül Askeri, bir kerede, Otamış adlı birinin murâkabası altında hapsedilmişti. Bu adamcağız Ali evlâdına pek düşmandı, Hz.İmâm’a iyice eziyet etmeyi kurmuştu; fakat Hz.İmâm’ın heybetleriyle beraber güzellikleri, temkin ve vakarlarıyla beraber lütufları, mürüvvetleri, Rabbine karşı ibâdetleri, itâatleri bu zâtı şaşırtmıştı. Ali evlâdına riâyet eden, inancı sağlam bir kişi oldu.
Hz.İmâm Hasan’ül Askerî son defa Hicret’in 266. yılında hapsedilmişlerdi. Bir gün annelerine; “Bu yıl bir eziyete uğrayacağım” buyurmuşlardı. Anneleri ağlamaya başlayınca; “Ağlamanın, üzülmenin çaresi yok” demişler, o yılın Safer ayında memurlar gelip kendilerini almışlar, zindana koymuşlardı. Kardeşleri Cafer de kendileriyle beraber zindana atılmıştı.
Birkaç gün sonra Halîfe Mu’temid, zindancıyı çağırdı;
“Git, imâm’a selâmımı söyle, evlerine gidebilirler” emrini verdi. Memur, zindan kapısına gelince orda eğerlenmiş, gemi vurulmuş bir atın durduğunu gördü. Kapıyı açınca baktı gördü ki; Hz.İmâm Hasan’ül Askerî giyinmişler, kapıda bekliyorlardı. Memur, Halîfe Mu’temid’in selâmını ve emrini söyleyince Hz.İmâm bir müddet durdular, sonra;
“Git, Mu’temid’e söyle, benim çıkmam Cafer’in kalması ayıp bir şey olur, onunla geldik onunla çıkacağız” buyurdular.
Zindancı gidip bu hâli Mu’temid’e bildirdi. Halîfe Mu’temid:
“Cafer’i de kendilerine hürmetten bırakıyorum, yoksa onu hem bana, hem kendilerine karşı suçlu gördüğümden hapsetmiştim” demesini zindancıya emretti. Zindancı, dönüp Mu’temid’in sözlerini bildirdi ve her ikisini de bıraktı.
Hz.İmâm Hasan’ül Askerî, Hicri 266. yılı Rebiülevvelin ilk günü rahatsızlandılar, 8. gününe doğru hastalıkları arttı. O gün sabahleyin namazı kıldıktan sonra, mübarek ruhlarını teslim ettiler. Hz.İmâm Hasan’ül Askerî yıkanıp kefenlendikten sonra kardeşleri Cafer, namazlarını kılmak üzere geldikleri sırada, Onikinci İmâm Sâhib’ül-Emr gelip Cafer’in eteğini çekerek; “Amca” buyurdular; “Babamın namazını kılmaya benim senden daha üstün hakkım var.” Cafer geri çekilmeye mecbur oldu. Zamanın İmâmı babalarının namazını kılıp çekildiler.
Bütün bu rivâyetlerden anlaşılıyor ki; gasillerinde, tekfîn ve techîzlerinde, namazlarında yani bu dîni emirlerin yerine getirilişinde, hariçten hiçbir kimse bulunmamıştır. Bütün bunlardan sonra Hz.İmâm Hasan’ül Askerî’nin Hak’ka kavuştukları duyuruldu. Şehir umumi bir yas havasına büründü. Dükkanlar kapandı, herkes toplandı, cenaze evden çıkarıldı, şehirde gezdirildi.
Hz.İmâm Hasan’ül Askerî’nin, Halîfe Mu’temid tarafından zehirlettirilerek şehit edildikleri rivâyet edilmiştir.
Hz.İmâm Hasan bin Ali’nin ve Hz.İmâm Cafer’üs Sâdık’ın;
“Bizden hiçbir kimse yoktur ki; katledilerek yahut zehirlettirilerek şehit olmasın” buyurduklarına göre bu rivâyet doğrudur.
Hz.İmâm Hasan’ül Askerî’nin Hak’ka kavuşmalarından sonra, Halîfe Mu’temid tarafından haklarında sonradan gösterilen zâhiri ihtîmam, kefenlerinin açılıp halka, Ali evlâtlarına, Hâşim oğullarına gösterilmeleri, eceliyle vefât ettiklerinin tespitinde gösterilen gayret de, bu rivâyetin doğruluğunu gösterir.
Hz.İmâm Hasan’ül Askerî, Hicri 260. yılı (Milâdi 875) Rebiülevvel ayının 8. gününde, Hak’ka kavuştuklarında 28 yaşlarında idi. İmâmetleri 5 yıl, 8 ay, 5 gün’dür. Soyları evlâdı Hz.İmâm Mehdî’den yürümüştür.
Hz.İmâm Hasan’ül Askerî’nin; tefsirleri, mektupları, risâleleri ve kısa sözlerden oluşan çok değerli yazılı eserleri mevcuttur. Türbeleri Samarra-Bağdat’tadır.
Kendilerinden sonra imâmet, oğlu Hz.İmâm Muhammed Mehdî’ye intikal etmiştir.
Hz.İmâm Hasan’ül Askerî’nin bugün elde bulunan eserleri şunlardır:
1. Tefsirleri,
2. Kısa sözleri,
3. Mektupları,
4. Helâl ve harama ait risâleleri.
Hz.İmâm Hasan’ül Askerî’nin, bu eserlerindeki sözlerinde ve nasîhatlarında, insanlık için alınacak nice kıymetli dersler vardır. Bazı buyrukları şunlardır:
Allah’tan çekinin. Dîne ve insanlığa kir değil, süs olun. Kendinizi halka sevdirin. Kendinizden kötü isnâdları giderin.
Allah’tan çekinmenizi, dinde ihtiyâtla hareket etmenizi, Allah yolunda çalışmanızı tavsiye ederim. Her zaman ve her yerde doğru sözlü olunuz. Size emanet edilen şeyi, bu emaneti yapan ister iyi bir insan, ister kötü bir insan olsun, mutlaka yerine getirin.
Başkalarında görüp de beğenmediğin şeyler, seni terbiye etmeğe yeter.
Bâtıl benliğine binen, nedâmet evine konar.
Beli kıran şeylerden biri de, gördüğü iyiliği örten ve kötülüğü yayan komşudur.
Biz ancak hakkımızda söylenen güzel sözlere lâyıkız. Bize isnâd olunan her kötü sözden ise uzağız. Allah’ın kitabında hakkımız var. Resûlullah’a yakınız. Cenâb-ı Hak bizi tertemiz etmiştir. Hakkımızda kötü zânda bulunan, bize bir kötülük isnâd eden ancak yalancıdır.
Budala kişinin yüreği, ağzındadır. Akıllı kişinin ise ağzı, yüreğindedir.
Cömertliğin de bir derecesi vardır. O dereceyi aştı mı, cömertlik artık isrâf sayılır. Nitekim yiğitliğin, kahramanlığın da bir derecesi vardır. O derece aşılırsa kızgınlık, kudurganlık olur. İktisadın da bir hududu vardır. Bu hudut aşıldı mı, hasislik başlar.
Çok uyuyan, çok rüya görür.
Düşmanın en az hilekârı, sana olan düşmanlığını ap-açık gösterendir.
Gönül alçaklığı, öyle bir nimettir ki, hiç kimsenin hasedini çekmez.
Hayır eken, hayır biçer. Şer eken, pişmanlık biçer. Kim ne ekerse ancak onu biçer.
Her kötülüğün anahtarı öfkedir.
İnsanlardan çekinmeyen, Allah’tan da çekinmez.
Kederli olan bir kimsenin kederine saygı gösterin. Böyle bir kimsenin yanında sevincini göstermek, edebe sığmaz.