16-06-2012 tarihinde eklendi
İnsanlığın Ateş Uçurumundan Kurtulduğu Gün “MEB’AS”
Selam olsun Alemlere rahmet olan Peygambere ve onun pak soyuna

 

Yesrib bir vahşet yurduydu. Asırlarca süren kan davaları yüzünden, insanlar birbirini kurbanlık koyun gibi boğazlıyordu. Yağma, hırsızlık ve çapulculuk en geçerli geçim kaynaklarıydı.

 Hamile eşinin kız doğurduğu haberi, adam için haberlerin en kötüsüydü. Kız çocuğu buluğ çağına ermeden, diri diri gömülürdü.

Bu geleneğin vahşi pençesinden kurtulabilenler ise, gömülenlerden daha şanslı değillerdi.

İnsan yerine konulmaz, hayvan gibi alınıp satılırlardı.

Hiçbir seçim hakları yoktu. Asabiyet, en büyük övünç kaynağıydı. Bir adam katil olmadan, erkekten sayılmazdı.

Cahiliye döneminin, bunlar gibi, daha binlerce vahşet ve cehaleti, insanlığı ateş uçurumunun tam kenarına getirmişken, öfke, kin ve düşmanlık insanlığı acımasız pençesine almış, mahvediyorken, kurtuluş ümidi tam tükenmişti. Birden bir rahmet eli uzanıp, kadınları, tüm insanlığı ve bizleri, ateş uçurumunun tam kenarından ve cahiliye döneminin acımasız pençesinden, sonsuz rahmani bir güçle, çekip kurtardı.

Cahiliye dönemini kapatıp, medeniyet dönemini açtı.

 Cahiliyet Yesrib’ini, risalet Medine’sine dönüştürdü.

Rahmeti gazabına üstün gelen mevlamız, risalet semasının en parlak güneşi Muhammed Mustafa’yı, en büyük nimetini, bize göndermişti. Elinde, en büyük kurtuluş kitabı, şanı yüce Kur’an, yanında, velayet semasının en parlak yıldızı, Ali Murtaza.

Artık gönüllere ümit güneşi doğmuş, beynimiz, Kur’an nuruyla aydınlanmış, gözlerimizde sevgi, cesaret ve hürriyet yıldızı parlıyordu.

Artık biri birini yağmalayan, boğazlayan, bu güzelim dünyayı, cehenneme çeviren, düşmanlar değil, lokmasını paylaşan, sevgiyle kucaklaşan, dünyayı cennete çeviren, kardeşler oluverdik.

Artık kız evlat, babasının utancı değil, sevincidir.

Diri diri gömülmüyor, baş tacı ediliyor, ana olunca dünyaya yetmiyor, onun ayağına, cennet seriliyordu.

Şu, kin ve düşmanlıkla kararan gönüllerdeki asabiyet volkanlarını söndürüp, sevgi, dostluk ve kardeşlik bahçesine çeviren neydi?

Kız evlatları, kız kardeşleri, anaları, cahiliye törelerinin vahşi pençesinden, mal gibi, alınıp satılmaktan, diri diri gömüldüğü, kara toprağın altından çekip alan, evren ne ki, cennetin bile üstüne çıkaran, neydi? Kimdi?

İşte O, Muhammed Mustafa’ydı. Allah’ın kulu, elçisi, sevgilisi, evrenin övüncü, müminlerin sevinci, peygamberler sultanı, Ahmed-i Muhtar” dı O. Hele o temiz ağzından, haram yemeyen, yalan konuşmayan, o güzel dudaklarından süzüp gelen Allah kelamı, Kur’an ayetleri, rahmet denizinden esen meltem gibi, ölü topluma hayat taşıyordu. Bir tebessümü bile, en derin dertlere derman olurdu. Bu toplumun kurtuluşu için, bin bir eza ve cefaya göğüs gererdi.

Ama bizim, en ufak sıkıntımızı, kendine büyük bir dert ederdi.

O, rahmetin ta kendisiydi. Selatu selam olsun ona ve pak soyuna.

****

Tarihi Süreç Şöyle Gelişti

Yüce İslam Peygamberi Hz. Muhammed (sav) tam üç yıl gizli davetle meşgul idi. Bu müddet içinde Peygamber, halkın umumunu davet yerine fertleri yetiştirmeye özen gösteriyordu. Zamanın maslahatları, daveti aşikâr etmemeyi ve gizli temaslarla insanları İslam dinine çağırmayı gerektiriyordu. Bu gizli davet sonucu bir grup, Tevhitdinini kabul etmişti. Tarih, gizli davet döneminde Peygambere iman eden şahsiyetlerin adlarını kaydetmiştir. Onlardan bazısı şunlardır:

Hz. Hatice, Hz. Ali b.  Ebi Talib (a.s) , Zeyd b. Harise, Zübeyr b. Avm, Abdurrahman b. Avf, Sa'd b. Ebi Vakkas, Talha b. Ubeydullah, Ebu Ubeyde b. Cerrah, Ebu Seleme, Erkam b. Ebi'l-Erkam, Kuddame b. Mez'un, Abdullah b. Mez'un, Ubeyde b. El-Haris, Said b. Zeyd, Habbab b. Eret, Ebu Bekr b. Ebi Kuhafe, Osman b. Affan vs. (1)

Kureyş büyükleri, bu üç yılda zevk u sefa ve eğlencelerle meşgul idiler ve Resulullah'ın gizli davetinden az-çok haberleri olduğu halde herhangi bir tepki göstermiyorlardı. Fert yetiştirme dönemi olan bu üç yılda, Resulullah ve yaranından bazısı Mekke etrafındaki vadilere gidiyor, Kureş’in gözlerinden uzak bir yerde namaz kılıyorlardı. Bir gün, Mekke vadilerinin birinde namaz kıldıklarını gören müşrikler onlara itiraz ederek, onları kınadılar. Bunun üzerine Peygamberin (s.a.v)  ashabıyla müşrikler arasında ufak bir çatışma çıktı ve müşriklerden biri, Sa'd Ebi Vakkas'ın eliyle yaralandı. (2)  Bu olaydan sonra Resulullah, müşriklerin gözünden gizli kalabilmek için tebliğ ve ibadetini Erkam’ın evinde (3)  yapmaya başladı. Ammar'i Yasir Suheyb b. Sinan, bu evde Resulullah'a iman eden kimselerdendirler.

Akıllı kişiler çok geniş bir programla işe girişirler, fakat ufak bir yerden başlarlar. Eğer muvaffak olurlarsa işi genişletmeye çalışırlar; başarı paralelinde çalışma sahasını genişletip, geliştirirler.

Akıllı bir kişi,  günün büyük devletlerinden birinin başkanına, "Sosyal faaliyetlerde sizin başarılı olmanızın sırrı nedir?" diye sorduğunda şöyle cevap vermişti: "Biz Batılıların düşünme tarzı siz Doğulularınkinden farklıdır.  Biz daima geniş programlarla ve fakat ufak bir yerden işe başlarız. Şayet muvaffak olursak, çalışma sahasını genişletmeye çalışırız. Ama eğer yolun yarısında programımızın doğru olmadığını anlarsak, o zaman da yeni bir program hazırlar, başka bir işe başlarız.

Fakat siz Doğulular, geniş bir programla işi büyük bir yerden başlatırsınız; programın hepsini birden uygulamak istiyorsunuz. Çıkmazla karşılaştığınızda da büyük zararlara katlanmadan geri dönemiyorsunuz.  Üstelik siz çok acelecisiniz; ekininizden ilk günde mahsul almak istiyorsunuz;  son neticeyi, ilk günlerde almayı düşünüyorsunuz. Bu da, sosyal açıdan yanlış ve insanı çıkmaza sokan bir düşünme tarzıdır. "

Bize göre bu tefekkür tarzı, şark veya garb'a mahsus değildir, pişkin, akıllı ve bilgili kişiler, kendi hedeflerine yetişmek için daima bu yoldan hareket etmiş ve etmektedirler. İslam dünyasının yüce önderi de, bu kesin ilkeden yararlanarak tam üç yıl, sabırla ve gizli olarak tebliğ ediyor, ilahi dini fikir ve istidat bakımından layık gördüğü kişilere sunuyordu.  Hedefi, bütün insanları, Tevhid bayrağı altında toplayacak büyük bir evrensel devlet kurmak olduğu halde bu üç yıl boyunca asla umumi davete girişmedi, hatta özellikle akrabalarını bile davet etmedi. Sadece kişilerle özel olarak temasta bulunup,  layık gördüğü kimseleri davet ediyordu.

Kureyş büyükleri, bu üç yıl içinde zevk'u sefalarıyla meşgul idiler. Mekke Firavunu Ebu Süfyan ve yanlıları, Peygamber’in daveti hakkında bir şey duyduklarında alay edercesine gülümseyip kendi kendilerine: "Onun da tebliğinin ışığı Varaka ve Ümeyye'nin daveti gibi uzun sürmez,  sönüp gider, o da unutulmuşlar diyarına kavuşur! Kureyş büyükleri, bu üç yıl içinde Resul-i Ekrem'e karşı herhangi bir saygısızlık yapmadılar. Peygamber de bu müddet zarfında onların put-tanrılarını açıkça tenkit etmiyor, sadece kalbi aydın kişilerle hususi temaslarda bulunuyordu.

 Fakat akrabaları davet ile umumi çağrıya başlayıp Peygamber'in putları ve putperestlerin inançlarını ve gayr-i insani amellerini tenkit edişi dillerde dolaşmaya başladığı günden itibaren, Kureyş de gaflet uykusundan uyandı ve Peygamber'in davetinin Ümeyye ve Varaka’nın davetinden farklı olduğunu anladı. Peygamber, ilk olarak kendi akrabalarının içinde risaletini açığa vurdu, ondan sonra da umumi davetini başlattı.

Hiç şüphesiz, bütün yönleriyle insanların hayatını etkileyen ve toplumun gelişme sürecini değiştiren derin ve köklü ıslahların herşeyden fazla iki güçlü amile ihtiyacı vardır:

1-Hakikatleri güzel bir şekilde açıklama, beyan etme yeteneği.

2- Tehlike anlarında, düşmanların saldırıları karşısında yeterli bir savunma gücüne sahip olmak; aksi takdirde her Müslüman olanın daveti, henüz zuhur ettiği ilk günlerde bastırılır, yok olmaya mahkûm olurdu.

Peygamber’in beyan ve konuşma kabiliyeti, kemal haddindeydi, güçlü bir hatip gibi son derece fesahat ve belagatile şeriatını açıklayabiliyordu;  fakat davetin ilk dönemlerinde ikinci güce sahip değildi. Çünkü bu üç yıl içinde sadece kırk kişiye yakın bir cemiyet oluşturabilmişti. Bu az topluluk, Peygamberi savunma vazifesini üstlenemezlerdi, muhakkak.

Bu yüzden hilkat âleminin ilk şahsiyeti, bir savunma çizgisi ve çekirdek kadro oluşturabilmek için umumi davetten önce akrabalarını kendi şeriatına çağırdı. Böylece ikinci gücün eksikliğini gidererek her türlü muhtemel tehlikeler karşısında önemli bir siper vücuda getirebildi.  Bu davetin en faydası şu idi: Akrabaları, örneğinonun dinine inanmasalar da, en azından akrabalık duyguları yüzünden onu savunmaya kalkışırlardı.

Kaldı ki Peygamberin o günkü daveti akrabalarından bir gurupiçin etkili oldu, bir grubu da İslam dinine meylettirdi. Üstelik o ıslahların temelinin iç ıslah olduğuna inanıyordu. Bir insan, kendi evlatları ve akrabalarını kötü işlerden sakındırmadıkça, başkalarının üzerindeki tebliği etkili olamaz. Çünkü bu takdirde muhalifler, "kendi akrabalarının amellerine, yaptıklarına baksana bir" diye itiraz ederler.

Bu yüzden Allah-û Teâla, "(öncelikle)  en yakın akrabalarını davet etmeyi emretti (4) Resulullah'a. Daha sonra "artık sen emrolunduğun şeyi açıkçasöyle ve müşriklere aldırış etme, şüphesiz alay edicilere karşı biz sana yeteriz"  ayet-i celilesini (5) nazil ederek umumi davetle memur kıldı Peygamber-i Ekrem’i (s.a.v)

(1) Tarih-i Taberî c.2 s. 61

(2) Bu ev, daha düne kadar Safa tepesinin eteğinde duruyordu ve " Dar-ı Hayzaran" diye tanınırdı. Sire-i İbn-i Hişam, c.1 s. 263,  Sire-i Halebî, c.1 s. 319

(3) Kacar şahlarından biri, Londra'ya gittiği sırada

(4) Şuara suresi, 214. ayet

(5) Hicr suresi, 94. ve 95. ayet

Akrabalarını Davet Biçimi:

Peygamber'in, akrabalarını davet etme biçimi çok ilginçtir. Üstelik o gün bu davetin sırlarını daha da iyi açıklayan bir hakikatte ortaya çıktı.

Müfessirler ayetin tefsirinde ve tarihçilerde kendi kitaplarında şöyle yazıyorlar:  Yukarıda zikrettiğimiz ayet nazil olduktan sonra peygamber bir ziyafet tertipleyerek Benî Haşim'in ileri gelenlerinden kırkbeş kişiyi davet etti.  Ziyafetten sonra gizli sırrı açmak istiyordu. Fakat yemek sarf edildiktensonra, peygamber'in amcalarından Ebu Lehep,  düşük sözleriyle mecliste, risalet konusunun gündeme gelmesine engel oldu.  Peygamber (s.a.v)  konuyu ertesi güne ertelemeyi salah gördü. Ertesi gün yine bir ziyafet tertipledi, yemek yenildikten sonra akrabalarına dönerek Allah'a hamd ve vahdaniyetini itiraf ettikten sonra şöyle konuştu: " Şüphesiz, bir toplumun rehberi, onlara yalan söylemez. Kendisinden başka bir  ilah  olmayan Allah'a andolsun ki ben size ve bütün insanlara gönderilen  Allah'ın peygamberiyim.! Bilin ki sizler uyuduğunuz gibi öleceksiniz. Uyandığınız gibi de dirileceksiniz ve yaptıklarınızla hesaba çekileceksiniz; ondan sonrası ya ebedi cennettir, ya ebedi cehennem. (1) Ve şöyle devam etti: "İnsanlardan hiç bir kimse akrabaları için benim size getirdiğimden daha iyisini getirmemiştir. Ben,  dünya ve ahrethayrını size getirdim.  Rabbim, sizleri ona doğru çağırmamı emretti. Şimdi hanginiz, içinizde benim kardeşim, vasim ve halifem olmak üzere bu konuda beni desteklemek istersiniz?"  Peygamber’in sözleri buraya varınca, hiçbir kimseden çıt çıkmadı. Herkes bir fikre dalmıştı. Bu sırada onbeşlerinde bir genç ayağa kalktı ve kararlı bir eda ile : "Ya Resulullah! Ben size yardımcı olmaya hazırım" dedi.

O genç Ali'den başka kim olabilirdi? Peygamber, oturmasını emretti. Resulullah (s.a.v) "şimdi hanginiz, içinizde benim kardeşim, vasim ve halifem olmak üzere bu konuda beni himaye edeceksiniz?" cümlesini üç defa tekrarladı. Fakat her defasında o onbeş yaşındaki gençten başka hiç bir kimse peygamberin sorusuna cevap vermeyince peygamber Ali'yi göstererek: "Ey insanlar! Diyebuyurdu, "bu genç, sizin içinizde benim kardeşim, vasim ve halifemdir.

Onu dinleyin ve ona itaat edin" Ve böylece meclis sona erdi. Meclistekiler, alayımsı bir tebessümle Ebu Talib'e hitaben şöyle dediler: "Muhammed'in emriyle bundan böyle oğlunun sözüne bakmalı ondan emir almalısın! Muhammed onu, senin büyüğün kıldı!" (2)

Bu zikrettiklerimiz, müfessirler ve tarihçilerin çoğunun çeşitli ibarelerle naklettikleri geniş bir meselenin özetidir. Peygamber'in Ehl-i Beyt-i hakkında bir takım özel inançlara sahip olan ibn-i Teymiyye'den başka ulemadan hiçbir kimse, bu hadisin sıhhatinde şekketmemiş ve herkes onu, tarihin kesin hakikatlerinden biri olarak kabul etmiştir.

(1) Sire-i Halebî, c.1 s. 321

(1) Tarih-i Taberî c.2 s. 62–63 Tarih-i Kamil, c.2 s. 40–41

Müsned-i Ahmed, c.1 s. 111; Şerhu Nehc'ül-belağa, ibn-i Ebi'l-Hadid c.13 s. 210–221

 

Cinayetler ve Hıyanetler:

Hakikatleri tahrif ederek ters-yüz etmek ve gerçekleri gizlemek hıyanetve cinayetin en açık örneğidir.  Tarih boyu, bağnaz yazarlardan bir gurup bu yolu kat ederekkendi ilmi eserlerini değerden düşürmüşlerdir. Fakat zaman geçtikçe, ilim ilerledikçeonların hıyanetleriortaya çıkmış;  hakikat peşinde olan insanlar, kalemleriyle perdeleri bir kenara itmiş, hakikatleri perdelerin arkasından çıkarmışlardır. İşte bu hıyanetlerdenbazı örnekler:

1-Muhammed b. Cerir-i Taberî, ölümü: Hicri 310 kendi tarih kitabında akrabalar davet hadisesini aynen bizim naklettiğimiz şekilde genişçeyazmıştır. Fakat tefsirinde (2)  ( (öncelikle) en yakın hısımlarını uyarıp korkut)  ayetine gelince aynı hadiseyi naklederken  (benim kardeşim, vasim ve halifem olmak üzere !) cümlesini " (benim kardeşim ve şöyle ve böyle olmak üzere!) şeklinde değiştiriyor.

Hiç kuşkusuz ,(Vasim ve halifem) kelimelerini atıp, yerine (şöyle ve böyle)  kelimelerini yazmak, hiyanet ve art niyetlilikten başka bir şey olamaz. Taberî, Peygamber’in bu istihamı cümlesini tahrif etmekle yetinmeyip, üç defa istihamdan sonra Ali’den başka hiç bir kimse cevap vermeyince Peygamberin (bilin ki bu (Ali)  benim kardeşim, vasim ve halifemdir.) Şeklindeki buyruğunu da tahrif etmiş, (vasim ve halifemdir)  kelimelerini şöyle ve böyledir şeklinde değiştirmiştir. Tarihçi, hakikatleri yazmakta hür olmalı, gerçekleri çekinmeden olduğu gibi yazmalıdır. Şüphesiz, Taberî'yi bu iki kelimeyi kaldırıp yerine "şöyle ve böyle" kelimelerini koymaya sürükleyen amil, onun mezhebi tassubudur.

 Çünkü o, Ali’yi Peyamber’in ilk vasisi ve halifesi olarak kabul etmemekte. Bu iki kelime de peygamberden sonra Ali'nin vesayet ve hilafetini tasrih ettiğine göre, ayeti kerimenin nüzul sebebini tahrif ederek, kendi mezhebini savunmaya mecbur olmuştur.

2- İbn-i Kesir-i Şami ( ölümü Hicri 732) , hem "El-Bidayet-ü ve'n-Nihaye" adlı tarihinde (c.3 s. 40) hemde tefsirinde (c.3 s.  351) kendisinden önce Taberî’nin, Tefsirinde kat ettiğiyolu kat etmiştir. İbn-i Kesir’in tarihinin kaynağını Taberî’nin tarihi teşkil ettiğine göre bu hususta da muhakkak adı geçen tarihe müracaat etmiştir. Fakat bukonuya gelince sözlerini Tarih-i Taberî'den değil de Tefsir-i Taberî'den nakletmiştir.

3- Bu konuda Mısır’ın eski kültür bakanı ve "Hayat-u Muhammed" kitabın yazarı Dr. Heykel de bir cinayet işlemiş ve böyle yeni nesil hakikatleri tahrif etme yolunu açmıştır.  Şaşılacak tarafı şu ki, bu zat adı geçen kitabının mukaddimesindeoryantalistlere şiddetle saldırmış ve onları hakikatleri tahrifle suçlamıştır. Hâlbuki onun bizzat kendisinin bu konuda oryantalistlerden eksik bir tarafı yoktur.

1- Adı geçen kitabın ilk baskısında hadiseyi yarım yamalak bir şekilde nakletmiş ve o iki hassas cümleden sadece birini (peygamberin meclistekilere hitaben : "Şimdi hanginiz içinizde benim kardeşim, vasim ve halifem olmak üzere bu konuda beni himaye edeceksiniz? " şeklindeki cümlesi kaydetmiş, ama öteki cümleye) Ali (a.s)  üç defa peygamberi himaye edeceğini ilan ettikten sonra peygamberin: "Bilin ki bu genç sizin içinizde benim kardeşim, vasim ve halifemdir" şeklinde buyurduğu cümleye)  asla işaret etmemiştir.

Nübüvvet ve İmamet Parçalanmaz Bir Bütündür

Risaletin başlangıcında Ali'nin (a.s)  vesayetini (vasiliğini) ilan etmek, bu iki makamın birbirinden ayrılmayacağını göstermektedir. Resulullah'ın halka tanıtıldığı gün, onun halifesi de tayin edilmekte, insanlara tanıtılmaktadır. Bu da, nübüvvet ve imametin bir temel üzerine kurulduğuna, bu iki makamın zincir halkaları gibi birbirine bağlı olduğuna delildir.

Bu hadise, Emirülmüminin’in ruhi azametini ve cesaretini açıkçaortaya koymaktadır. Çünkü tecrübeli ve ileri gelen ihtiyarların şaşıp kaldıkları, karar veremedikleri bir mecliste, peygamberi himaye edeceğini, onun yolunda her türlü fedakârlığa hazır olduğunu cesaretle bildirmekte ve tutucu politikacıların yolunu tutmadan peygamberin düşmanlarıyla düşmanlığını açıkçailan etmektedir. Ali (a.s)  o gün, gerçi yaş bakımından meclistekilerin en küçüğü idi, fakat uzun yıllardan beri peygamber ile birlikte olması onun kalbini, kavmin aksakallılarının dahi kabulünde şüpheli oldukları bir takım hakikatleri kabul etmek için hazır hale getirmişti. Ebu Cafer İskafi, bu konuda genişçekonuşmuştur. Değerli okuyucular daha fazla bilgi için İbn-i Ebi’l-Hadid'in "Şerh-u Nehc'ul -Belağa"sına bakabilirler. (1)

(1) Şerhu Nehc'ül-Belağa, İbn-i Ebi'l-Hadid, c13. s. 215- 295

 

İslam’a Umumi Davet

Bi'setin evvelinden üç yıl geçmişti ki, Peygamber (s.a.v) akrabalarını davetten sonra umumi davete başladı. Resulullah (s.a.v) o üç yıl içerisinde hususi temaslarla bir grubu İslam’a hidayet etmişti. Artık insanların umumunu Tevhid dinine çağırmanın sırası gelmişti. Bir gün, Safa dağının kenarında yüksek bir kayanın üstüne çıkarak yüksek bir sesle şöyle buyurdu: "Ya Sabahah! (Arap, bu kelimeyi korkunç olayları haber verirken bir tehlike çanı olarak kullanır)

Peygamberin nidası, herkesin dikkatini çekti. Kureyş'in muhtelif kabilelerinden bir grup, peygamber'in huzuruna koştular. Peygamber, cemiyete hitaben şöyle buyurdu: "Ey insanlar! Düşmanlarınız bu (Safa) dağının arkasına saklanmış ve sizin can ve malınızı kasetmişlerdersem, beni doğrularmısınız?" Herkes "Evet, doğrularız, çünkü ömrümüzde senden bir yalan bile duymadık"  dedi. Bunun üzerine peygamber şöyle buyurdu. "Ey Kureyş topluluğu, kendinizi ateşten kurtarın; ben Allah'ın katında sizin için birşey yapamam, ancak sizi acıklı bir azap ile korkutuyorum.  " Daha sonra sözlerine şunları ekledi: "Sizin içinizde benim durumum, düşmanı görüp de kavmine koşa koşa gelen, fakat düşmanın daha çabuk yetişeceğinden korkarak  "ya Sabahah" diye bağırarak tehlikeyi bildiren kişinin durumudur. "( 1)

Peygamber’in şeriatından az çok haberi olan Kureyş bu cümleyi duyunca büyük bir dehşete kapıldılar. Fakat küfrün başlarından biri (Ebu Leheb)  Peygamber'e dönerek  "Yazıklar olsun sana! Bizi bunun için mi topladın? " diyerek cemiyeti dağıttı.

( 1) Sire-i Halebî, c.1 s. 321

 

Hedef Uğrunda Direnmek

 

Kişinin başarısı, iki şeye bağlıdır:

1- Hedefe inanmak

2- Hedefe ulaşmak için çalışmak ve mukavemet etmek.

İman, insanı ister-istemez hedefe doğru sürükleyen, zorlukları kolaylaştıran ve onu gece ve gündüz hedef uğrunda çaba göstermeye çağıran bir iç etkidir. Hedefine inanan bir kimse, gerçekte saadet ve kurtuluşununonda olduğuna inanmaktadır. Saadetininbelli bir hedefin ipoteğinde bulunduğuna inanan insan, bütün zorluklara rağmen hedefine ulaşmak için çalışır.

Mesela, iyileşmesini acı bir ilacı kullanmakta gören bir hasta, onu kolaylıkla kullanır;  denizin derinliklerinde değerli mücevherlerin bulunduğunu bilen bir dalgıç, hiç korkmadan kendini denize atar.

Ama eğer hasta veya dalgıç, yapacağı işin faydası olup olmadığında şüpheli olur, ya da faydasız olduğuna inanırsa, o zaman o işi yapmaya kalkışmaz veya eğer kalkışırsa da çok zor gelir ona. Binaenaleyh, bütün zorlukları kolaylaştıran unsur iman gücüdür.

Evet, şüphesiz hedefe ulaşmak yolunda bir takım zorluklar, engeller vardır ve insan, engelleri yolun üstünden gidermeye çalışmalıdır. Eskiden beri "Dikensiz gül olmaz" demişler.

Kur'an-ı Mecid, bu hakikati şu ayet-i kerimede beyan etmiştir:

"Şüphesiz, "Bizim Rabbimiz Allah'tır " deyip sonra da(bunun üzerinde ) direnenler  (yok mu); onlara melekler iner (ve der ki) ; Korkmayın, mahzun olmayın ve size vaat olunan cennetle sevinin." (1)

( 1) Sire-i Halebî, c.1 s. 321

 

Allah Resulünün Mukavemeti

Resul-i Ekrem'in, (s.a.v) umumi davetten önceki hususi temasları ve umumi çağrıdan sonraki sürekli faaliyetleri sonucu, küfür ve putperestlik safının karşısında, Müslümanlardan sıkı bir saf vücuda gelmişti. Umumi davetten önce iman eden kimselerin nübüvvetin açığa vurulmasından sonra Müslüman olan kişilerle tanışması, birleşmesi Mekke’nin küfür ve şirk çevrelerinde tehlike çanını seslendirmişti.

Daha yeni yeni filizlenmeye başlayan bir inkılâbı bastırmak, güçlü ve donanmış Kureyş için elbette kolay bir işti. Fakat ne var ki, bu kıyamın erleri bir kabileden değillerdi; çeşitli kabilelerden İslam’ainananlar vardı. Bu yüzden böyle bir grup hakkında kesin bir karar almak çok zordu.

Kureyş büyükleri,  istişare sonucu şöyle bir karara vardılar: Bu hizbin temelini ve bu mektebin kurucusunu çeşitli vesilelerle olsun bu işinden alıkoymalıyız. Gerekirse tatmin yoluyla çeşitli vaatlerleonu davetinden vazgeçirmeye çalışacağız. Gerekirse de tehdit ve işkence yoluyla şeriatının yayılmasının önünü alacağız. Kureyş'in on yıllık programı bundan ibaretti. Sonunda onu öldürmeyi düşündüler, fakat o, Medine’ye hicret ederek onların planını suya düşürdü. O günlerde Benî Haşim kabilesinin başkanı Ebu Talib idi.

O, temiz kalpli ve gayretli bir kişi idi. Evi, düşkünlerin, çaresizlerin ve öksüzlerin sığınağı idi. Mekke’nin reisi ve Kâbe makamlarından bazısına sahip olmasından başka Arap toplumu içerisinde çok büyük bir mevkisi vardı. Abdülmuttalib öldükten sonra Peygamberi o himayesine aldığı için Kureyş'in diğer büyükleri (1)  hep birlikte Ebu Talib’in yanına gelerek şöyle dediler:

"Ey Ebu Talib, senin yeğenin bizim tanrılarımıza küfür ediyor, dinimiz kınıyor, düşüncelerimize gülüyor, babalarımızı sapık sayıyor.  Ya onu bizzat kendin önlemeli veyahut da onu bize bırakmalısın" (2)

Kureyş'in büyüğü ve Benî Haşim’in başkanı özel bir tedbir ile konuşarak onları yumuşattı ve onları bu işlerinden caydırdı. Ancak ne var ki, İslam'ın nüfuz ve intişarı günden güne artmaktaydı. Peygamber’in şeriatının manevi cezbesi, sözlerinin çekiciliği ve Kur’anın fesahat ve belagati,  İslam'ın yayılmasını kolaylaştırıyordu. Özellikle haram aylarda, hacıların Mekke'ye üşüştükleri ayda, Peygamber şeriatını insanlara sunuyor, birçoklarını etkiliyordu.

Peygamber'in bütün kabilelerin kalplerinde kendine biryer açması, birçok kavimlerin de içerisinde taraftar bulması bir kez daha Mekke Firavunlarının dikkatini çekti.  Tekrar peygamberin biricik habisiEbu Talib'in huzuruna vararak İslam’ın nüfuzunun Mekkelilerin istiklaline ve dinlerine tehlikeli olduğunu hatırlatmayı kararlaştırdılar. Bunun üzerine Ebu Talib'in yanına giderek: "Ey Ebu Talib dediler, sen bizim aksakallımızsın, büyüğümüzsün, şerefin ve saygın var bizim yanımızda. Daha önce yeğeninin hakkında seninle konuşup önüne geçilmesini istemiştik. Fakat önünü almadınız siz. Artık sabrımız tükendi. Bundan sonra, tanrılarımıza, babalarımıza, hakaret edenfikirlerimize gülen birine tahammül edemeyeceğiz. Bundan dolayı onun faaliyetlerine izin vermeyeceksiniz. Aksi takdirde her ikinizle de, iki gruptan biri helak oluncaya dek savaşacağız."Peygamberin yegâne hami ve müdafisi, kendine has bir ferasetle, varlıklarını tehlikede gören bir gruba karşı sabırlı davranması gerektiğini anladı. Bu yüzden barışçı bir tavır takınarak onların sözünü yeğenine ileteceğini söyledi.

Elbette böyle bir cevapşimdilik onların hışım ve gazapateşlerini söndürüp, daha sonra müşkülü halledecek daha doğru biryol bulmak içindi. Bunun için de onlar kalkıp gittikten sonra yeğeniyle görüştü ve onların sözlerini kendisine iletti. Bunun üzerine peygamber, hayatının parlak satırlarından birini teşkileden şu cümleyi buyurdu:

 "Amca! Andolsun Allah'a, eğer Güneşi sağ elime, Ay'ı da sol elime verip (bütün bir dünyanın saltanatını bana bıraksalar) bu davadan vazgeç derseler ben yine davamdan vazgeçmem. Ya Allah dinini aşikâr eder ya da bu yolda canımı veririm" Bunları söylerken hedefine olan aşk ve ilgiden olsa gerek, gözleri nemlenmişti.  Bu cümleyi söyledikten sonra amcasının yanından ayrılmak üzere kalktı. Peygamberin nüfuzlu ve tesirli sözleri Ebu Talib’i öyle bir etkiledi ki bütün tehlikelere rağmen   "Andolsun Allah'a dedi,  seni yalnız bırakmayacağım; sen vazifeni yaymaya devam et." (3)

(1) İbn-i Hişam, kendi Sire'sinde bu kişilerin adlarını zikretmiştir.

(2) Sire-i İbn-i Hişam, c.1 s. 265

(3) Sire-i İbn-i Hişam, c.1 s. 265–266

 

Kureyş, Üçüncü KezEbu Talib’e Gitti

İslam'ın günden güne fazlalaşan nüfuzu Kureyş’i daha bir endişeye düşürüyor, çare bulmaya sürüklüyordu. Bu nedenle tekrar bir araya toplanıp kendi kendilerine: "Ebu Talib’in Muhammed’i savunması, onu evlatlık edinmesinden dolayı olabilir. O halde gençlerimizin içinden güzel birini seçip, Ebu Talib'e onu evlatlık edinmesini önerelim dediler.

Bu yüzden Mekke gençlerinin güzel simalılarından olan İmare b. Velid b. Muğire’yi alıp Ebu Talib'in yanına gittiler ve : "Ey Ebu Talib, dediler, Velid'in oğlu şair, Hatip, güzel ve akıllı bir gençtir. Biz onu sana evlatlık olarak verelim de sen yeğenini himaye etmek için bize ver ve bizden el çek" Bu sözleri duyunca Ebu Talib’in damarlarında gayret kanı devran etmeye başladı. Asık bir suratla onların üzerine bağırarak: "Çok kötü bir muamele yapıyorsunuz benimle" dedi. Sizin evladınızı alıp yetiştireyim, fakat kendi evladımı size vereyim de onu idam edesiniz, öyle mi?  Andolsun Allah'a bu iş, gayr-i mümkündür." Mut'im b. Adı ayağa kalkarak: "Kureyş'in, dedi, önerisi adilâne bir öneridir, fakat sen, bunu kabul etmiyorsun!" Ebu Talib Mut'im'e: "Hiç insaf etmedin, dedi. İyice biliyorum ki, sen benim zilletimi istiyorsun. Kureyş'i benim aleyhime kışkırtmaya çalışıyorsun; Fakat elinden geleni esirgeme." (1)

(1) Tarih-i Taber-i c2 s. 67–68; Sire-i İbn, i Hişam, c.1 s. 266–267

Hz. Ebu Talib’i Razı Edemeyince Peygamberi İkna Yolunu Seçtiler

Kureyş, Ebu Talib'i razı edemeyeceğinive onun İslam’ıaçıkça kabul ettiğini söylemese de batında yeğenine karşı büyük bir imanı, bağlılığı olduğunu anlayınca, artık onunla müzakere yapmamaya karar verdi.  Peygamber’in de amcasının yanında olduğu bir sırada Ebu Talib'in evine gittiler. Cemiyetin sözcüsü, sözlerine şöyle başladı: "Ey Ebu Talib!  Muhammed, bizim sıkı ve tek safımızı parçaladı, aramıza ihtilaf saldı; aklımıza güldü, bizi ve putlarımızı istihzaetti. Şayet onu bu işe sürükleyen, yoksulluksa biz ona çokluca servet verelim. Eğer makam istiyorsa onu kendimize emir yapalım, sözünü dinleyelim. Eğer hastaysa, tedaviye ihtiyacı varsa en iyi doktorları tedavisi için gönderelim ve...

Ebu Talib peygamber'e dönerek: "Kavmin büyükleri, gelmiş "dedi.  Senden onların putlarına karışmamanı istiyorlar, sen ne diyorsun? " Resul-i Ekrem (s.a.v) amcasına hitaben: "ben onlardan hiç bir şey istemiyorum" buyurdu. "Fakat benden bir söz dinlesinler ve o sözün ışığında Arab ve gayr-i Araba hükümet etsinler."

Bu sırada Ebu Cehil yerinden kalktı ve: "Biz, "dedi"  senden değil bir söz on söz; dinlemeye hazırız" Peygamber:"  Benim tek sözüm, Allah'tan başka bir ilah olmadığını itiraf etmenizdir" diye buyurdu.

Peygamberin bu beklenmedik sözü, soğuk bir su gibi onların sıcak ümitlerinedöküldü. Peygamberin  sağlam mantığı karşısında söylemeye bir şey bulamayınca: "Üç yüz altmış tanrıyı bırakıp da tek bir tanrıya mı tapacağız?!"  dediler. Kureyşliler, çok öfkeli bir halde evden çıktılar; sonunda işin nereye varacağını düşünüyorlardı. (1) Aşağıdaki ayetler bu vakıayı anlatmaktadır:

" İçlerinden kendilerine bir uyarıcı - korkutucunun gelmiş olmasına şaştılar- Kâfirler dedi ki:  " Bu yalan söyleyen bir büyücüdür. İlahları bir tek ilah mı yaptı? Doğrusu bu şaşırtıcı bir şey"

Onlardan ileri gelen bir grup: "Yürüyün, ilahlarınıza karşı "bağlılıkta" kararlı olun, asıl istenen budur. Biz bunu diğer dinde işitmedik, bu içi boş bir uydurmadan başkası değildir" diyerek (peygamberin huzurundan) kalkıp gitti." (2)

(1) Tarih-i Taberî c.2 s. 66–67 Sire-i İbn-i Hişam c.1 s. 195–196

(2) Sad Suresi 4–7 ayetler.

Kureyş Peygambere İşkence Yolunu Seçiyor

Peygamber (s.a.v) sessizliği bozduğu ve:"Eğer güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseniz andolsun Allah’a bu davamdan vazgeçmem. Ya Allah dinini aşikâr eder ya da bu yolda canımı veririm" sözüyle Kureyş'i me'yus ettiği günden itibaren peygamber’in hayatının en çetin fasıllarından biri başlamış oldu. Çünkü Kureyşliler o güne kadar peygambere saygı gözetip, ona karşı davranışlarında ağırbaşlılıklarını yitirmemişlerdi. Fakat barışçı(!) planlarının suya düştüğünü görünce, programı değiştirme zorunda kaldılar. Artık neye mal olursa olsun, Muhammed’in şeriatin'ın yayılmasının önüne geçecek, bu yolda her tülü vesileden yararlanacaklardı. Kureyş kodamanları ittifakla, alay, tehdit, eziyet ve işkenceyle İslam’ın yayılmasını önlemeye oy verdiler.

Açıktır ki, bütün bir dünyaya kılavuzluk etmek isteyen bir muslih, ancak bütün zorluklar, cismi ve ruhi darbeler karşısında sabırlı olmakla hedefine ulaşabilir. Burada Kureyş’in eziyet ve işkencelerinden bir bölümünü yansıtarak peygamberin ne kadar sabır ve dayanıklı olduğunu anlatmaya çalışacağız. Resulullah kendisine içten yardım eden ruhi ve manevi amillerden (iman ve sabır)  başka bir de bir dış amilden faydalanmaktaydı.

O da başta Ebu Talib olmak üzere Benî Haşim'in himayesi idi. Ebu Talib, Kureyş’in peygambere eziyet etmeye dair kesin ve ciddi kararını duyunca, Haşim oğullarının hepsini yanına çağırdı ve onları peygamberi savunmak için seferber etti. Onlardan bir grup iman üzerine, diğer bir grup da akrabalık bağlarından dolayı peygamberi korumayı savunmayı üstlendiler. Onlardan sadece Ebu Leheb ve adları peygamberin düşmanları arasında gelecek olan diğer iki kişi, Ebu Talib'i reddettiler. Ne var ki bu savunma çemberi de peygamberi bazı acı hadiselerden koruyamıyordu. Çünkü peygamberi yalnız gördükleri zaman ellerinden geleni esirgemiyorlardı.

Bir gün Ebu Cehil, Peygamberi Safa'da gördü. Peygamber'e söverek azarladı. Peygamber ona hiç bir şey demedi ve eve döndü. Ebu Cehil de Kâbe'nin yanında Kureyş'lilerin toplandığı yere gitti. Aynı gün Peygamberin amcası ve sütkardeşi olan Hamza, yayı omzundaavdan döndü. Hamza her zaman avdan döndüğünde ilkin Kâbe'yi ziyaret ve tavaf eder, daha sonra Kâbe’nin etrafındaki toplantılara bir başvurur, ondan sonra evine giderdi. Bu âdeti üzerine o günde, ilkin Kâbe'yi ziyaret etti ve sonra eve döndü.

 Ebu Cehl'in peygamber'e karşı küstahlığına şahit olan Abdullah b. Cüd'an'ın cariyesi Hamza'ya gelerek: "Ya Hamza, Ebu Cehl'in yeğenine sövmesini ve onu azarlamasını görseydin! Dedi.

Cariyenin sözleri Hamza'yı iyice etkiledi. İşin akıbetinidüşünmeden yeğeninin öcünü almaya karar verdi ve Kâbe'ye döndü. Ebu Cehl'in Kâbe’nin etrafındaki kalabalığın içinde gördü. Hiç bir şey söylemeden yanına yaklaştı. Av yayını çıkararak hızla başına vurdu ve başını kırdı ve : "Sen mi ona sövüyorsun? Bundan böyle ben de ona iman ettim, onun dediğini ben de söylüyorum. Gücün yetiyorsa ona yaptığını bana da yap! Dedi. "Ben, dedi, Muhammed'e karşı kötü davrandım; Hamza'nın, rahatsız olmaya hakkı vardır" (1)  Bu gerçek olay sonraları İslam'ın en büyük serdarı olan Hamza gibi bir kahramanın varlığının, peygamber'in canın korunmasında ve Müslümanlarıngüçlenmesinde çok etkili olduğu göstermektedir. İbn-i Esir’in yazdığı gibi (2)  Müslümanların güçlenmesi ve gelişmesinde en büyük amil, Hamza'nın Müslüman olması idi. Bu yüzdendir Kureyş'liler, daha başka planlar çizdiler. İleride onlara değineceğiz.

İbn-i Kesir-i, Sami gibi kimi tarihçiler, Ebu Bekir ve Ömer'in Müslüman olmasının Hamza’nın Müslüman olması kadar etkili olduğunu ve iki halifenin Müslüman olmasının, müslümanların güçlenmesine aziz olmalarına hürriyete kavuşmalarına sebep olduğunu söylemektedirler, ısrarla (3) Kuşkusuz her fert, kendi payıyla İslamın güçlenmesinde, yayılmasında etkili olmuştur. Ancak ne varki, bu iki halifenin İslam'ı kabul etmesinin yankısı, Hamza'nın ki kadar değildi.  Çünkü Hamza, Kureyş'in büyüklerinden birinin Peygamber'e sövdüğünü işitince zerre kadar kuşkuya kapılmadan gidip peygamberin intikamını ondan aldı ve hiç bir kimse onun karşısına çıkmaya cüret edemedi. Böyle bir şahsiyetti Hamza. Ama Ebu Bekir'e gelince... Büyük İslam siyercisi İbn-i Hişam'ın naklettiği bir olaya göre, Ebu Bekir Müslümanların safına katıldığı gün kendini de peygamberi de savunamıyordu. Şöyle anlatıyor :  İbn-i Hişam: "Bir gün Resul-i Ekrem, Kureyş'in toplandığı yerden geçerken aniden Kureyşliler peygamberi her taraftan muhasara  edip, putlar ve  kıyamet günü hakkında söylediği sözleri alaya olarak "Sen misin bunları söyleyen?!" diyorlardı. Resulullah da: "Evet, diyordu, bunları söyleyen benim" Kureyşliler, peygamberi müdafaa edecek bir kimsenin ortalıkta bulunmadığını görünce onu öldürmek istediler. Bunun üzerine içlerinden biri, peygamberin elbiselerinden tuttu. Bu sırada peygamberin yanında olan Ebu Bekir, peygambere yardım etmeye kalkıştı. Ağlayarak:"Rabbim Allah'tır dediği için bir kişiyi öldürmeniz yakışır mı?" diyordu. Daha sonra peygamberi bırakıverdiler. Ebu Bekir de başı kırılmış bir halde eve döndü. (4)

Bu olay, halifenin peygambere karşı sevgisini ve duygularını göstermekten daha çok onun güçsüzlüğünü göstermektedir. Çünkü bu hadiseden anlaşıldığına göre, o gün onun ne öyle kuvvetli bir bileği, ne de önemli bir toplumsal şahsiyeti yoktu.

Bunun içindir ki Kureyşliler, peygambere karşı herhangi bir girişimin kötü sonuçları olacağını düşünerek Peygamberi bırakıp ona saldırdılar ve onun başını kırdılar.

 Şimdi, Hamza’nın gösterdiği ceraseti, bu hadiseyle mukayese edersek, Sadr-ı İslam'da islamın izzet ve kuvvet kazanmasının ve kâfirlerin endişeye kapılmalarını, bu ikisinden hangisinin Müslüman oluşunun neticesi olduğu pekâlâ ortaya çıkar.

Yakında Ömer'in nasıl Müslümanolduğunu okuyacaksınız. Ömer'in de Müslüman olması, Müslümanların savunma gücünü kuvvetlendirmedi. Çünkü Müslüman olduğu gün, eğer As b. Vail olmasaydı nerdeyse onu öldüreceklerdi. Ömer'i öldürmek isteyen bir gruba şöyle demişti. As b. "Kendine bir din seçmiş olan kişiden ne istiyorsunuz? Adî b. Ka'b kabilesi, onu öyle rahatlıkla size teslim ederler mi, sanıyorsunuz? (5)

Bu cümle, kabilesinden korktuklarıiçin ondan el çektiklerini göstermektedir.  Kabilelerin de, kendilerini savunması, fıtrata dayanan bir adettir, küçük ve büyük farketmez bu konuda.

Evet, Müslümanların savunma üssü, Benî Haşim'in evleriydi. İşin ağırlığı da Ebu Talib ve hanedanının omzunadüşüyordu. Yoksa diğerlerinin kendilerini savunacak güçleri yoktu, nerede kaldı ki onların Müslüman olmaları, Müslümanların izzetine, yücelmesine sebep olsun.

(1) Sire -i İbn-i Hişam, c.1 s. 313; Tarih-i Taberî c.2 s. 72

(2) El Kamil, c.3 s. 59

(3) El Bidayet'ü ve'n -Nihaye, c.3 s. 26

(4) Sire-i İbn-i Hişam, c.1 s. 31, Tarih-i Taberî, c.2 s. 72

(5) Sire-i İbn-i Hişam-ı c.1 s. 317    (2) Sire-i  İbn-i Hişam, c.1 s. 298-299

 

EBU CEHİL PEYGAMBERE PUSU KURUYOR

 

İslamın her geçen gün daha da bir ilerleyişi, Kureyş'i çok rahatsız etmişti. Her gün Kureyş boylarından bir ferdin Peygamber'e iman ettiği haberini alıyorlardı. Bu yüzden günden güne içlerindeki gazab ateşi daha bir alevleniyor, tutuşuyordu.

Mekke Firavunu Ebu Cehil,  bir gün Kureyş topluluğuna şöyl e demişti: "Ey Kureyş’liler! Görüyorsunuz ki, Muhammed dinimizi kötülemekte, babalarımıza kötü şeyler söylemekte, düşüncelerimizin yanlış olduğunu söylemekte ve ilahlarımıza sövmektedir. Andolsun Allah'a,  yarın ona pusu kuracağım ve Muhammed secdeye eğildiği vakit taşla başını kıracağım. " (2) Ertesi gün peygamber namaz kılmak için Mescid'ül-Haram'a girdi ve Rükn-i Yemani ile Haver'ül Esved arasında namaza durdu. Ebu Cehl'in fikrinden haberdar olan bir gurup Ebu Cehil'in bu işte muvaffak olup olmayacağını düşünüyorlardı. Peygamber-i Ekrem (s.a.v) secdeye eğildiği vakit Ebu Cehil pusudan çıktı ve peygambere yaklaştı. Fakat uzun sürmedi titremeye başladı ve rengi kaçmış korkmuş geri döndü.

 Herkes ona doğru koşup "Ne oldu Eba Hakem?  Dedi. Ebu Cehil, korku ve heyecanını hikayet eden yavaş ve titrek bir sesle: "Bütün ömrümde görmediğim bir manzara gözlerimin önünde canlandı. Bu yüzden kararımdan vazgeçtim" dedi. Hiç şüphesiz Allah'ın emriyle gaybi bir güç, böyle bir manzarayı vücuda getirerek peygamberin vücudunu korumuştur. Nitekim Kur'an'ı Kerim'de "Alay edenlere karşı biz sana yeteriz" buyrularak düşmanlara karşı peygamberin gaybi bir güç tarafından desteklendiği belirtilmiştir.

Tarih sayfalarında Kureyşin eziyetlerinden birçok numuneler kaydedilmiştir. İbni-i Esir, kitabının bir bölümünde bu konuyu ayırarak peygamberin başta gelen düşmanlarının adlarını ve ettikleri çeşitli eziyetleri zikretmiştir. (1)

Bizim burada anlattıklarımız, bir örnek teşkil etmektedir. Yoksa Hazreti her gün bir çeşit eziyete tabi tutuluyordu. Örneğin bir gün Akaba bin Ebi Mo't peygamberi tavaf halinde gördü. Hazrete sövdü ve sonra sarığını boynuna dolayarak Mescid-ül Haramdan dışarıya doğru çekti. Bir gurup, Benî Haşim 'in korkusundan peygamberi onun elinden aldılar.  Bu kadar saygısızlık yapabilir mi? (2)Peygamber-i Ekrem (s.a.v)  , kendi amcası Ebu Leheb ve onun karısı Ümmü Cemil tarafından çok eziyet ler gördü. Peygamberin evi onlara yakındı.  Onlar çör çöpü bile peygamber'in başına dökmekten çekinmiyorlardı. Hatta bir gün bir koyunun rahmini peygamberin başına çarptılar ki, Hamza buna tahammül edemeyip o rahmin aynını Ebu Leheb'in başına vurdu.

(1) Tarih-i Kamil, c2 s. 47

(2) Bihar’ul-Envar, c.18, s. 204

MÜSLÜMANLARA EDİLEN EZİYET

Bi'setin evvelinde İslam'ın ilerlemesini sağlayan amillerden biri de, birinci derecede bizzat peygamberin, ondan sonra da yaranının mukavemetleri, direnmeleri idi. Resulullah (s.a.v)  sabır ve mukavemetinden bir kaç örnek verdik. Şirk ve putperestlik merkezi Mekke’de yaşamakta olan peygamberin yâranının mukavemeti de ilgi çekicidir. Onların fedakârlıklarını, mukavemetlerini Hicretten sonraki olaylar bölümünde zikredeceğiz, inşallah. Fakat burada sığınaksız, emniyetsiz Mekke’de yaşayan veya işkence edildikten sonra tebliğ için Mekke'yi terkeden bir kaç fedakârın zor şartlar altında yaşamına değineceğiz.

1-Bilâl-i Habeşi

Bilâl'in anne ve babası Habeşistan'dan esir olarak Ceziret'ül Arab'a (Arab yarımadasına) getirilmişlerdi. Sonraları peygamber'in müezzini olan Bilal, Ümeyye b. Halef'in kölesi idi. Ümeyye, Müslümanların rehberi Resulullah 'ın yanında bir numaralı düşmanlarından idi. Benî Haşim Peygamber'i himaye ettiği için Peygamberin şahsına karşı bir şey yapamıyordu. Bu yüzden yeni Müslüman olan kölesine herkesin gözü önünde işkence ediyordu. Onu, en sıcak günlerde çıplak bedenle sıcak çakıllar üzerine yatırıyor büyük ve sıcak bir taşı göğsünün üzerine koyuyordu ve şöyle diyordu: "Ya bu vaziyetle öleceksin veyahut da Muhammed’in Rabbine inanmaktan dönüp Lat ve Uzza’ya tapacaksın.

Fakat Bilal bunca işkence karşısında mukavemet ediyor, Ümeyye'nin cevabında "Ahed Ahed" diyordu. Yani: "Allah birdir ve ben şirk ve putperestliğe asla dönmem" Taş yürekli birinin elinde esir bulunan bu siyah kölenin mukavemetine herkes hayret ediyordu.

Hatta Varaka b. Nevfel, bir gün, Bilâl'in acıklı durumuna tahammül edemeyip ağlamış ve Ümeyye'ye : "Andolsun Allah'a, onu bu şekilde öldürürsen, onun kabrini ziyaretgâh yapacağım" demişti. (1)  Bazen Ümeyye, Bilâl'in boynuna bir ip sarıyor, sokaklarda süründürsünler diye çocukların ellerine veriyordu. (2)

İslamın ilk savaşı olan Bedir gazvesinde Ümeyye ve oğlu Müslümanlara esir düştü. Müslümanlardan kimisi, Ümeyye'nin öldürülmesini tasvib etmiyordu. Fakat Bilâl"O, dedi; küfrün elebaşlarındandır, öldürülmesi gerekir. "Bilâl'in ısrarı üzerine baba ve oğul yaptıkları zulümlerin cezasına çarptırılarak öldürüldüler.

2- Ammar'ı Yasir ve Valideynin Fedakârlıkları:  Ammar ve Valideyni ilk Müslüman olanlardandı. Onlar, Erkam b. Ebi'l -Erkam'ın evi Resulullah'ın tebligat merkezi halinde iken İslam'a inanmışlardı. Müşrikler, onların iman ettiklerinden haberdar oldukları gün onlar hakkında ellerinden gelen eziyet ve işkenceyi yaptılar İbn-i Esir şöyle yazıyor:

Müşrikler, bu üç kişiye en sıcak vakitlerde evlerin i terkedip çölün ortasında sıcak güneşin ve yakıcı rüzgarın önünde oturmaya mecbur ediyorlardı. Bu işkence o kadar tekrarlandı ki Yasirin ölümüne sebeb oldu. Yasirin eşi Sümeyye bir gün bu hususta Ebu Cehil'e çıkıştı.  Bunun üzerine taş kalpli ve acımasız adam, mızrağını onun kalbine soktu ve böylece onu da öldürdü. Bu karı ve kocanın acımalı durumu, peygamberi çok üzüyordu. Bir gün peygamber onları işkence halinde görürken gözyaşlarını akıtarak şöyle demişti: "Ey Yasir ailesi! Sabredin, sizin yeriniz cennettir". (3)

Yasir ve eşi Sümeyye şehid edildikten sonra müşrikler Ammar'a karşı daha şiddetli davranmaya başladılar. Ona da Bilal gibi işkence ediyorlardı. Ammar, canını kurtarmak için zahirde İslam'dan dönmeye mecbur kaldı. Fakat işinden çok çabuk pişman oldu ve ağlaya ağlaya Resulullah'ın huzuruna koştu. Çok üzgün halde olayı peygambere anlattı. Peygamber (s.a.v) "Kalbinde bir sarsma vücuda geldi mi? diye sordu. Ammar kalbim imanla doludur ya Resulullah " dedi. Peygamber: O halde, buyurdu, hiç korkma ve kâfirlerin şerrinden kurtulmak için imanını gizle" Şu ayet-i Kerime de Ammar’ın imanı hakkında nazil oldu. (4)  "Kalbi imanla tatmin bulmuş olduğu halde baskı altında zorlanan hariç, iman ettikten sonra Allahı inkâr eden ve bağrını küfre açanlara Allah katında bir gazap vardır. Büyük bir azap da onlar içindir.  (5)

En sığınaksız kişilerden olan Yasir hanedanına işkence edilmesini Ebu Cehlilin kararlaştırdığı meşhurdur. Ebu Cehilin emriyle ateş yaktılar, kırpaç hazırladılar ve Yasir, Sümeyye ve Ammar'ı çeke çeke oraya götürdüler.  Hançer, ateş ve kırbaçla işkence ettiler. İşkenceyi o kadar sürdürdüler ki Yasir ve Sümeyye son ana kadar imanların da hiçbir sarsma vücuda gelmeksizin işkence altında can verdiler. Bu feci ve acımalı sahneye şahit olan Kureyş gençleri, İslamı ezmekteki ortak çıkarlarına rağmen Ammarlın anne ve babasının nâşını toprağa vermesi için Ebu Cehil'in elinden kurtardılar.  

(1) Sire-i İbn-i Haşim, c.1,s 318

(2) Tabakat-ı İbn-i Sad. c. 3, s. 233

(3) El -Kamil, c. 2, s.45 

(4)  Sire-i İbn-i Hişam, c.1 s. 320

(5)  Nahl Suresi, 106. ayet

3) Abdullah B. Mesut

 

İslamın gizli havzasına dâhil olan Müslümanlar kendi aralarında, "Kureyş bizim Kur’an’mızı işitmemiştir; içimizden birisi, Mecsid-ül Haram'da yüksek bir sesle Kur’an’dan bir kaç ayet okursa çok iyi olacaktır" şeklinde konuştular. Abdullah b. Mes'ud, bu işe hazır olduğunu bildirdi. Bir gün Kureyş'in ileri gelenleri, Kâbe’nin yanında toplanmışken Abdullah tatlı bir sesle ayetleri yüksek sesle okudu:

Rahman suresinin fasih ve beliğ cümleleri, Kureş’in ileri gelenlerini iyice dehşete düşürdü. Sığınaksız bir fert vasıtasıyla kulaklarına yetişen semavi nidanın tesirini önlemek için hepsi yerinden fırlayıp onun üzerine saldırdılar ve o kadar dövdüler ki, her tarafını kana boyadılar. Abdullah feci bir durumda Peygamber'in yanına döndü. Fakat sonunda Kur’an’ın can veren nidasını düşmanlara duyurabildikleri için seviniyorlardı. (1)

4- Ebuzer peygamber’e iman eden dördüncü veya beşinci kişidir. (2) Buna göre Ebuzer, İslam'ın zuhur ettiği ilk günlerde Müslüman olmuştur ve "sabukun"dan sayılmaktadır.

Kur'an-ı Mecid'in tasrihiyle, İslam peygamberinin risaletinin başlangıcında iman eden kimseler, özel bir makam ve mevkiye sahiptirler. (3) Keza, Mekke fethinden önce Müslüman olanlar, fazilet ve manevi makam bakımından Mekke fethinden sonra Müslüman olan kimselerden üstündürler. Kur'an-ı Kerim, bu hakikati şöyle açıklamaktadır:

"İçinizden (Mekke) fethinden önce infak eden ve savaşanlar (başkalarıyla) bir olmaz. İşte onlar, derece açısından (Mekke)  fethinden sonra infak eden ve savaşanlardan daha büyüktürler." (4)

(1) Sire-i İbn-i Hişam, c.1, 314

(2) Usd'ül-Ğabe, c.1 s. 301; El-İsabe, c.4 s. 64; El- İstiab, c.4 s. 62

(3) "(Hayır işlerde) öne geçenler, (ahirette de)  öne geçenlerdir. İŞte onlar, yakınlaştırılmış (mukarreb) da olanlardır" (Vakıa suresi 10 ve 11. ayetler) "(İman etmekte) ilk öne geçen muhacirler, ensar ve onlara güzellikle uyanlar; Allah onlardan hoşnut olmuştur, onlarda O'ndan hoşnut olmuşlardır ve (Allah) onlara, içinde ebedi kalacakları altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur." (Tevbe suresi, 100. ayet)

(4) Hadid suresi, 10. Ayet

 

 

 

Ebuzer iman ettiği zaman peygamber (s.a.v) , insanları gizli olarak İslam'a davet ediyordu. Ortam, açık davet için elverişli değildi. Henüz peygamber'e iman eden kişilerin sayısı beşi aşmamaktaydı. Bütün bunları göz önünde bulundurarak, Ebuzer'in imanını gizleyip sessizce Mekke'yi terkederek, kabilesinin içine gitmekten başka bir yolu yoktu zahirde. Fakat Ebuzer, hareketçi ve mücadeleci bir ruha sahipti.  Batıl karşısında muhalefet bayrağını çekip sapıklıklarla savaşmak için yaratılmıştı sanki. İnsanların bir parça tahta ve taş karşısında eğilip ibadet etmeleri gibi büyük bir batılın karşısında,  susabilir miydi Ebuzer?  Bu yüzden kısa bir süre Mekke'de kaldıktan sonra bir gün peygamber'e  "ben ne yapmalıyım, vazifem nedir benim? " diye sordu. Peygamber  "Sen, dedi, kendi kabilenin içinde İslam mübelliği olabilirsin. Artık kavminin arasına dön ve benim ikinci bir emrimi bekle. " Ebuzer: Andolsun Allah'a ben, dedi kendi kavmimin arasına dönmeden önce İslam nidasını bu insanlara duyuracağım."O, bu kararı aldıktan sonra Kureyş’lileri Mescid’ül-Haram'da sohbetle meşgul oldukları bir vakitte Mescid’e girdi ve yüksek bir sesle haykırdı.  İslam tarihinin gösterdiği kadarıyla bu feryat, Kureyş'in kudretini açıkça mücadeleye çağıran ilk feryat idi. Bu feryat, Mekke’den ne akrabası olan ne de bir hamisi bulunan garib bir kişinin boğazından çıkıyordu. Ebuzer'in sesi Mescid’ül-Haram'da çınlar, çınlamaz Kureyşliler Ebuzer'in üzerine saldırdılar ve onu acımasızca o kadar dövdüler ki baygın bir halde yerlere serildi.  Haber, Peygamber'in (s.a.v) amcası Abbas'a ulaştı. Abbas, hemen Mescid’ül-Haram'a koştu ve Ebuzer'i müşriklerin elinden kurtarabilmek için latif bir çare düşünerek: "Ey Kureyş'liler, dedi sizin hepiniz ticaretle uğraşıyorsunuz. Ticaret yolunuz da Gıfâr kabilesinin içinden geçiyor. Bu genç, Gıfar kabilesindendir. Eğer onu öldürecek olsanız Kureyş’in ticareti tehlikeye düşer ve hiç bir ticaret kervanı bu kabilenin arasından geçemez!" Abbas'ın kıldığı çare,  etkisini bıraktı; Kureyşliler Ebuzer'den el çektiler. Fakat hareretli ve fevkalede yürekli bir genç olan Ebuzer ertesi gün yine Mescid'ül Haram'a girdi ve aynı şiarı haykırdı. Kureyşliler tekrar onun üzerine hucum edip bir hayli dövdüler.

Bu defa da Abbas dünkü sözleriyle Ebuzer 'i onların elinden kurtardı.(1) Abbas olmasaydı kim bilir bil ki de Ebuzer 'i öldüreceklerdi. Fakat Ebuzer İslam yakında mücadele meydanından öyle çabuk geri çekilecek biri değildi. Bir kaç gün sonra bir kadını Kâbe'nin etrafını tavaf ederken görür. Kadının Kâbe'nin etrafında asılı olan Usaf ve Naile adında Arabi’nin iki büyük putuna hitaben râz-u niyaz ettiğine hacetlerini onlardan isteğine şahit olarak kadının cehaletine çok üzülür putların idrak ve şuurları olmadığını ona anlatabilmek için bu iki putu birbiriyle evlendirsene der. Kadın Ebuzerin sözlerinden rahatsız olarak "Sen de O'nun arkadaşısın " diye bağırır. (2)

Kadının bağırmasıyla Kureyş gençleri Ebuzer’in üzerine saldırıp ona şiddetle söverler. Bu defa da Benî Bekr kabilesinden bir gurup Ebuzer’in yardımına koşup Kureyş gençlerinin elinden kurtarır. (3)

(1) Hülyet'ül-Evliya, c.1 s. 158–159 Tabakat-ı İbn-i Sa'd, c.4 s. 225, El-İstiab c.4 s. 63; El-İsabe, c.4 s. 64; Ed-Derecat'ür-Rafia, s 228

(2)Mekke Putperestleri, İslam dinine giren kimseleri Saibi’likle suçluyorlardı.

(3)Tabakat-ı İbn-i Sa’d C.4 S.223

Gıffar Kabilesi Müslüman Oluyor  

 

İslam Peygamberi yeni talebesinin kabiliyetini ve mücadele sahasında batıla karşı gösterdiği şaşırtıcı gücünü çok iyi bir şekilde idrak ediyordu. Fakat mücadele zamanı gelmediği için peygamber ona, kendi kabilesinin arasına dönüp onları İslam'a davet etmesini emretti. Ebuzer, kendi kavmine döndü ve Allah tarafından gönderilen ve insanları bir olan Allah’a ibadet etmeye ve iyi huylara davet eden bir Peygamberin zuhur ettiğini yavaş yavaş gündeme getirdi.

İlk önce Ebuzer'in kardeşi ve annesi İslamiyeti kabul ettiler. Daha sonra Gifar kabilesinin yarısı Müslüman oldu. Diğer yarısı da Resulullah (s.a.v) Medine'ye hicret ettikten sonra İslamiyeti kabul ettiler. Eslem kabilesi de Gıfar kabilesine bakarak Peygamberin huzuruna varıp Müslüman oldu.

Ebuzer, Bedir ve Uhud savaşlarından sonra Medine'ye geldi ve orada muhkim oldu. (3)

(1)  Tabakat-ı İbn-i Sa'd, C.4 S. 221, Ed-Derecat'ür-Rafia, S. 225--226 ve 229–230

PEYGAMBERİN BİR NUMARALI DÜŞMANLARI

Müslümanların büyük önderinin düşmanlarından bazısını tanımak, hicretten sonra vaki olan hadiselerden bazısını tahlilde faydalı olacaktır. Onun için burada onlardan bazısının adlarını zikredeceğiz.

1- Ebu Leheb: Peygamber'in komşusu idi. Daima peygamberi yalanlıyor, ona ve Müslümanlara elinden gelen eziyeti ediyordu. 

2- Evsed b. Abd-i Yeğus: Alay edenlerden biriydi. Kimsesiz ve yoksul bir Müslüman’ı gördüğünde alay ederek: "Yeryüzünün padişahları işte bunlardır, İran şahının tacı ve tahtı bunlara yetişecek, sanırım! " diyordu.  Müslümanların Kayser ve Kisra ülkelerine varis olduklarını gözleriyle görmesine ne yazık ki ecel müsaade etmedi.

3- Velid b. Muğire: Kureyş aksakallılarından ve büyük bir servete sahip idi. Gelecek bölümde, onun peygamber ile yaptığı konuşmasını okuyacaksınız.

4- Halef'in oğulları Ümeyye ve Übey: Bir gün Übey ölülerin çürümüş kemiklerini eline alarak Peygambere geldi ve : "Senin Rabbin bu kemikleri mi diriltecek?" dedi.  Vahy kaynağından şöyle nidâ geldi:  "  De ki: Onları ilk defa yaratan, diriltecektir onları" (1)  Bu iki kardeş, Bedir savaşında öldürüldüler.

5- Ebu'l-Hakem b. Hişam: İslam’a karşı beslediği yersiz inat ve taassup yüzünden Müslümanlar, Ebu Cehil adını takmışlardı ona. Oda Bedr savaşında öldürüldü.

6- As b. Vail: Amr-ı As'ın babasıdır. Resulullah'a ebter (soyu kesik) demişti.

7- Ukbe b. Ebi Muayt: Peygamber'in ciddi düşmanlarından biridir. Peygamber-i ve Müslümanları incitmek için her türlü yola başvuruyordu. (2)

 

 

http://caferider.com.tr/insanligin-ates-ucurumundan-kurtuldugu-gun-mebas_h6481.html