|
Sovyetler Birliği yıkılıp Türk Cumhuriyetleri ortaya çıktığında Diyanet İşleri Başkanlığımız, Bağımsız Türk Cumhuriyetlerinde Cami yapılışına yöneldi. Azerbaycan hariç yapılan camiler şükranla karşılandı. Çünkü o Cumhuriyetlerin halkının Müslüman olanlarının çoğunluğunun mezhebi “Hanefi” idi… Türkiye’de ki uygulamalardan farklı gelenekler olsa da bunlar önemsenmedi.
Ancak Azerbaycan Cumhuriyetinde durum farklıdır. Azerbaycanlı Müslümanlarının çoğunluğu (%70) Şii-Caferi diğerleri ise Sünni Hanefi”dir (%30) başkaları da vardır ama orantıyı etkilemez. Azerbaycan da dini idarenin başında bir Şii-Caferi din adamı vardır, yardımcısı ise Sünni Hanefi’dir. Azerbaycan da mezhep farklılığı önemsenmez ve birbirlerinin arkasında namaz kılarlar. Biz de rahmetli Özal ile gittiğimizde Şeyh Allahşükür Paşazade’nin arkasında namaz kılmıştık. Yanımızda Sünni yardımcısı da vardı.
Diyanet İşleri Başkanlığı, Azerbaycan’da çok önem verilen şehitliğin yanında bir cami inşa etti. Buranın imamlığına da Türkiye’den bir Sünni din adamı gönderildi. Yani kendin pişir kendin ye hesabı… Ve olanlar oldu… Caminin duvarlarına Türkiye’de adet olduğu üzere dört halifenin adı yazıldı. Hutbelerde de onların adı söylenmeye başladı. Aslında bu bir bidattır. Hz. Peygamber zamanı esas alınırsa ne gereklidir ne de vazgeçilmezdir. Ama bizim Diyanet bu işten vazgeçmedi.
Azerbaycan’ı her ziyaretimde dost olduğumuz Allahşükür Paşazade’ye de uğrardım. Bir seferinde şöyle dedi: “Siz bizi bölmeye mi geldiniz. Biz bu Şii, Sünni çekişmesini çözmüştük. Siz canlandırdınız!” dedi. “Ben ne yaptın ki?” dedim. “Siz değil ama sizin Diyanet İşleri Başkanlığınız yaptı… Bizim halkımızın çoğunluğu Şii’dir. Biz ilk üç halifenin halifeliğini kabul etmeyiz. Zaten kabul etsek biz de Sünni olurduk. Şimdi Şii’ler Diyanetinizin yaptığı ve Sünni imam tayin ettiği bu camiye gitmiyorlar. Bölünme başladı” dedi.
Türkiye’ye dönünce bu durumu yetkililere anlattım. Anladılar mı bilmiyorum.
İyi niyetle olduğuna inandığım iki etkili hocanın birlikte tasarladıkları “Cami-Cemevi” projesini duyunca aklıma bu hatıram geldi.
Türkiye’de mezhep ve yol farklılıklarının çatışma ve çekişme konusu yapılmaması benim de öteden beri uğraştığım konulardan birisidir. Ancak bu işler ince işlerdir. Ve çok dikkatli yapılmalıdır. Yer tespitinden konuya yaklaşımda uygulanacak yönteme kadar…
Acaba mesele binaların birbirine yaklaştırılması mıdır? Yoksa gönüllerin hoşgörü anlayışıyla oluşturulmasında mıdır? Temel atma töreninde olan biten işler iyi irdelenmeli iyi incelenmeli ve bundan sonraki adımlar ona göre atılmalıdır.
Sözgelimi İstanbul’da Şahkulu Dergahının hemen bahçe duvarının dibinde bir cami vardır ama duvarın iki yanındaki iki ibadethane müdavimlerini birbirine yaklaştırmaktan uzaktır.
Tarihimizde zaten mescitler ile Cemevleri yan yana ve iç içeydi. Bu durum örnek alınabilir. Ama o zamanki mescitlerde ne yapılırdı Cemevlerinde neler olurdu bunlar aydınlığa kavuşmalı…
Dahası Türk Milliyetinin ruhunun yoğurucusu Ahmet Yesevi’nin Dergahında Namazın ve Cem’in aynı mekanda yapıldığını da ben hatırlatmış olayım. Kadın erkek birliktelerdi. Musiki eşliğinde zikir yapılırdı. Coşanlar kalkıp samaha dururlardı. Namaz da orda kılınırdı. Lokma da orada yenilirdi. Derslerde orada verilirdi.
|
|