İslam Müslümanların en az beş alanda vahdet ve birlik içerisinde olmalarını istemektedir. Bu beş alan tarih boyunca Müslümanları diğerlerinden ayıran en önemli ayırt edici özellikler olmuştur. Bu beş alan ve özellik şunlardır: inançta birlik, şeriatta birlik, ümmet birliği, medeniyette birlik ve İslam coğrafyasında birlik. İşte İslam bu beş alan ve sahada Müslümanlardan tam bir işbirliği içinde olmalarını istemektedir.
Müslümanlar hz. peygamber döneminde aşağıdaki ayeti kerimenin belirttiği gibi tam bir vahdet ve birlik içerisinde bulunuyorlardı.
Ey müminler, Allah'tan gerektiği gibi korkunuz ve mutlaka Müslüman olarak ölünüz.
Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı sarılınız sakın ayrılığa düşmeyiniz, Allah'ın size bağışladığı nimeti hatırlayınız. Hani bir zamanlar düşman olduğunuz halde O, kalplerinizi uzlaştırdı da O'nun bu nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Hani siz bir ateş kuyusunun tam kenarındayken O sizi oraya düşmekten kurtardı. Allah size ayetlerini işte böyle açık açık anlatır ki, doğru yolu bulasınız.
Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir ümmet olsun. İşte kurtuluşa erenler bunlardır.
Sakın kendilerine apaçık ayetler geldikten sonra parçalanıp çatışmaya düşenler gibi olmayınız. Böyleleri için büyük bir azap vardır (âli İmran 102-105).
Her ne kadar Müslümanlar hz. peygamber zamanında da oldukça fazla ihtilaf ediyorlardı ama peygamber büyük bir hoşgörü göstererek onlar arasındaki ihtilafla çözüyor ve böylece onların birlik ve vahdetini sağlamış oluyordu. Hz. peygamberin rihlet’inden sonrada bazı konularda ihtilaf etseler de bu tür anlaşmazlıklardan nasıl kurtulacaklarını çok iyi bilmişlerdir. Bu yüzden ortaya çıkan siyasi ihtilaflar en kısa sürede çözülerek İslam düşmanlarının üzerine yürümüşlerdir.
İslam daima farklılık ve çeşitliliğin taraftarı olmuştur. Çünkü bu sayede Müslümanlar arasında fikri hareketler meydana getirmeyi arzulamıştır. Ama belli konularda ihtilaf ve anlaşmazlığa düşmelerinden dolayı Müslümanların zarar görmesini engellemek için bu durum için bazı temel prensip ve kurallar koymaktan da geri durmamıştır. Dolayısıyla İslam Müslümanların maddi ve manevi olarak tekâmül etmelerini sağlayacak farklılıkları hoş görmelerini salık vermiş ve bu sayede yaratıcı bir akli etkinlik içerisinde bulunmalarını sağlamıştır. Böylece iş silah çekip birbirlerine zarar vermekle sonuçlanmadıkça İslam Müslümanların teorik ve ameli konularda ihtilaf etmelerini hoş görmüş hatta bunu desteklemiştir. Bu açında hakikatin fikirlerin çatışmasından ortaya çıkacağı düsturunu Müslüman zihinlere bir temel ilke olarak yerleştirmiştir.
İşte Müslümanlar tarih sahnesine çıkıp ilahi misyonunu yerine getirmeye başladıklarında tam da böyle bir durum üzerinde bulunuyorlardı. Yani ilk Müslüman nesil fikri ve ameli ihtilafları faydalı buluyor ve bu farklılıktan ümmet için en hayırlı olan sonucu elde etmekte yararlanıyordu. Dolayısıyla ilk dönemlerde Müslümanların tam da Allahın istediği gibi tam bir vahdet ve birlik halinde bulunduklarını söyleyebiliriz. Zaten insanlık tarihinde eşi görülmemiş şekilde gösterdikleri başarı bu durumu açıklıkla ortaya koymaktadır. Müslümanlar çok kısa bir sürede o dönemin süper güçleri olan Bizans ve Sasaniye boyun eğdirmiş ve neredeyse bilinen dünyanın yarısını fetih etmiştir. Ama asıl büyük başarı bu fetih edilen yerlerde kalıcı olmaları olmuştur.
Hep birlikte Allahın ipine sımsıkı sarılın… Ayetinde bulunan hep birlikte kelimesi nahivcilere göre “haldir” ve buna göre bu kelime Müslüman toplumun içinde bulunması gereken durumu tasvir etmektedir. Buna göre bu kelime Müslümanlardan oluşan bir toplumun daima Allahın ipine yani Kuranı Kerim ve hz. peygamberin sünnetine sımsıkı sarılması gerektiğini anlatmaktadır. Kuran Müslümanlardan bir köşeye çekilip sadece Allaha ibadet etmelerini istememektedir. Aynı şekilde Kuran Müslümanların toplumun içinde bulunduğu duruma kayıtsız kalmalarını da istememektedir. İşte tam da bu anlama gelen ruhbanlık İslamda yasak ve haramdır. Zira İslam bütün boyutlarıyla hayat dinidir ve hayatın içinde bulunan her şeyle bir şekilde ilgilenmektedir. İslama göre Allah insanların ibadetlerini ancak sosyal yaşamın içinde bulunarak başkalarına faydalı oldukları halde kabul edecektir. Bu açıdan insanların en hayırlısı başkasına faydalı olandır denmiştir. İşte bu ilk dönem Müslümanları tarafından yaşamlarında örnek alınan bir ilahi düsturdur. Hz. peygamber dönemi ve sonrasında da sahabe ve tabiin Müslümanlarının bu ilahi prensiplere göre yaşadıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Zaten öyle olmasaydı bu din bu gün bizlere kadar ulaşamazdır.
Ama eğer ilk Müslümanların durumuyla günümüz Müslümanlarının içinde bulundukları karşılaştıracak olursak maalesef yüreklerimiz göreceğimiz manzaraya kolayca dayanamayacaktır. Çünkü bugün Müslümanlar görünüşte bir ve beraber görünseler de hakikat hiç de bizlere göründüğü gibi değildir. İşin ehli olan herkes biliyor ki bugün Müslümanlar kavmiyetçilikten tutunda birbirinden farklı olan ideolojilere mensup olmalarından dolayı bölük pörçük olmuşlardır. Bu durum tabi ki İslamın birleştirici yaşam ilkelerinin terk edilmesinden kaynaklanmaktadır. Kuranı kerim Müslümanları birbirlerine karşı merhametli İslam düşmanlarına karşı ise kılıçtan daha keskin olarak tanıtmaktadır. İlk Müslüman nesil bu ilkeye sımsıkı sarıldıkları için başarıları bugüne kadar devam etmiştir. Ama maalesef günümüz Müslümanları bu ilahi rehberliğin ışığından oldukça uzaklaşmışlardır. Bunun sonucunda da İslam düşmanlarıyla uğraşacaklarından durup birbirleriyle uğraşmaya başlamışlardır. Ve sonuç tabi ki her alanda korkunç bir geri kalmışlık ve yozlaşma olmuştur.
Elbette bütün bu ayrılık ve tefrikanın İslam düşmanlarının çalışmaları sonucu Müslümanların arasında gittikçe yayıldığını unutmamak gerekir. Bunlar önce Müslümanları birbirine düşürmek için bin bir çeşit hile ve tuzağa başvurur sonrada bu ihtilaf ve anlaşmazlıkları kullanarak İslam aleyhine propaganda yaparlar. Ellerine geçen bütün bahaneleri kullanarak şöyle derler ve bir fısıltı halinde bunun Müslümanların arasında yayılmasını sağlamaya çalışırlar: nasıl oluyor da Müslümanlar bu kadar geri kalmış ve hiç durmadan sürekli birbirlerini öldürüyorken ve üstelik dünyanın en geri kalmış toplumları Müslümanlardan oluşuyorken İslamın Allah tarafından gönderilen bir din olduğuna nasıl inanılabilir. Eğer İslam gerçekten Allah tarafından gönderilmiş olsaydı hiç onun tabileri bu halde olurlar mıydı? İşte İslam düşmanları bu tür hile ve oyunlarla Müslümanların gönlünü dinlerinden soğutmaya ve nihayetinde de bu yolla onları birbirine düşürmeye çalışmaktadırlar. Çünkü çok iyi biliyorlar ki Müslümanlar birbirleriyle uğraştıkça onlar güvende olacaklardır. Bu durumdan kurtulmanın tek yolu hiç şüphesiz Müslümanların hem kendi dinleri hakkında hem de birbirleri hakkında içinde bulundukları cehaletten bir an önce kurtulmalarıyla mümkün olacaktır.
Burada İslami mezhepler arasındaki yakınlaşma önündeki en önemli engelleri açıklayacak ve sonra da bunlara kendimizce çözüm yolları önermeye çalışacağız.
Kavmiyetçilik
Kavmiyetçilik ya da nasyonalizm aynı ırktan gelen bir grup insanın doğal olarak oluşturdukları topluluğa verilen isimdir. Kavmiyetçiliğin bir çeşidi olan milliyetçilik daha çok Fransız devriminden sonra siyaset felsefesinin ilgi alanına girmiş ve ırk temelli bir sosyal örgütlenme anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Burada din gibi önemli bir sosyal ve ilahi unsur bu birliğin dışında bırakılarak sadece maddi bir unsur olan ırk, dil ve toprak ekseninde bir birlik oluşturulmaya başlanır. Yani burada insanlar artık aynı inançlara sahip oldukları için birlikte değildirler. Ve bu yüzden de kavmiyetçilik fikri ümmetçilik fikrinin karşısında bulunur. Zira ümmet farklı ırk ve kavimlerden olsalar da aynı değerle ve inançlara sahip olan insanların oluşturduğu çoğulcu bir sosyal örgütlenme modeline karşılık gelir. Oysa kavmiyetçilik bunun tam karşıtıdır. Günümüzde pek çok Müslümanın bu virüsü kalplerinde taşıdıklarını söylemek zorundayız. Bu yüzden de Müslümanlar geçmişteki ihtişamlarını unutmuş ve bölük pörçük olarak bütün azamet ve heybetlerini kaybetmişlerdir. Kavmiyetçilik fikrinin bir sonucu olarak toplumların birliği ve üstünlüğü de ekonomik, sosyal ve siyasi gibi somut şeylerle açıklanmaya başlanmıştır. Oysa geçmişte durum bunun tam tersineydi. Müslümanların İslamın birleştirici çağrısına kulak vererek bir an önce bu milliyetçilik düşüncesinden kurtulmaları gerekmektedir. Müslümanlar birbirinin kardeşidir ilkesini asla unutmamalı ve bunu pratikte uygulanır hale getirmelidirler. Çünkü İslamda kardeşli sadece dindedir başka herhangi bir şeyde değil.
İslam düşmanlarını Müslümanlara nispetle çokluğu ve Müslümanları birbirine düşürmek için yaptıkları çalışmalar
Bildiğimiz gibi İslam dini kendisinden önceki bütün dinleri nesih etmiş ve bir anlamıyla onların şerri hükümlerini miatları dolduğu gerekçesiyle ortadan kaldırmıştır. İşte bu yüzden İslam geldikten sonra onun ilahi mesajını kabul etmek istemeyen önceki dinlere mensup olan bütün insanlar İslam ve Müslümanlara düşman kesildiler. Buna bir de Müslümanların çok kısa sürede neredeyse dünyanın yarısını fetih etmeleri ve gittikleri yerlerin hepsinde kalıcı olmaları ve oradaki yerli halkın sevgisini ve böylece de onların da Müslüman olmalarına sebep olmaları eklenince İslam ve Müslümanların düşmanlarının sayısı daha da arttı. İşte İslam düşmanları bu kinlerini İslam ve Müslümanlara karşı kusabilmek için ilk günden bu ayna çeşitli hile ve tuzaklarla Müslümanları birbirine düşürmeye çalışmaktadırlar. Tıpkı ilk Müslümanların olduğu gibi günümüz Müslümanlarının da İslam düşmanlarının bu hile ve tuzaklarına karşı uyanık olmaları ve bunların önüne geçilebilmesi için tam bir işbirliği içinde çalışmalıdırlar. Zira İslam düşmanlarını hiçbir şey Müslümanların birliği kadar korkutamaz. Zaten Kuran da eğer bir ve birlik olursanız düşmanlarınızın kalbine sizin korkunuzu yerleştiririz demiyor mu? Başka bir deyişle İslam düşmanlarının oyun ve hilelerini bozmanın tek ve en etkili yolu Müslümanların Allahın ipine yani Kurana sımsıkı sarılarak tam bir birlik ve vahdet içerisinde bulunmalarıdır.
Hz. peygamber döneminde bile İslam düşmanlarının var güçleriyle Müslümanların zihnini bulandırmaya çalıştıklarını biliyoruz. Hatta bu hile ve tuzaklardan bazılarına Kuranda bile işaret edilmiştir. Kuranın şahitliğiyle bizler o dönemde bazı müşrik ve münafıkların önce göstermelik olarak Müslümanmış gibi göründükleri akşam olmadan ise İslamda bir numara yokmuş diye söylenerek dinden çıkmışlardır. Bunlar böylece Müslümanları inançları konusunda şüpheler içerisine sokmaya çalışmışlardır. Bundan başka farklı dinlere mensup olan insanlar görünüşte Müslüman görünerek İslamı içeriden yıkmaya çalışmışlardır. Bunların en büyük silahları İslamdan önce sahip oldukları inançları bir şekilde İslama sokmaya çalışmalarıydı. Neyse ki sahabe, tabiin ve onlardan sonra gelen büyük İslam âlimleri ve imamlar bu tür hilelere karşı uyanık olmuş ve çok büyük bir tahrifatın yaşanmasının önüne geçmişlerdir. Geçmiş nesillerin bu başarısından dolayı Allaha ne kadar şükür etsek sanırım azdır.
Fitnecilik
Aşağıda Müslümanlar arasında fitne çıkarmak için başvurulan bazı yöntemleri sayacağım: bunlardan biri fitne çıkarabilecek kitap ve yayınların Müslümanlar arasında dağıtılmasıdır. Nerden ve kimler tarafından yazıldıkları çoğunlukla bilinemeyen bu tarz yayınlar pek çok yanlış anlamaya sebep olmaktadır. Maalesef bazı vahabiler de bazen bu çirkin işlere alet olmaktadırlar. Müslümanlar arasında fitne ve fücura sebep olan etkenlerden biri de bazı Müslümanların kendi akıllarına haddinden fazla güvenerek yeterince hazırlık yapmadan dini konularda kendi görüşleriyle açıklama yapmaları ve reylerinin doğru olduğunda haddinden fazla ısrarcı olmalarıdır. Böylece çok önemli olan dini konularda ehliyet sahibi olup olmadığına bakmadan herkes ileri geri konuşmaya başlamakta ve maalesef bazı cahil Müslümanlarda bunların arkasından gitmektedirler. Bu da İslam kültürünün bütünlüğünü tehlikeye atmaktadır. Bunlar sanki İslamın hiç muhkem ayet ve hükümleri yokmuş gibi dini her konuyu tam bir belirsizlik alanına çekmektedirler. Bunlara göre her kes istediği gibi Kuran ve Sünneti yorumlayabilir ve bu yorumlar arasında herhangi birisi lehine hakemlik de yapılamaz. Yani bunların hepsi aynı oranda doğrudurlar.
Müslümanlar arasında fitne ve fesada sebep olan durumlardan biri de bazılarının apaçık hakikat karşısında mezhepçilikten kaynaklanan bir inat ve gurur içerisine girmeleridir. Maalesef bu durum Müslümanlar arasında ve özelliklede İslami mezhepler arasında sağlıklı ve makul bir diyalog meydana gelmesine engel olmaktadır. Bir an önce bu inat ve gurur halinden uzaklaşarak tam bir tevazu içerisinde Müslümanların birbirlerine karşı anlayışlı ve hoşgörülü davranmaları gerekmektedir. Bu açıdan da ilk nesil Müslümanlar arasında bizler için yararlanılacak çok güzel örnekler bulunmaktadır. Bu yüzden bizler özellikle ilk Müslümanların aralarındaki ayrılık ve anlaşmazlıkları çözmek için kullandıkları yöntemleri öğrenmemiz arından da aynı yöntemleri kullanarak birbirimizle sağlıklı bir diyalog zemini oluşturmamız gerekir.
Kin ve çekememezlik
Bazı din adamları kin ve nefretleri yüzünden ateşe su dökeceklerine maalesef benzin dökerek Müslümanlar arasındaki ihtilafların daha da artmasına sebep olmaktadırlar. Buna örnek olarak Kevserinin sözlerini verebiliriz: farz ve çevresindeki toprakla sefavilerden bu yana daima ğulat yani aşırı Şiilerle dolu olmuştur. Ve bunlar her zaman savaş ve şiddet yanlısı bir tavır içerisindedirler. Onlar ehlisünneti o diyarlardan sürdüler ve orada onlarla birlikte yaşamalarına izin vermediler. Ve bu yüzden bu topraklarda ehlisünnetten geriye pek bir şey kalmamıştır. Nadir şah münazara yoluyla bunlarla bir çeşit birlikte yaşama ortamı oluşturmaya çalıştı. Ama çok geçmeden oluşmalarında siyasetin çok etkili olduğu mezhepler üzerinde ilmi tartışmaların hiçbir etkisi olmadığı anlaşıldı. Büyük âlim Kevserinin bu sözlerine katılabilmek mümkün değildir. Ancak sanırım kendisi Emeviler ve Abbasiler döneminde sistematik olarak Şiilerin nasıl imha edildiklerini çok iyi bilmektedir. Bu yüzden bu konuda daha fazla şey söyleme gereği duymuyoruz.
Nefsanî heva ve heveslerin peşine takılmak
Genel olarak İslam birliği ve özel olarak da İslami mezhepler arasındaki yakınlaşmayı engelleyen unsurlardan biri de akıl ve sağduyu yerine insanların özelliklede yetki makamında olanların heva ve heveslerine ve dahi kişisel çıkarları uğruna bu hayat bahşedici çabaya karşı çıkmalarıdır. Çünkü insan heva ve heveslerine tabi olduğunda farkında olsun ya da olmasın akıl ve sağduyudan tedrici olarak uzaklaşır ve sonunda da niyetinin tam tersi bir yerde kendisini buluverir. Bu yüzden hikmet ve akla tabi olarak vahyin ışığında Müslümanların birbirlerine yaklaşması gerekir. Bu etken kadar önemli olan diğer bir sebepte Müslümanlar arasında bulunan cehalet ve gaflettir. Maalesef Müslümanlar neyin kendi çıkarlarına ve neyinde zararlarına olduğunun teşhisi noktasında çok iç açıcı bir durumda değiller. Burada iki boyutlu bir cehalet ve gafletle karşı karşıya bulunmaktayız. Öncelikle Müslümanlar nasıl bir dine tabi oldukları noktasında tam bir kör cehaleti içerisinde bulunmaktadırlar. İkinci olarak da hem tabi oldukları mezhep hem de karşı oldukları İslami mezhep hakkında hemen hiçbir şey bilmemektedirler. Sorulduğunda söylenebilecek şeyler kulaktan dolma birkaç hurafe ve saçmalıktır hepsi bu. Ki bunlarda kültürleri ve günlük yaşamlarının bir parçası haline geldiği için artık bunlardan kurtulabilmeleri çok ama çok zor olmaktadır. İlk emir oku olan bir kitaba mensup olan Müslümanların böyle bir durum içerisinde bulunmaları asla kabul edilemez. Vaktiyle dünyaya büyük bir medeniyet kazandırmış insanların torunları olarak Müslümanlar bir an önce kendilerini toparlamalıdırlar.
Burada kısaca isimlendirip açıkladığımız bu unsurlar ne yazık ki İslami mezheplerin yakınlaşması önünde bulunan engellerin tamamı değildir. Bunların tamamını saymak ne yazık ki bu sayfalara sığmaz. Mesele İslami mezhepler arasında bulunan ve pek çok soruna sebep olan yanlış anlaşılmalardan biri de şianın Kuranın tahrif edildiğine inandığına dair buluna ve kasıtlı olarak yaygınlaştırılan asılsız söylentidir. Bu tür temelsiz iddialar yüzünden defalarca sorularla karşı karşıya kalmaktayız. Aynı şekilde şialar arasında da ehlisünnetle ilgili pek çok asılsız inanç ve kanı bulunmaktadır.
Bütün bunlardan kurtuluş yolu, İslamın ilk emrine yani kutsal kitabımız olan Kuranın ilk emir olan “okuya” geri dönmektedir. Müslümanlar vahyin ışığını kendilerine rehber edinerek her türlü ilmi alanda faaliyet göstermekten kaçınmamalıdırlar. Vaktiyle dünyaya ilim ve kültür yaydıklarını unutmamalıdırlar. Geçmişleri hakkında sağlıklı bir bilgi çağımız Müslümanında eksik olan özgüven sorunun aşılmasında büyük yardımı olacaktır. O yüzden Müslümanların bir an önce İslamın öngördüğü makul diyalog zeminine geri dönüp tarihi misyonlarını sahiplenmelidirler.
Muhammed Abdu- (Takrib)