Sadık lakabıyla meşhur olan İmam Cafer b. Muhammed (a.s), beşinci imamın oğludur. Hicretin 83. yılında dünyaya geldi ve (Şia rivayetlerine göre) 148. yılında Abbasi halifesi Mansur'un emriyle zehirletilerek şehit edildi.[1]
Altıncı imamın imameti devrinde, İslam ülkelerinde çeşitli kıyamlar özellikle Ümeyye oğullarının hükümetini yıkma amacıyla düzenlenen kıyamlar, Ümeyye oğullarını hilafetten düşürüp, soylarını kesmekle sonuçlanan kanlı savaşlar ve beşinci imamın yirmi yıl İslam ve Ehl-i Beyt öğretilerini yayması sonucunda meydana gelen ortam, altıncı imama İslami bilgileri yaymak için daha münasip bir zemin hazırladı.
Altıncı İmam, Ümeyye oğulları hilafetinin son zamanlarına ve Abbas oğulları hilafetinin ilk zamanlarına rastlayan imameti devrinde hazırlanan fırsatları elden kaçırmayıp dini öğretileri geniş alanda yaymaya başladı. Çeşitli akli ve nakli fenlerde bir çok ilmi şahsiyetler eğitti. Bunların başlıcaları şunlardır: Zürare, Muhammed b. Müslim, Mümin-i Tak, Hişam b. Hakem, Eban b. Teğlib, Hişam b. Salim, Hüreyz, Hişam-i Kelbi Nessabe, Cabir b. Hayyan-i Sufi (kimya alimi) hatta Ehl-i Sünnet alimlerinden olan Süfyan-ı Sevri, Hanefi mezhebinin reisi Ebu Hanife, Kadı Sekuni, Gazi Ebu'l Bahteri gibiler onun öğrenciliğini yapmakla övünüyorlardı. (Hazretin eğitim merkezinden dört bin mühaddis ve bilginin mezun olduğu meşhurdur.)[2]
Beşinci ve altıncı imamdan rivayet edilen hadislerin sayısı Peygamber-i Ekrem'den (s.a.a) ve diğer on imamdan aktarılan hadislerden daha çoktur.
Ancak İmam Sadık (a.s) imametinin son yıllarında Abbasi halifesi Mansur'un baskılarına maruz kalarak zor günler geçirdi. Ümeyye oğulları tarafından Şii seyitlere yapılmayan zulümler Abbasiler eliyle yapıldı. Onun emriyle Şiiler grup grup yakalanıp, karanlık hapislerde işkencelerle hayatlarına son verildi. Bir kısmının başını kesip bir kısmını diri diri toprağa gömdürdü. Bazılarını binaların temeline yahut duvarların arasında bırakarak saraylar yaptırdı.
Mansur, altıncı imamın Medine'de yakalanmasını emretti. (Daha önce Abbasi halifesi Seffah'ın emriyle de yakalanıp Irak'a götürülmüştü. Ondan daha önce beşinci imamla birlikte Dimeşk'e götürülmüştü).
Bir süre imamı göz altında sakladılar. Defalarca onu öldürmek istediler ve ihanetler ettiler. Bilahare Medine'ye dönüş iznini verdiler. İmam Medine'ye döndü. Denilebilir ki geri kalan ömrünü takiyye ve inzivada geçirdi. Sonunda Mansur'un emriyle zehirlenip şehit edildi.[3]
Mansur, imamın şahadet haberini alınca Medine'deki valisine mektup yazıp "Başsağlığı dilemek amacıyla İmamın evine git, vasiyetnamesini oku, vasi olarak tanıttığı kimsenin mecliste başını vur" emrini verdi. Elbette Mansur bu oyunla imamet meselesine son vermeği ve Şia adını kökten silmeği amaçlıyordu. Fakat Medine valisi vasiyeti okuyunca Halifenin planının tam tersine beş kişinin vasi tayin edildiğini gördü. Bunlar, Halifenin kendisi, Medine valisi, büyük oğlu Abdullah Efteh, küçük oğlu Musa ve Hamide idiler. Böylece Halifenin planı suya düşmüş oldu.[4]
[1]- Usul-u Kafi, c.1, s.472. Delail-ul İmame, s.111. İrşad-ı Müfid, s.254. Yakubi Tarihi, c.3, s.119. Fusul-ul Mühimme, s.212. Tezkiret-ul Havas, s.346. Menakıb-ı İbn-i Şehraşub, c.4, s.280.
İmam Sadık (a.s) Döneminde İlim ve Medeniyet
İmam Sadık (a.s)’ın dönemi; İslâmî düşünce, medeniyet ve kültür ile diğer milletlere ait medeniyet, kültür ve inançlar arasında geçen ilmî etkileşim ve gelişim asrı olma özelliğini taşımaktadır. Bu dönemde, tercüme alanında hızlı bir gelişme oldu. Felsefe ve diğer ilimlerle ilgili birçok kitap yabancı dillerden Arapça’ya çevrildi. Müslümanlar bu ilimlere karşı büyük ilgi gösterdiler ve onlarla ilgili tartışma ve araştırmalara daldılar. Birtakım ıslâh ve eklemelerle o ilimlerin genişleme ve derinleşmesine vesile oldular. Böylece İslâm toplumunda, ilmî ve kültürel alanda bir Rönesans dönemi başlamış oldu ve büyük bir hızla yayılan ilmî araştırmalar sonucu Müslümanlar, tıp, astronomi, kimya, fizik, matematik vb. ilim dallarında önemli ilerlemeler kaydettiler. Bu arada mantık, felsefe, düşünce ve inanç ilkelerini ihtiva eden kitaplar Yunanca, Farsça ve diğer dillerden Arapça’ya tercüme edildi ve Müslümanlar yeni felsefî düşünce ve inanç çizgileriyle aşina oldular.
Açıktır ki, bu medeniyet ve kültür etkileşimi sonuçsuz kalamazdı. Sonuçta Müslümanlar arasında birtakım inkârcılığa dayalı yeni düşünceler, şüpheler ve kelâmî fırka ve inançlar belirmeye başladı. İşte böyle bir hengâmede İslâmî düşünce, kuvvetli inanç mekanizmasıyla bu batıl anlayışlarla savaşa girişmiş, ciddî bir ilmî ve kültürel çekişmeden sonra bütün batıl inançları kendi önünde eğilmeye mecbur etmiş ve sel gibi İslâm toplumuna akan bu batıl anlayışların önüne set çekmiştir. Bu ilmî ve fikrî çekişmeler, etkileşimler ve gelişimler İmam Sadık (a.s) dönemine denk gelmiştir. O dönemde İslâm toplumu değişik sahalarda meydana gelen birçok gelişmeler sonucu siyasî, toplumsal ve ekonomik alanda birçok problemle karşı karşıya kaldı ki bu meselelerin hepsine, İslâm anlayışına göre cevap vermek kaçınılmaz gerçeklerden biriydi. Neticede İslâm alimleri daha faal olmak durumunda kaldılar ve doğal olarak değişik fıkhî mezhepler ortaya çıktı. Bütün bu anlatılanlar göz önüne alındığında, İmam Sadık (a.s) dönemindeki fikrî, kültürel ve ilmî ortamın genel görüntüsünü zihinde canlandırmak mümkündür.
O dönemin ilmî ve kültürel vaziyetini genel hatlarıyla tanıdıktan sonra şimdi İmam Sadık (a.s)’ın bu ortamdaki etkili rolünü açıklayabiliriz.
İlmî Makamı
İmam Sadık (a.s), işte böylesi bir ilmî, fikrî, kültürel ve akidevî çekişmenin yaşandığı bir ortamda hiçbir ilim ve marifet erbabının karşı koyma imkânı olmayan bir dinî lider ve ilim ve irfan makamı olarak kendi ilmî ve akidevî sorumluluklarını yerine getiriyor, ilim ve irfan çeşmeleri fışkıran kimsenin ulaşamayacağı bir zirve misali, kendi dönemindeki ilim ve irfan erbabını marifet ve ilim nuruyla aydınlatıyor ve İslâm binasının sarsılmaz temelini oluşturuyordu.
Böylece zalimlerin ve birtakım saray kulu tarihçilerin, İmam (a.s)’ın şahsiyetini karalamak için gösterdikleri daimî çabalara rağmen, İmam (a.s)’ın şahsiyeti parlak bir yıldız gibi İslâm semalarında parlamaya devam etmekte ve İslâm dinin ilmî merciliğini korumaktaydı.
İmam Sadık (a.s), babaları vasıtasıyla Allah Resulü’nden aldığı ilim ve irfan ile ilâhî bir önder olarak dinin korunması ve yayılması hususundaki vazifesini yerine getirmekteydi. O, Mescid-i Nebevî’de büyük bir Ehl-i Beyt okulu kurmak için babası İmam Muhammed Bâkır (a.s) ile birlikte çalıştı. Böylece İmam Muhammed Bâkır (a.s) ve Cafer Sadık (a.s) o dönemdeki fakih, müfessir ve muhaddislerle birlikte çeşitli ilim erbabına İslâmî ilimleri öğretmeye başladılar ve tefsir, hadis, ahlâk ve inanç gibi İslâmî ilimlerin yanı sıra, diğer mevzularda bile o dönemin büyük bilim adamlarının müracaat ettiği yegane merci hâline geldiler. İmam Bâkır (a.s) ve İmam Sadık (a.s) İslâmî ilimleri yaymada o kadar çaba harcamışlardır ki, hiçbir İslâm büyüğünden tefsir, hadis, fıkıh ve ahlâk gibi İslâmî mevzularda bu iki imamdan geldiği kadar bilgi bizlere ulaşmamıştır. Büyük fakihler fıkhı bu iki imamdan öğrenmişlerdir, büyük muhaddisler hadisi bu iki imamdan almışlardır, büyük ilim ve irfan erbabı ilim ve irfan hususunda bu iki imam huzurunda diz çökmüşlerdir. Bu iki imamın gayretleri sonucunda ilim ve marifet ağacı her yere köklerini ulaştırmayı başardı. Bundan dolayı görüyoruz ki dönemin bütün büyük alimleri, fakihleri, muhaddisleri, kelâmcıları, filozofları ve hatta tabiat bilginleri bile, İmam Sadık (a.s)’ın yüce ilmi karşısında saygıyla eğilmiş ve onun ilimdeki yüce mevkiini itiraftan kendilerini alamamışlardır.
Bizim böylesi bir kısa yazıda, İmam Sadık (a.s)’ın ilmî makamını beyan eden din büyüklerinin ve ilim erbabının söylediklerinin hepsini nakletmemiz imkânsızdır. Bunun kendisi ciltlerce kitap yazmayı gerektirir. Dolayısıyla biz sadece birkaç bariz örneğine işaret etmekle yetineceğiz.
Ehl-i Beyt mektebinin önde gelen kelâmcılarından olan Şeyh Müfit (r.a) diyor ki: “İmam Bâkır (a.s)’ın vefatından sonra, çocukları arasından İmam Sadık (a.s) imamet makamına ulaştı. İmam Sadık (a.s), ister Şia, ister Sünnî toplumu nezdinde kardeşleri arasında fazilet ve ilim bakımından en iyi, en tanınmış ve en seçkin olanıydı. İmam Sadık (a.s)’dan naklen bütün İslâm âlemine yayılan ilim ve irfan, İmam’ın kardeşlerinin hiçbirinden nakledilmemiştir. Çeşitli görüş ve meşreplere sahip olan hadis bilginleri, İmam’dan ilim istifade eden kimselerin isimlerini kaydederken aşağı yukarı dört bin kişinin adını kendi kitaplarında nakletmişlerdir.[1]
Yine Ehl-i Beyt mektebinin büyük şahsiyetlerinden Seyyid Muhsin el-Emin diyor ki: “Hafız bin Ukde ez-Zeydî Rical kitabında, İmam Sadık (a.s)’dan hadis nakleden dört bin güvenilir kişinin adını ve yazdıkları eserleri nakletmiştir.”[2]
Yine Necaşî, Rical kitabında Ali bin Veşşa’dan şöyle naklediyor: “Küfe mescidinde dokuz yüz din bilgini gördüm ki hepsi de ‘İmam Sadık (a.s) bize şöyle hadis nakletmiştir’ diye söze başlıyorlardı. İmam Sadık (a.s) ise şöyle buyuruyordu: ‘Benim hadisim babamın hadisidir; babamın hadisi, büyük dedemin hadisidir; büyük dememin hadisi ise, Ali bin Ebu Talib’in hadisidir; Ali bin Ebu Talib’in hadisi ise, Resulullah (s.a.a)’in hadisidir, Resulullah’ın hadisi ise Allah Teala’nın sözüdür.’ ”[3]
Yine İbn-i Şehraşub, “Menakıb-ı Âl-i Ebî Talib” adlı kitabında, Ebu Nuaym’in “el-Hilye” adlı kitabından naklen demiştir ki: “Ömer bin Mıkdam şöyle demiştir: ‘İmam Cafer Sadık’a baktığımda simasından onun peygamberler sülâlesinden olduğunu anlardım. İçinde onun sözü bulunmayan fıkıh, hadis, nasihat ve hikmet gibi alanlarda yazılan bir kitap yoktur. Mutlaka bu gibi eserlerin tamamı ‘Cafer Sadık şöyle buyurmuştur’ diye söze başlarlar. Bunu, Ehl-i Sünnet’in önde gelen tefsircilerinden olan Nakkaş, Sa’lebî, Kuşeyrî ve Kazvinî kendi tefsirlerinde nakletmişlerdir.’ ”[4]
Yine İbn-i Şehraşub, Ebu Nuaym’in “el-Hilye” adlı eserinden şunları nakletmiştir: “İmam Cafer Sadık (a.s)’dan hadis nakledenler arasında Malik bin Enes, Şu’be bin Haccac, Sufyanî Sevrî, İbn-i Cerih, Abdullah bin Ömer, Ruh bin Kasım, Süfyan bin Uyeyne, Süleyman bin Bilâl, İsmail bin Cafer, Hatem bin İsmail, Abdulaziz bin Muhtar, Veheb bin Halid, İbrahim bin Tahan vb. büyükler bulunmaktadır.”
Sonra İbn-i Şehraşub şöyle devam etmiştir: “Yine Ebu Nuaym demiştir ki: ‘Muslim de kendi Sahih’inde İmam Sadık (a.s)’dan hadis nakletmiş ve İmam’ın hadisiyle delil getirmiştir.’ ”
Sonra İbn-i Şehraşub başkalarının da; “İmam Malik, Şafiî, Hasan bin Salih, Ebu Eyyub Sistanî, Ömer bin Dinar ve Ahmed bin Hanbel, İmam Sadık (a.s)’dan hadis nakletmişlerdir.” dediklerini vurgulayarak Malik bin Enes’in İmam Sadık hakkındaki: “İlim, amel, takva, fazilet ve ibadette, İmam Sadık (a.s)’dan daha üstün birisini hiçbir göz görmemiş, hiçbir kulak işitmemiş ve hiçbir düşünce tasavvur dahi etmemiştir.” sözüne yer vermiştir.[5]
Meşhur tarihçi Yakubî ise, İmam Cafer Sadık’ı şöyle tanıtmıştır: “O, Allah’ın dini konusunda halkın en üstünü ve en bilgilisiydi. O öyle birisiydi ki, ilim ehli ondan bir şey naklettiklerinde; ‘Alim şöyle buyurmuştur’ diyorlardı.” [6]
“Yirminci Yüzyıl Ansiklopedisi”nin yazarı, Ferid Vecdî ise, İmam Sadık (a.s)’dan bahsederken şöyle demiştir: “Ebu Abdullah Cafer ibn-i Muhammed es-Sadık, İmamiyye mezhebine göre On İki İmamların altıncısıdır. O, Peygamber’in Ehl-i Beyt’inin önde gelen büyüklerinden biridir. Ona konuşmasındaki doğruluğundan dolayı ‘Sadık’ lakabını vermişlerdir. O, insanların en faziletlilerindendi. Onun kimya dalında birtakım makaleleri vardır.”[7]
Ferid Vecdî sözlerinin devamında şöyle diyor: “İmam Sadık’ın öğrencisi Cabir bin Hayyan, İmam Sadık (a.s)’ın risalelerini içeren bin sayfalık bir kitap yazmıştır. Bu risaleler beş yüz makaleden oluşmaktaydı.”[8]
Ebu’l-Feth Şehristanî ise, “el-Milel ve’n-Nihel” adlı eserinde İmam hakkında diyor ki: “O, din hakkında çok geniş bir ilme sahipti. Hikmette, kâmil edep sahibiydi. Dünyaya ilgisizlik ve isteklerinin önünü almada herkesten ileriydi. O, Medine şehrindeyken kendine meyleden dostlarına ilim ve hikmet sırlarını öğretiyordu. O, daha sonra Irak’a gitmek zorunda bırakıldı. Hükümetin ona olan suizannından dolayı bir müddet Irak’ta nezaret altında kaldı. Oysa o, hükümeti ele geçirmek için hiç kimseyle mücadele etmedi. O, şöyle diyordu: “İlim ve hikmet deryasında yüzen birisinin, kokuşmuş su birikintisine ne ihtiyacı var?! Hakikat kalesinin zirvesine yükselmiş birisinin düşmekten ne korkusu olabilir?!”[9]
El-Ezher Üniversitesi’nin üstatlarından Muhammed Ebu Zühre, “İmam Sadık” adlı kitabının giriş bölümünde o hazret hakkında şöyle diyor: “Ehl-i Sünnetten yedi alimi tanıtan kitaplar yazdıktan sonra Allah’ın yardımıyla İmam Sadık (a.s) hakkında bir kitap yazmaya karar verdim. Onun hayatına diğerlerinden sonra başlamamın nedeni, onun makamının onlardan eksik olması değildir. Aksine o, onların yedisinin de üstünlüğüne sahip olmakla birlikte onların en üstününden daha üstündür. Ebu Hanife, ondan hadis naklediyor, onu halkın en bilgilisi ve fakihlerin en kapsamlı ilim sahibi olarak görüyordu. İmam Malik, onun hadis ve diğer ilim derslerine hazır oluyordu. Onun Ebu Hanife’ye de üstatlık etme üstünlüğü vardır. Sadece Ebu Hanife ve Malik’in üstatlığını yapması, onun ne kadar büyük bir şahsiyet olduğunu göstermeye yeterlidir. O, bir eksiklikten dolayı kimseden geri bırakılamaz, bir kimse de bir üstünlükten dolayı ondan öne geçirilemez. Bundan daha önemlisi o, ilim, şeref, dindarlık ve takvada Medine’nin büyüğü olan Zeynelabidin’in torunudur. İbn-i Şahabî, Zührî ve tabiînden birçoğu ona öğrencilik etmişlerdir. O, ilim deryasını yarıp safına ulaşan Muhammed Bâkır (a.s)’ın oğludur. Allah Teala onda, Haşimî ve Muhammed (s.a.a)’in Ehl-i Beyti’nden olması hesabiyle hem zatî, hem de izafî şerefi toplamıştır.”[10]
İmam Sadık (a.s)’ın Mektebi
Şimdiye kadar anlattıklarımızdan İmam Sadık (a.s)’ın alim, fakih ve muhaddislerin en üstünü, üstadı ve önderi olduğu anlaşılmıştır. Buna binaen demek olur ki, o hazret kendi döneminin imam ve üstadı olduğu gibi bütün asırların da imam ve üstadıdır.
Yine değindiğimiz üzere, İmam Sadık (a.s) ve babası İmam Muhammed Bâkır (a.s), Medine’de Meccid’ün-Nebi’de Ehl-i Beyt ilim merkezini kurmuşlardır. İmam Sadık (a.s) babasından sonra bu merkezi daha da genişleterek İslâm dinini ve tevhit inancını savunmaya devam etmiştir. İmam (a.s) vasıtasıyla, isimleri rical kitaplarında geçen ve sayısızca eser veren birçok alim, fakih, muhaddis, filozof ve tabiat bilgini yetişmiştir. İmam Sadık (a.s), babaları ve Ehl-i Beyt’ten olan evlâtlarının çabalarıyla, halk gerçek İslâm’a yönelmiştir.
Şunu da belirtmeliyiz ki İmam Sadık (a.s), kendi görüşüyle hareket eden bir müçtehit değildi, o sadece Peygamber (s.a.a)’in ve Ehl-i Beyt’in Allah Resulü’nden aldığı ilim mirasını taşımaktaydı. Müslümanlar, ondan fetva alıyor ve görüşlerine ittiba ediyorlardı. Onun mektebi, Peygamber’in sünnetlerinin devamı ve vahyin muhtevasının keşfi niteliğindeydi.
İmam (a.s)’ın döneminde, birçok fıkhî ve itikadî mezhepler ortaya çıkmıştı ki, İmam (a.s)’ın bunlar karşısındaki tavırları, fikrî yönlendirme, ilmî tartışma ve şer’î eleştiri niteliğini taşımaktaydı.
İmam Sadık (a.s)’ın ilmî çalışmalarında kullandığı yöntemi incelendiğinde başlıca iki hedefi güttüğü anlaşılmaktadır:
İmam Sadık (a.s)’ın birinci hedefi, kendi döneminde yaygınlık kazanan sapık kelâmî ve felsefî fırkaların tevhide aykırı batıl inançlarına karşı İslâm’ın öz tevhit inancını korumaktı. İmam Sadık (a.s), tevhit inancının asaletini muhafaza edebilmek için tevhit inancıyla ilgili en cüz’î konuları bile açıklığa kavuşturmuştur. İmam Sadık (a.s), tevhit inancını cebir ve tevfiz gibi sapkın düşünce akımlarına karşı savunabilsinler diye, Hişam bin Hakem gibi öğrencilerini felsefe ve kelâmda uzmanlaştırmış, münazara ve tartışma adabını onlara öğretmiştir. İmam Sadık (a.s)’ın, ilmî eserleri ve münazara yöntemine göz atan herkes bu gerçeği net bir şekilde görecek ve gerçek tevhidi tanıma şansı bulacaktır.
İmam Sadık (a.s), bir taraftan tevhit inancını müdafaa maksadıyla “Deysanî” ve “İbn-i Ebi’l-Avca” gibi küfrün temsilcileriyle fikrî mücadeleye girişirken, diğer taraftan da Ehl-i Beyt’e rablık ve ilâhlık sıfatlarını yakıştıracak derecede ileri giden gulâtla da mücadele etmiştir. İmam (a.s), tevhit çizgisinden dışarı çıkan bu gruplardan berî ve uzak olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Nitekim ilâhî temsilciler olan babaları da onlardan uzak olduklarını daha önceden beyan buyurmuşlardı. Tarih, bu gibi sapık düşünceler karşısında İmam Cafer Sadık (a.s) ve diğer Ehl-i Beyt İmamları’nın takındıkları açık tavırlarıyla ilgili çok net bilgiler bize vermektedir.
İmam Sadık (a.s)’ın has ashabından olan Südeyr diyor ki: “Ebu Abdullah İmam Cafer Sadık (a.s)’a dedim ki: ‘Bir grup, sizin rab olduğunuzu sanıyor ve Kur’ân’daki; ‘O, gökte de ilâhtır, yerde de ilâhtır.’ ayetini bu manaya tevil ediyorlar.’ İmam (a.s) cevaben buyurdu ki: ‘Ey Südeyr, benim kulağım, gözüm, derim, etim, kanım ve tüylerim (yani bütün varlığım) onlardan berîdir. Allah Teala da onlardan berîdir. Onlar, benim ve babalarımın dininde değillerdir. Andolsun Allah’a ki, kıyamet gününde bir araya geldiğimizde Allah onlara gazap edecektir.’ ”[11]
İlginçtir ki birçok sapık fırka, Ehl-i Beyt adını kullanarak kendi batıl inançlarını kamufle etmeye çalışmışlardır. Allah’a hamdolsun ki, bu fırkaların hepsi yok olup gitmiştir. Bugün Ehl-i Beyt’in sunduğu asil İslâm’ı takip edenler, halis tevhit inancına sahip ve her türlü batıl inançtan uzak, gerçek Ehl-i Beyt dostlarıdırlar. İslâmî mezheplerin en büyüklerinden birini oluşturan Ehl-i Beyt mektebine tâbi olanlar, günümüzde İran, Irak, Lübnan, Hicaz, Pakistan, Hindistan, Türkiye ve diğer birçok mıntıkalarda yaygın olarak yaşamaktadırlar. İslâm’ın özünden ibaret olan bu yol, İmam Cafer Sadık (a.s)’a atıfla Caferî mezhebi, Allah Resulü’nün pak soyundan gelen On İki Pak Ehl-i Beyt İmamlarının imametine inanılması hesabiyle de “İsna Aşerî” (On İki İmamcı) ismiyle anılmış, bu itikadı paylaşanlara da “On İki İmam Şiası” ismi verilmiştir. Ayrıca Türkiye’mizde bu itikat, Ehl-i Beyt evlâtlarından Hacı Bektaş-i Veli hazretlerinin çabalarıyla yaygınlık kazanması nedeniyle “Bektaşîlik” ve keza Ehl-i Beyt soyundan gelen diğer seyyidlerin katkıları nedeniyle de “Alevîlik” isimleriyle de meşhur olmuştur.
Ehl-i Beyt mektebi taraftarları, Tevhit inancında, fıkıhta ve diğer İslâmî konularda On İki Masum İmam kanalından gelene uymuş ve böylece de tamamen gerçek Muhammedî İslâm yoluna bağlı kalmışlardır. Bu mektebin başlıca özelliklerinden biri de, Ehl-i Sünnet mezheplerince, içtihat ilkeleri olarak kabul gören kıyas, istihsan, sedd-i zerayi gibi ilkeleri reddetmektir. Elbette bu ilkeler, Ehl-i Sünnet mezheplerinin tamamı tarafından da ittifak edilen ilkeler değildir.
Ehl-i Beyt mektebinde, Kur’ân-ı Kerim ve Peygamber-i Ekrem’in sahih sünneti, fıkhî içtihatta en önemli iki temel kaynak olarak kabul edilir. Akıl ve Ehl-i Beyt alimlerinin icması ise, Kur’ân ve sahih sünnetin açık beyanlarının bulunmadığı yerlerde ikinci dereceden kaynaklar sayılır. Bu mektebin önemli özelliklerinden birisi de, Ehl-i Sünnet mezheplerinin aksine içtihat kapısının kapandığını reddetmesidir. Bu yüzden Ehl-i Beyt mektebinin önde gelen alim, fakih ve filozoflarının İslâm düşüncesinin zenginleştirilmesi ve İslâmî değer ve ilkelerin savunulmasında önemli rolleri olmuştur. Ehl-i Beyt mektebinin önde gelen şahsiyetlerinden olan büyük İslâm tarihçisi Aga Buzurg-i Tahranî (Ö: Hicrî 1389), Ehl-i Beyt mektebi bilginlerinin değişik ilim dallarında yazmış oldukları kitapları tanıtan kapsamlı bir kitap yazmıştır. “Ez-Zarîa İlâ Tesanîf’iş-Şia” ismini taşıyan bu değerli eser, büyük boy olarak 25 ciltten oluşmakta ve 11573 sayfayı içermektedir. Bu büyük eserde Ehl-i Beyt mektebi alimlerinin yazmış oldukları binlerce kitap yazarlarıyla birlikte tanıtılmıştır.
Irak’ın Necef-i Eşref şehri, Ehl-i Beyt mektebinin en eski ve en büyük ilmî merkezlerinden birisidir. Bu ilim merkezi, bundan takriben bin yıl önce Hicrî-Kamerî 460 yılında vefat eden büyük Ehl-i Beyt fakihi Ebu Cafer Tusî’nin Bağdat’ta bulunan ilmî merkezinin mutaassıp Ehl-i Sünnet gruplarınca tahrip edilerek, Ehl-i Beyt mektebinin ana kaynakları da dahil olmak üzere binlerce cilt ilmî kitabı içeren büyük kütüphanesinin yakılması üzerine oraya zorunlu göç etmesiyle kurulmuş ve günümüze kadar varlığını korumuştur. Tarih boyunca bu ilim merkezinden sayıları yüzlerle ifade edilen büyük fakih, müçtehit, filozof, kelâmcı, ilim ve irfan ehli, dahası beşerî ilimler olan matematik, tıp ve astronomi dalında bile büyük ilim adamları yetişmiştir. Bu merkez bugün de aynı işlevliğini devam ettirmektedir. Türkiye’miz hariç, Ehl-i Beyt mektebi taraftarlarının yoğunlukta olduğu hemen her bölgede devamlı olarak böylesi ilim merkezleri var olmuş, bugün de varlıklarını sürdürmektedirler. Umarız ki, Türkiye’mizde de ilim ve irfanın gelişmesi ve İslâmî kardeşliğin daha da pekişmesi için benzeri ilim merkezlerinin oluşmasına müsaade edilir.
İmam Sadık (a.s)’ın ikinci hedefi, İslâm dinini yaymak, İslâmî öğretileri daha da pekiştirmek ve gerçek içeriğini ortaya koymaktı. Dolayısıyladır ki, Ehl-i Beyt İmamları’nın hiçbirinden İmam Sadık (a.s)’dan nakledildiği kadar hadis nakledilmemiş ve fıkhî hükümler başta olmak üzere o hazretten İslâmî öğreti ve içeriğine dair gelen açıklamalar hiçbir Ehl-i Beyt İmamı’ndan gelmemiştir. O hazretten gelen hadis ve açıklamaların Ehl-i Beyt mektebine bağlı alimlerce İslâmî hüküm ve öğretileri çıkarmada esas kabul edilmesi ve bu mektebe Caferî mezhebi ismi verilmesi de işte bu yüzdendir.
Burada şunu da belirtmeliyiz ki, İmam Sadık (a.s) ve diğer Ehl-i Beyt İmamları’nın Allah Resulü’nden naklettikleri hadislerle, fıkhî hükümler, Kur’ân-ı Kerim ve Allah Resulü’nün sünnetinin açıklanması ve genel anlamda İslâmî öğretinin içeriğine dair açıklamaları dört ana kitapta toplanmıştır. Bu kitaplar sırasıyla şöyledir:
1- el-Kâfi: Ebu Cafer Muhammed Kuleynî Razî’nin (Ö. Hicrî-Kamerî 328, 329). Bu değerli kitap, on altı bin yüz doksan dokuz hadisi içermektedir.
2- et-Tezhib: Ebu Cafer Muhammed bin Hasan Tusî’nin (Ö. H.K. 460)
3- el-İstibsar: Aynı zatın.
4- Men La Yehzuruhu’l-Fakih: Hicrî 381 yılında vefat eden büyük Ehl-i Beyt alimi Şeyh Saduk’un.
İmam Sadık (a.s)’ın İlİmlerİnden Bİr Demet
Ne bu makale, ne de yüzlerce başka kitap ve makale, İmam Sadık (a.s)’dan gelen ilim ve maarif deryasını yansıtamaz. Ancak makalemizin hüsnü hatmi olarak o ilâhî hüccetten tevhit, ibadet, ahlâk, toplum, siyaset vb. mevzularda gelen nurlu beyanlarından bir demet sunmakla makalemizi sona erdireceğiz.
İlmin Değeri:
İmam Sadık (a.s), Resulullah (s.a.a)’ın şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “İlim öğrenmek, her Müslüman’a farzdır. Biliniz ki Allah Teala, ilim peşinde olanları sever.” [12]
Yine şöyle buyurmuştur:
“Peygamberler, Allah’ın kullarına hüccetidir. Allah Teala ile kulları arasındaki hüccet ise akıldır.” [13]
Yine şöyle buyurmuştur:
“Kim ilim öğrenir, onunla amel eder ve başkalarına öğretirse, melekut âleminde büyük olarak çağrılır ve hakkında: “O, Allah için öğrendi, Allah için amel etti ve Allah için başkalarına öğretti.” denir.” [14]
Hadislerin Doğruluğundaki Ölçü
İmam Sadık (a.s) buyuruyor ki:
“Allah Teala’nın kitabı ve Hz. Peygamber’in sünneti her şeyin merciidir. Hangi hadis, Allah’ın kitabıyla çelişirse batıldır, yalandır.” [15]
İmam Sadık (a.s), Hz. Resulullah (s.a.a)’ın şöyle buyurduğunu nakledilmiştir:
“Her hak için bir hakikat ve her doğruluk için bir nur vardır. Öyleyse Allah’ın kitabına uyanı tutun, çelişeni ise atın.” [16]
Tevhit:
İmam Sadık (a.s)’dan şöyle buyurduğu nakledilmiştir:
“Birisi, Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s)’ın yanına gelerek dedi ki: ‘Ey Müminlerin Emiri, kulluk ederken hiç Rabb’ini gördün mü?’ Ali (a.s) cevaben şöyle buyurdu: ‘Yazıklar olsun sana! Ben görmediğim Rabb’e kulluk etmem.’ Sonra da şöyle devam ettiler: ‘O baştaki gözle görülmez; ancak O’nu kalpler iman hakikatleriyle görür.’ ”[17]
Yine o hazret şöyle buyurmuştur:
“Allah Teala, kendisine haksız yere izafe edilenlerden, o izafe edilen şeylerle vasıflandırılmaktan ve mahlukatına benzetilmekten münezzehtir. Bil ki Allah Teala’nın sıfatları, Kur’ân’da belirtilen sıfatlardır. Öyleyse Allah Teala’ya iftira etmeyin, O’nu bir şeye benzetmeyin ve O’nu vasıflandırmakta Kur’ân’ın önüne geçmeyin ki dalâlete düşersiniz.” [18]
Yine şöyle buyurmuştur:
“Yerde ve gökte olan her şey bu yedi şey dışında olamaz: (Allah’ın) isteği, iradesi, kazası, izni, kitabı ve tayin ettiği süresi. Kim, bunlardan birisini bozacağını zannederse, şüphesiz kâfir olmuştur.” [19]
Yine cebir ve tefviz hakkında kendisinden soru sorulunca şöyle buyurmuştur:
“Ne cebir doğrudur ve ne de tefviz. Gerçek, bu ikisinin arasında bir şeydir. Doğru olan, budur. Bunu ancak, (Allah Teala’nın ilim verdiği) alim veya onun ilim öğrettiği kimse bilebilir.” [20]
Aydınlatma ve Nasihat:
İmam Sadık (a.s) ceddi Resulullah (s.a.a)’ın şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
“Kim, kendisiyle başkaları arasındaki işlerde insafa riayet ederse, başkalarının işlerinde de onun hâkimliğine rıza gösterilir.” [21]
Yine şöyle buyurmuştur:
“Ancak üç haslete sahip olan kimse iyiliği emredip kötülükten sakındırabilir: Emir ve nehiy ettiği şeyi bilen, emir ve nehiy ettiği şeyde adil olan, emir ve nehiy ettiği şeyde yumuşak davranan.”[22]
Yine şöyle buyurmuştur:
“Dünyaya rağbet etmek, gam ve üzüntü doğurur. Dünyaya ilgisizlik ise, kalp ve beden rahatlığına neden olur.”[23]
Yine buyurmuştur ki:
“İyiliğe emredip kötülükten nehyetmek, Allah Teala’nın hasletlerindendir. Kim, bu iki haslette Allah’ın destekçisi olursa, Allah Teala da onun destekçisi olur; kim de bu hasletlerde O’nu yalnız bırakırsa, Allah Teala da onu yalnız bırakır.” [24]
Yine buyurmuştur:
“Allah’ı yaratıklarından birinin rızasını kazanmak uğruna gazaplandırmayın, O’ndan uzaklaşarak da halkın dostluğunu elde etmeyin.” [25]
Yine buyurmuştur:
“Babalarınıza iyilik edin ki, çocuklarınız da size iyilik etsinler. Başkalarının kadınlarına bakmayınız ki, başkaları da sizin kadınlarınıza bakmasın.” [26]
Yine buyurmuştur:
“Mümin şu sekiz haslete sahip olmalıdır: Buhranda ağır başlı, belâda sabırlı, varlıkta şükredici, Allah’ın verdiği rızka kani, düşmana (bile) haksızlık etmeyen, dostlara yük olmayan, çabasından bedeni yorgun düşen ve insanlara zararı dokunmayan.” [27]
Yine buyurmuştur:
“En üstün ibadet, Allah’ı tanımak ve O’na tevazu etmektir.” [28]
Yine buyurmuştur:
“Bana en sevimli kardeşim, kusurlarımı bana hediye eden (hatırlatan) kimsedir.”[29]
Yine buyurmuştur:
“Güzel huy, dindarlıktır ve rızkı da artırır.” [30]
Yine buyurmuştur:
“Allah Resulü, bir grubu savaşa gönderdi. Onlar savaşta zafer kazanıp dönünce şöyle buyurdu: ‘Aferin olsun sizlere ki küçük cihadı gerçekleştirdiniz, ama büyük cihad sizleri beklemektedir.’ Onlar; ‘Ya Resulullah, büyük cihat nedir?’ diye sordular. Buyurdu ki: ‘Nefisle savaşmaktır.’ ” [31]
“Ali bin Ömer Şeybanî diyor ki: “Ebu Abdullah (İmam Sadık -a.s-)’ı elinde kürek, yüzü tozlu, topraklı ve anlından terler yüzüne akar bir hâlde tarlasında çalışırken gördüm ve dedim ki: ‘Canım sana feda olsun, izin veriniz de yardım edeyim.’ İmam (a.s): ‘Ben, rızk elde etmek için insanın zahmet çekip güneşin altında terlemesini severim.’ dedi.” [32]
Süfyan-i Sevrî şöyle diyor: İmam Sadık (a.s)’ın huzuruna varıp: “Bana sizden sonra sarılacağım (amel edeceğim) bir vasiyette bulunun.” diye arz ettim.
İmam Sadık (a.s); “Ey Süfyan, amel edecek misin?” diye sordu.
Ben: “Evet, ey Resulullah'ın kızının torunu, amel edeceğim.” dedim.
İmam Sadık (a.s) buyurdular ki:
“Ey Süfyan, yalancının yiğitliği, kıskancın rahatlığı, sultanların kardeşliği, mütekebbirin dostluğu ve kötü ahlâklının da efendiliği olmaz.” İmam (a.s) bunları buyurduktan sonra sustu.
Ben: “Ey Resulullah'ın kızının torunu, biraz daha nasihat edin.” dedim.
İmam buyurdu ki:
“Ey Süfyan, arif olman için Allah'a güven. Zengin olman için kısmete razı ol. İmanının artması için halkın sana davrandığı gibi, onlara davran. Günahkârla dost olma. Çünkü, kötü işlerinden sana da öğretir. İşlerinde Allah’tan korkan kimselerle istişare et.” İmam (a.s) bunları buyurduktan sonra yine sustu.
Ben: “Ey Peygamber'in kızının torunu, biraz daha nasihat edin.” dedim.
İmam (a.s) şöyle buyurdu:
"Ey Süfyan, kim kudretsiz izzet, arkadaşsız çokluk ve malsız heybet istiyorsa, günah zilletinden itaat izzetine geçmelidir." İmam (a.s) bunları buyurduktan sonra yine sustu.
Ben: "Ey Peygamber'in kızının torunu, biraz daha nasihat edin" dedim.
İmam (a.s) buyurdular ki:
“Ey Süfyan, babam bana üç tane öğütte bulundu ve üç şeyden de sakındırdı. Buyurduğu üç öğüt şunlardır: "Ey oğlum, kötü arkadaşla arkadaş olan salim kalmaz. Sözüne dikkat etmeyen pişman olur. Kötü yerlere giren suçlanır.”
Ben: Ey Resulullah'ın kızının torunu, seni sakındırdığı üç şey nelerdir? diye sorunca İmam (a.s) şöyle buyurdu:
“Babam beni, nimete haset eden, başa gelen musibete gülen ve söz taşıyan kimseyle arkadaş olmaktan sakındırdı.” .[33]
Yine şöyle buyurmuştur:
“Altı haslet müminde olmaz: Zorluk çıkarmak, hayırsız olmak, haset etmek, inatçılık, yalıncılık ve zalimlik.” [34]
İmam Sadık (a.s) ilim, amel, çaba, cihad ve takvayla dolu bir yaşamdan sonra şu fani yurdu terk ettiler. İmam (a.s), ömrünü ilim ve zühtte, hak ve adaleti savunmada, Allah’a ve hayırlı işlere davette ve kötülüklerden nehyetmekte geçirdi. İmam Sadık (a.s), sadece Allah’a tevekkül eder, bütün zorluklar ve belâlar karşısında sabrederdi. İmam Sadık (a.s), İslâm toplumunu dünya ve ahiret saadetine doğru yöneltmiş, dini savunma ve her türlü sapma ve bidatin önünde durma mantığını bütün nesillere hediye etmiştir. İmam Sadık (a.s), İslâm dininin; kahraman, hamiyetli, güzel ahlâk, güçlü iman ve temiz akide sahibi insanlar yetiştiren bir din olduğunu ilelebet ispatlamıştır. Bu dinin faydalı ilimler sunan, düşünceyi genişleten ve her iki âlemde de hayırlara ulaştıran bir din olduğunu göstermiştir.
İmam Sadık (a.s) Hicrî-Kamerî 148 yılında Medine-i Münevvere’de Rabb’inin likasına yürüdü ve Bakî Mezarlığı’nda babasının, dedesinin ve amcası İmam Hasan (a.s)’ın yanında defnedildi. Öldüğü günde ve kabrinden diriltileceği günde ona selâm olsun. Onun yolunu takip edip, onun sunduğu hidayetle hidayete erenler, saadet ehlidirler.
[1]- İrşad, s. 370. [2]- Ayan-uş-Şia, c. 1, s. 161, Seyit Muhsin el-Emin. [3]- Ayan-uş-Şia, c. 1, s. 161, Seyit Muhsin el-Emin.
[4]- Menakibi Al-i Ebi Talip, 4/247. İbn-i Şehri Aşub. [5]- Menakibi Ali Ebi Talip, 4/247. İbn-i Şehri Aşub. [6]- Tarihi Yakubi, 2/381, Ahmet İbn-i Ebu Yakup.[7]- 20.y.yıl Ansiklopedisi 3/109. Muhammed Ferit Vecdi. [8]- 20.y.yıl Ansiklopedisi 3/109. Muhammed Ferit Vecdi.
[9]- El- Milel ve’n Nihel, c. 1, s. 147. [10]- el-İmam es-Sadık s. 3 Muhammed Ebu Zuhre.[11]- Usul-u Kafi 1/269, Kuleyni (r.a).
[12]- Usul-u Kafi 1/30, Kuleyni (r.a).[13]- Usul-u Kafi, 1/25.[14] - Usul-u Kafi, 1/35.[15]- Usul-u Kafi, 1/69.[16]- Usul-u Kafi, 1/69.
[17]- Usul-u Kafi, 1/98.[18]- Usul-u Kafi, 1/100.[19]- Usul-u Kafi, 1/149.[20]- Usul-u Kafi,1/159.[21]- Tuhef’ul Ukul, s. 357.
[22]- Tuhef’ul Ukul, s.385.[23]- Tuhef’ul Ukul, s. 385.[24]- Vesail üş-Şia, 6/416.[25]- Vesail üş-Şia, 6/ 422.[26]- Mişkat-ül Envar, s. 161.
[27]- Tuhef-ul Ukul, 388.[28]- Tuhef-ul Ukul,392.[29]- Tuhef-ul Ukul, 394.[30]- Tuhef-ul Ukul, 401.[31]- Vesail eş-Şia, 6/122.
[32]- El-Kafi, 5/76 [33]- Tuhef’ul Ukul, 404, 405.[34]- Tuhef’ul Ukul, 405
İmam Sadık (a.s)’ın Toplumsal Mevkisi
İmam Sadık (a.s)’ın yaşamış olduğu dönemde yaşayan önemli şahsiyetlerin hiçbirisi onun sahip olduğu yüce makama sahip değildi. İmam Sadık (a.s), kendi döneminde yaşayan insanların kalbinde taht kurmuş ve eşsiz bir makama ulaşmıştı. Dönemindeki müslümanların geneli, hatta gayri müslimler, O’nu nübüvvet sülalesinin bir meyvesi ve ümmetin güvence kaynaklarından biri olarak tanıyorlardı. İmam Sadık (a.s), kendi döneminde Emevi ve Abbasilerin zulümleri karşısında mücadele sembolü olarak tanınmış ve müslümanların bir çoğunun sevgisini kazanarak liderliğe layık görülmüştür.
İlim ve salahiyet ehli, O’nun simasına baktığında gerçek bir mürşit ve imamla karşı karşıya olduklarını fark ediyorlardı. Siyasi sahnede de durum aynıydı. Özellikle, İmam Sadık (a.s)’ı devamlı gözaltında bulunduran ve ona karşı düşmanlık etmekte elinden geleni yapan Emevilerin son dönemlerinde ve Abbasilerin ilk dönemlerinde herkes imam (a.s)’ı yüce bir mevki sahibi biliyor ve hiçbir şekilde siyaset sahnesinin dışına itilemeyecek faal bir siyasi önder olarak görüyorlardı. Bu öyle aşikar bir gerçekti ki; hiç kimse onu inkara veya ehemmiyetsiz saymağa cüret edemiyordu.
Eğer İmam Sadık (a.s)’ın yaşadığı tarih kesitini yeniden gözden geçirir ve o günkü toplumun; söz, yazı, düşünce ve tavırları itibarıyla ne durumda olduğunu incelersek, İmam (a.s)’ın dost ve düşman arasında nasıl yüce bir mevkiye ve siyasi nüfusa sahip olduğunu anlarız.
İmam Sadık (a.s) döneminde, son günlerini yaşayan Emevi devletinin zulmü çoğalmış ve cinayetleri hat hudut tanımaz olmuştu. Bu sırada halkın devlet karşıtı hareketleri sürekli artış kaydediyordu. Emevi ve Abbasi hükümetinin aleyhlerine yapılan kıyamların tarihini gözden geçirdiğimizde; Ehl-i Beytin bu hareketlere önderlik ettiğini görüyoruz. Emeviler aleyhine başlayan ayaklanmalar, Ehl-i Beyt adına başlatıldı. Kıyamı başlatanlar, hedeflerinin hilafeti ehline yani Hz. Fatıma (s.a)’nın soyundan gelenlere vermek olduğunu söylüyorlardı. Bütün bunlara rağmen kıyamlar şiddetlendiğinde, İmam Sadık (a.s)’ın sahne dışında olduğunu görüyoruz. Çünkü O, baştan beri kudret mücadelesi veren bu şahısların sonunun ne olacağını biliyordu. İmam Sadık (a.s), bu sahte sloganların ve hakka büründürülmüş davetin gerçek yüzünün ne olduğunu çok iyi biliyordu. O, sonunda Ehl-i Beytin bu kıyamlara kurban edileceğinin farkındaydı.
O, sözünde sadık ve asrının geleceğine vakıf birisiydi. Bundan dolayı Alevileri (Ali (a.s)’ın soyuna mensup olanlar) bu aldatıcı şiarlara kanmamaları için uyardı ve İmam bu uyarısında haklı çıktı. Çünkü sonradan İmam Sadık (a.s)’ın dediği her şey gerçekleşmiş oldu.
İmam (a.s), siyasi kudretten uzak durmasına rağmen bu kudrete sahip olanlar, İmam (a.s)’a alaka duymaktan kendilerini alamıyorlardı. Bütün gözler ve kalpler O’na yöneliyordu. Siyaset kudretini elinde bulunduranlar, İmam (a.s)’ı görmemezlikten gelemiyor ve O’nu siyasi hesaplarının dışına itemiyorlardı. Bundan dolayıdır ki “Ebu Seleme Hilal” gibi Abbasi kıyamının en önde gelen önderlerinden birisi, İmam (a.s)’ın yanına temsilcisini göndererek kendisine biat etmeğe hazır olduğunu belirtiyor. Ama, İmam (a.s) mektubu yakarak onun isteğine müsbet cevap vermiyordu. Bu tip istekler değişik şahıslar tarafından defalarca İmamdan yapılmasına rağmen, İmam Sadık (a.s), Alevilerin hilafeti kabulle ilgili bütün isteklerini reddediyordu. İmam (a.s)’ın bu tavırları O’nun kendi zamanındaki toplumsal mevkisini çok net bir şekilde ortaya koymaktadır.
İmam Sadık (a.s)’ın amansız düşmanlarından birisi olan Abbasi halifesi Mansur, defalarca İmam (a.s)’ı huzuruna çağırıp, O’nu Abbasiler aleyhine ayaklanan guruplara liderlik etmekle suçlamasına rağmen Alevilerden birisine yazdığı bir mektupta, İmam (a.s)’ın ne derece yüce bir şahsiyet olduğunu söylemekten kendisini alamamıştır. O, mektubunda Alevi seyyide hitaben şöyle yazıyordu: “... Siz Alevilerin içerisinde, Hz. Resulullah (s.a.a)’den sonra, Ali bin Hüseyin (a.s)’dan daha değerli birisi gelmemiştir. O, senin dedenden daha efdaldı. O’ndan sonra sizin aranızda Muhammed bin Ali (a.s)’dan daha hayırlı birisi yoktur. O, senin babandan daha efdaldi. Ondan sonra, O’nun oğlu gibi Cafer-i Sadık (a.s) gibi birisi yoktur. O’da senden daha efdaldir.”[1]
Abbasın torunlarından birisi şöyle bir olay naklediyor: “Mensur’un yanına gittiğim günlerden birisinde onu gözyaşlarıyla sakalları ıslanmış bir halde gördüm. Bana, Acaba akrabalarının başına ne geldiğini biliyor musun? dedi. Ben, Ey Emir ne oldu? O, Onların en büyük, en alim ve en değerlisi vefat etti. Ben, o kimdir? O, Cafer bin Muhammed Sadık, dedi.”[2]
O günkü topluma hakim şartlara ve o günlerden kalma tarihi kaynaklara göz attığımızda, o günkü toplumun ilmi ve içtimai meselelerinde başı çeken İmam Sadık (a.s)’ın sahip olduğu yüce mevkiyi rahatlıkla görmekteyiz. İmam (a.s), kendi zamanındaki toplumsal oluşumlarda mihver konumuna sahipti.
Hz. İmam Sadık (a.s)’ın Züht, Hikmet, Öğüt Hakkındaki Sözleri
Cundeb oğlu abdullah’a tavsİyelerİ[1]
İmam Sadık aleyhi's-selam'ın Cundeb oğlu Abdullah'a şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
Ey Abdullah! Şeytan bu aldatıcı dünyada tuzaklarını kurmuş ve sadece bizim dostlarımızı avlamak istiyor. Ama ahiret dostlarımızın gözünde hiç bir şeyi onunla değiştirmeye razı olmayacakları kadar büyüktür.
Daha sonra şöyle buyurdu:
Nerededir nur ile dolup taşan kalpler? Dünya, onların gözünde zehirli bir yılan ve yabancı bir düşman gibidir. Allah'a yönelerek, sorumsuz ve ayyaş insanların ilgi duyduğu şeylerden uzaklaşmışlardır. Benim gerçek dostlarım onlardır. Onların hürmetine fitneler yatışmakta ve belalar uzaklaşmaktadır.
Ey Cundeb oğlu Abdullah! Bizi tanıyan (bizim ilahi makamımızı bilen ve inanan) her Müslümanın her gece ve gündüz amellerine bakması ve kendisini hesaba çekmesi gerekir. Eğer yaptığı işlerin, iyi iş olduğunu görürse o işleri daha da çoğaltmalıdır; aksi takdirde kıyamet günü rezil olmamak için kötü işlerden tövbe etmelidir.
Ne mutlu -yanılgıda olanlara verilen- dünya mal ve süsüne imrenmeyen kula. Ne mutlu ahirete talip olup onun için çalışan kimseye. Ne mutlu yalan arzularla kendisini meşgul etmeyen kimseye.
Daha sonra İmam Sadık aleyhi’s-selâm şöyle buyurdu:
Allah, (halka) kandil ve meşale olan, amel ve çabasıyla onları bize doğru çağıran ve sırlarımızı ifşa etmeyen insanlara rahmet etsin.
Ey Abdullah! Mü’minler, Allah’tan korkan ve kendilerine bağışlanmış olan hidayetin ellerinden alınmasından endişe eden, Allah'ı ve nimetlerini hatırladıkları zaman korku ve dehşete kapılan, Allah'ın ayetleri kendilerine okunduğunda, aşikar ettiği sonsuz kudretinden dolayı imanları artan ve Rab'lerine tevekkül eden kimselerdir.
Ey Abdullah! Cehalet eskiden beri varola gelmiş, temeli güçlenmiştir. Bunun böyle oluşu, halkın Allah'ın dinini oyuncak yapmalarından dolayıdır. Hatta ilimleriyle Allah’a daha yakın olduklarını sananlar bile O’ndan başkasını arıyorlar. İşte onlar zalimlerin ta kendileridir.
Ey Abdullah! Şiilerimiz azim ve sebat gösterselerdi, melekler onlarla musafaha eder (görüşür), bulutlar onların üzerine gölge düşürür, günleri aydın olur, gökten ve yerden onlar için rızıklar gelir, Allah, istedikleri her şeyi onlara verirdi.
Ey Abdullah! Çağrınızı kabul edenlerin (Şia’nın) günahkârları hakkında hayırdan başka bir söz söylemeyin. Allah’a huşu ile yalvararak başarılarını dileyin. Onlar için Allah’tan af dileyin. Bize yönelen, velayetimizi kabul eden, düşmanlarımızla dost olmayan, bildiğini söyleyen, bilmediği veya şüphesi olduğu şeylerde ise susan kimse, (şüphesiz) cennettedir.
Ey Cundeb oğlu Abdullah! Ameline güvenen helak olur. Allah'ın rahmetine güvenerek günahlara cüret eden kurtulmaz.
“Öyleyse kim kurtulur" diye sorduğumda, İmam Sadık aleyhi’s-selâm: ‘Sevaba olan iştiyakları ve azaptan korkuları yüzünden kalpleri, (uçmakta olan) bir kuşun pençesinde imiş gibi, ümit ile korku arasında olan kimseler kurtulur’ diye buyurdular.
Ey Abdullah! Allah’tan kendisini hurilerle evlendirmesini ve nurdan olan bir tacı başına koymasını isteyen kimse, mü’min kardeşini sevindirmelidir.
Ey Abdullah! Gece, uykuyu, gündüz ise, konuşmayı azalt. İnsanın bedeninde göz ve dilden daha az şükreden bir uzuv yoktur. Hz. Süleyman’ın annesi, Süleyman aleyhi’s-selâm’a şöyle dedi: "Oğlum (ihtiyacından fazla) uyumaktan sakın. Çünkü (fazla uyku) insanların hayır amellere muhtaç olduğu gün (kıyamet günü) seni yoksul bırakır.
Ey Cundeb oğlu Abdullah! Şeytan'ın, insanları avlamak için tuzakları vardır. Öyleyse Şeytan'ın ağ ve tuzaklarına yaklaşma.
“O tuzaklar nedir?” diye sorduğumda şöyle buyurdular:
Şeytan'ın tuzakları, insanı kardeşine iyilik etmekten alıkoymak, ağları ise Allah'ın farz kıldığı namazların vaktinde uyumaktır. Bilin ki; kardeşlerine iyilik yapmak ve onları ziyaret etmek için adım atmak gibi hiç bir ibadet yoktur. Namazdan gaflet edenlere, halvetlerde uyuyanlara, fetret dönemlerinde (dinin zayıfladığı dönemde) Allah ve ayetleriyle alay edenlere yazıklar olsun! İşte bunlar ahirette nasibi olmayan kimselerdir. Kıyamet günü Allah onları konuşturmayacak, onları temizlemeyecektir ve onlar için şiddetli bir azap vardır."
Ey Abdullah! Kim kendisini cehennem ateşinden kurtarmaktan başka bir endişeyle sabahlarsa, büyük bir meseleyi basite almış ve Rabbinin vereceği az bir paya talip olmuştur.
Kim müslüman kardeşine hile yapar, onu tahkir eder ve ona karşı düşmanlık güderse, Allah onu cehenneme atar. Kim bir mü’mine haset ederse (onu kıskanırsa), tuzun suda eridiği gibi onun da imanı öylece kalbinde erir.
Ey Abdullah! Mü’min kardeşinin ihtiyacını karşılamak için adım atan bir kimse, Safa ve Merve arasında sa'y eden (koşan) kimse gibidir. Onun ihtiyacını karşılayan bir kimse de Bedir ve Uhud savaşında Allah yolunda kanına boyanan kimse gibidir. Allah hiç bir ümmeti, fakir kardeşlerinin haklarını küçümse-medikleri müddetçe helak etmemiştir.
Ey Abdullah! Şiilerimize de ki: Farklı fikir ve düşüncelere kapılmasınlar. Allah'a andolsun ki, günahlardan kaçınmadıkça, dünyada çaba göstermedikçe ve Allah yolunda, (mü’min) kardeşler ile eşitlik sağlamadıkça velayetimize ulaşamazsınız. Halka zulüm eden kimse bizim Şialarımızdan değildir.
Ey Abdullah! Şia’mız, cömertlik, kardeşlere bağışta bulunmak, gece ve gündüz (farz ve sünnet olarak) elli rekat namaz kılmak gibi özelliklerle tanınırlar. Şialarımız (sabırsızlıktan) köpek gibi ulumaz, karga gibi aç gözlü olmazlar, düşmanlarımızla komşu olmaz, açlıktan ölseler bile bizi sevmeyenlere el açmazlar.
Şiilerimiz, yılan balığı yemezler, ayakkabının üzerine mesh yapmazlar, öğlenin ilk vaktini (namaz kılmak için) gözetirler, şarap içmezler.
"Canım size feda olsun” dedim. "Onları nerede bulabilirim?"
İmam alyehi's-selâm şöyle buyurdu:
Dağların başında ve şehirlerin kenarında. Bir şehre girdiğinde halkla muaşeret etmeyen (oturup kalkmayan) ve halkın da kendi-siyle muaşeret etmediği kimseyi[2] sor, ara. İşte böyle bir adam, mü’mindir.
Allah-u Teâla (Habib-i Neccar hakkında) şöyle buyuruyor: "Şehrin (Antakya şehrinin) uzak bir ucundan bir adam koşarak geldi: "Ey kavmim, elçilere uyun"[3] dedi Allah'a andolsun ki, Habib-i Neccar yalnız idi.
Ey Abdullah! mü’minlere zülmün dışında, diğer bütün günahlar bağışlanır. Gösteriş için yapılan amellerin dışında, diğer bütün hayır ameller kabul edilir.
Ey Abdullah! Allah için sev, sağlam ipe (Kur’ân'a) sarıl ve hidayetten ayrılma. Böyle oldukça amellerin kabul edilir.
Allah-u Teala buyuruyor ki:
"Şüphe yok ki ben tövbe eden, inanan, salih amellerde bulunup da doğru yola erişen kimseyi bağışlayıcıyım."[4]
İmanla birlikte olmayan amel, kabul edilmez; amelsiz de iman olmaz, yakinsiz amel, huşusuz da yakin olmaz. Bunların hepsinin mihveri, hidayettir. Öyleyse hidayete erişenin ameli kabul edilir ve kabul edilmiş olarak melekut alemine yükselir. "Allah dilediğini doğru yola hidayet eder."[5]
Ey Abdullah! Allah-u Teâla'nın (rahmet ve nimet) yanında, O’nunla birlikte olmak ve Firdevs Cennet'ine yerleşmek istiyorsan, dünyaya önem verme, ölümü göz önünde tut ve yarın için bir şey biriktirme. Bil ki; önceden göndereceğin her şey, (yaptığın ihsan ve ibadetler) faydana olduğu gibi, geriye bıraktığın şeyde (biriktirdiğin dünya malı), zararınadır.
Ey Abdullah! Kazandığı maldan kendisini mahrum bırakan, o malı başkası için toplamaktadır. Heva ve hevesine uyan, düşmanına uymuştur. Kim Allah'a güvenirse, Allah, ona dünya ve ahiret işleri için yeter ve gıyabında onun her şeyini korur. Her belaya karşı sabır, her nimete şükür ve her zorluğa çözüm yolu hazırlamayan kimse âciz kalır. Evladına ve malına gelecek her belâ ve musibete karşı, sabretmeye çalış. Çünkü Allah, sabır ve tahammülünüzü denemek için emanet ve bağışını sizden geri alır. Günah işlemeye cesaretlendirmeyecek şekilde Allah'a ümitli ol ve O'nun rahmetinden de ümit kesmeyecek şekilde ondan kork. Cahilin övgü ve sözlerine asla aldanma. Zira bu, kibirlenip, ululanmana ve amelinle övünmene sebep olur. Gerçekten en iyi amel, ibadet ve tevâzudur.
Kendinden sonra mal bırakmakla, kendi malını zayi edip, diğerlerinin maddî durumunu düzeltmeye çalışma. Allah'ın sana kısmet ettiği mala kanaat et. Ancak, kendi yanında olanı (mevcut olan mal ve sana verilen nimetlere) bak. Ulaşamayacağın bir şeyi arzu etme. Şüphesiz kanâat eden doyar; kanaat etmeyen ise doymaz. Ahiretten payını al. Zengin olduğunda azma. Yoksul olduğunda sabırsızlık etme. Katı ve taş yürekli olma; çünkü böyle olursan halk sana yaklaşmaktan hoşlanmaz. Gevşek ve zayıf da olma; zira seni tanıyan seni tahkir eder. Kendinden üstte olana karşı düşmanlık yapma; senden aşağıda olanla da alay etme! İşlerde o işin ehliyle çekişme (işi ehline bırak), akılsızlara itaat etme. Herkesin yanında kendini küçültme. Kendi yükünü başkasının üzerine yükleme. Bir işin içerisinde kalıp pişman olmaman için işe girişmeden önce, o işin giriş ve çıkış yolunu öğren.
Kalbini ortak olduğun bir yakın, amelini peşinden gittiğin baban, nefsi emmareni mücadele ettiğin düşman ve sahibine geri vereceğin emanet kabul et. Sen kendi nefsinin doktoru kılınmışsın, sağlığının belirtisini tanımış, hastalığını öğrenmiş ve ilacını da bilmişsin. Öyleyse kendine nasıl bakacağına dikkat et.
Bir kimseye yaptığın iyiliği, minnet edip söyleyerek bozma; aksine o iyiliğini daha iyi bir iyilik izlesin. Şüphesiz bu, ahlakın için daha güzel, ahiretteki sevabın için de gereklidir. İster cahil ol, ister alim, yumuşak huylu ve ağır başlı sayılmak için susmaya riâyet et. Zira bilginlerin yanında susmak senin için süs, cahillerin yanında susmak ise, sana bir örtüdür.
Ey Abdullah! Meryem oğlu İsa alehi's-selâm, ashabına şöyle buyurdu: "Eğer biriniz, uyuyan kardeşinin yanından geçerken onun arka veya önünden bir kısmının açıldığını görürse acaba açılmayan tarafını da açar mı yoksa açılan yerini örter mi?” Ashabın hepsi: "Açılan tarafını örteriz." dediler.
Hz. İsa aleyhi's-selâm: "Hayır; öyle değil, siz her tarafını açarsınız."
Ashab, bunun bir örnek olduğunu anlayınca: “Ey Ruhullah! nasıl açarız?” diye sordular. Hz. İsa şöyle buyurdu: "Sizlerden bazıları kardeşinin ayıbını gördüğünde onu örtmüyor. Gerçekten de siz, lezzetleri terketmedikçe hedefinize erişemezsiniz; hoşlanmadığınız şeylere tahammül etmedikçe arzularınıza kavuşamazsınız. Haram olan bakıştan sakının. Çünkü bu iş, kalbe şehvet tohumu eker ve bu, seni aldatmaya yeter. Ne mutlu bakışı gözünde değil de kalbinde olan kimseye. Köle sahipleri gibi halkın ayıplarına bakmayın, köleler gibi kendi ayıplarınızı görün. İnsanlar iki kısımdır: Belaya duçar olanla, olmayan. Belaya duçar olana acıyın ve sağlığınıza şükredin.”
Ey Abdullah! Seninle ilişkisini kesenle ilişki kur. Seni mahrum bırakana bağışta bulun. Kötülük yapana iyilik et. Küfredene selam ver. Düşmanlık yapana karşı insaflı davran. Zulmedeni affet; nitekim sen de affedilmeyi seversin. Allah'ın seni affetmesinden ibret al. Güneşin hem iyi, hem de kötü insanlara doğduğunu ve yağmurun da hem salih, hem de hatalı kimselere yağdığını görmüyor musun?
Ey Abdullah! Halkın, seni iyi bilmesi için onların gözü önünde fakirlere yardım etme. Böyle yaptığında mükâfatını almış sayılırsın. Sağ elinle yaptığın iyilikten, sol elinin haberi olmamalıdır. Çünkü Allah’ın rızasını kazanmak için gizlice verdiğin sadakadan dolayı Allah, seni -halkın verdiğin sadakadan habersiz kalmasının sana zararı ulaşmayacağı bir gün -kıyamet günü şahitlerin gözü önünde mükâfatlandıracaktır.
(Dua ettiğin vakit) sesini alçalt. Zira gizlediğin ve açığa vurduğun her şeyi bilen Allah, istemeden de ne isteyeceğini biliyor.
Oruç tuttuğunda kimsenin gıybetini etme. Orucunuza zulüm bulaştırmayın. Halkın bilmesi için yüzleri tozlu, saçları dağınık, dudakları kuru olup gösteriş için oruç tutan kimselerden olma!
Ey Abdullah! Tüm iyilikler ve tüm kötülükler senin önündedir. Bunları ancak ölümden sonra görebilirsin. Allah Azze ve Celle, hayrın tümünü de cennette, şerrin tümünü de cehennemde karar kılmıştır. Çünkü bunlar (cennet ve cehennem) kalıcıdır.
Allah kime hidayet bağışlayarak, iman ile aziz kılar, doğru yolu ilham ederek tabiatında nimetlerini tanıyacak bir akıl bırakır, dinini ve dünyasını idare edecek ilim ve hikmet bağışlar, mükellef kıldığı şeyleri kolaylaştırmak üzere yardımda bulunur ve küçük amelleri yapmak için (bile) kendisinden yardım dilemeye davet ederse, böyle bir kimse, Allah'ın nimetleri, vaatettiği mükâfatları ve gücünden fazla kendisini mükellef kılmadığı için Allah'a şükretmeyi kendisine farz kılmalıdır; Allah'a karşı nankörlük etmemeli; O'nu anmalı; O'nu unutmamalıdır; O'na itaat etmeli ve O'na karşı günah işlememelidir. Oysa ki insan, Allah'ın emrettiği şeylerden yüz çeviren, onları yapmaktan âciz kalan, Rabbi önünde kendisine zillet elbisesini giydiren, heva ve hevesine uyan, ömrünü şehvetlerde geçiren ve dünyasını ahiretine tercih eden bir varlıktır. Bu durumdayken de Firdevs Cenneti'ni arzuluyor. Zalimlerin amelini yapmakla, iyi iş yapanların makamlarına ulaşmaya heveslenmek kimseye yakışmaz. Ansızın kopacak olan kıyamet kopunca ve büyük felaket gelip çatınca ve Cebbar olan Allah kesin hüküm vermek için terazileri kurunca ve bütün mahlukat hesap vermek için sahneye gelince, işte o zaman yücelik ve bağışın kimin olduğuna, hasret ve pişmanlığın da kime ulaşacağına yakin edersin. Öyleyse bu gün dünyada öyle bir iş yap ki, ahirette onunla kurtulacağına ümit edesin.
Ey Abdullah! Allah-u Teâla, vahyettiği şeylerin bazısında şöyle buyurmuştur:
"Ben, ancak, azametim için boyun eğen, benim için kendisini şehvetlerden alıkoyan, günlerini zikrimle geçiren, kullarıma karşı büyüklük taslamayan, açları doyuran, çıplakları giydiren, musibete uğrayanlara acıyan ve gariplere yer veren kimsenin namazını kabul ederim. Böyle bir kulun nuru, güneşin nuru gibi etrafa yayılır. Karanlıkta nur, cehalette ise hilim (olgunluk) veririm ona. İzzetimle onu korurum. Meleklerimi onu korumakla görevlen-diririm. Beni çağırdığında lebbeyk derim. Benden bir şey istedi-ğinde veririm. Bu kul benim indimde, meyvelerinin eşi bulunmayan ve bozulmayan firdevs Cenneti'nin bahçeleri gibidir.
Ey Abdullah! İslam (tevhid, nübüvvet ve meada ikrar etmek) çıplaktır; elbisesi hayâ, ziyneti ağırbaşlılık, cömertliği salih amel ve direği ise vera (şüpheli şeylerden kaçınma)dır. Her şeyin bir temeli vardır; İslam'ın temelide biz Ehl-i Beyt'in sevgisidir.
Ey Abdullah! Allah-u Teâla'nın, zeberced (yakut cinsinden sarı veya yeşil değerli bir tür taş) ve ipekle sarılmış, sündus (ipek işlemeli bir kumaş) ve diybac (bir çeşit zarif ipekli kumaş) ile de süslenmiş, nurdan bir hisarı vardır. Bu hisar (kıyamet günü) bizim dostlarımızla düşmanlarımızın arasına çekilir. Beyinler (şiddetli bir sıcaktan dolayı) kaynadığında, yürekler ağızlara ulaştığında ve ciğerler beklemekten dolayı şiştiğinde Allah dostları, bu hisarın içerisine götürülür, orada Allah'ın güven ve himayesinde yer alırlar. Onlar için gönüllerin istediği ve gözlerin lezzet aldığı her şey orada vardır. Allah'ın düşmanları ise çok terlediklerinden dolayı ağızları kilitlenir, korkudan yüreklerinin bağı kesilir ve Allah'ın onlar için hazırladığı azaba bakıp şöyle derler: "Bize ne oluyor ki, ken-dilerini kötülerden saydığımız adamları göremiyoruz?".[6]
Allah dostları onların bu durumuna bakıp gülerler. Nitekim Allah-u Teâla cehennem ehlinin şöyle dediğini nakletmiştir: "Biz onları alaya alır dururduk (şimdi onlar cehennem'de yoklar) yoksa gözler mi onlardan kaydı?"[7] Diğer bir ayette de şöyle buyurmaktadır: "Artık bugünde, iman edenler kafir olanlara gül-mektedirler; tahtlar üzerinde bakıp seyrediyorlar."[8]
Allah-u Teâla, dostlarımızdan mü’min olan birine tek bir kelimeyle bile yardımda bulunan herkesi hesapsız cennete götürecektir.
Ebu Cafer Muhammed İbn-i Nu'man Ahvel’e[9] Öğütlerİ
Ebu Câfer diyor ki , İmam Sadık aleyhi's-selâm bana şöyle buyurdu: Allah-u Teâla, Kur’ân’da bazı grupları sırları ifşâ etmek suçuyla kınamıştır. "Canım sana feda olsun, Kur'ân'ın neresinde kınamıştır." dediğimde, “şu ayette” diye buyurdu: "Kendilerine güven veya korku haberi geldiğinde (derhal) onu yayarlar."[10]
İmam Sadık aleyhi's-selâm daha sonra şöyle buyurdu:
Sırlarımızı ifşâ eden, üzerimize kılıç çeken kimse gibidir. Gizli ilimlerimizi (sırlarımızı) duyup da onu ayakları altına gömen (gizleyen) kula Allah rahmet etsin. Allah'a andolsun ki, ben sizin kötülerinizi, baytarın hayvanı tanımasından daha iyi tanırım. Sizin kötüleriniz, Kurân'ı kötü ve hoşa gitmeyecek bir şekilde okuyan, namazı vaktin sonunda kılan, ve dillerini korumayan kimselerdir. Bil ki, Hasan ibn-i Ali aleyhüma’s-selam, ihanete uğrayıp insanlar etrafından dağıldığında, işi Muâviye'ye bıraktı; derken aşırı giden ve bu barıştan öfkeli dolayı olan şiiler İmam'a: "Aleyk-es selam ya müzillel mü’minin" (Aleyk-es selam ey mü’minleri zelil eden!) diye selam veriyorlardı. İmam Hasan alehi's-selâm da cevaben: "Ben mü’minleri zelil eden değil aziz edenim. Sizin onlara karşı savaşmaya gücünüzün olmadığını görünce, canımızın korunması için böyle yaptım. Nitekim o alim (Hz.Hızır a.s), fakirlerin gemisini (sahiplerine kalması ve düşmanların eline düşmemesi için) deldi. Ben de kendi canımı ve sizlerin canını korumak için böyle yaptım." diyordu.
Ey Nu'man oğlu! Ben bazen sizlerden bazınıza (gizli) bir söz söylüyorum, o da o sözü yayıyor; böyle yaptığı için ona lanet etmeyi ve ondan uzak durmayı caiz biliyorum.
Babam buyuruyordu ki: “Takiyye'den daha fazla gözü aydınlatan ne var? Takiyye mü’minin siperidir. Takiyye olmasaydı Allah'a ibadet olunmazdı."
Allah buyuruyor ki: "Mü’minler, mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost (yönetici) edinmesinler. Kim böyle yaparsa, Allah'la hiçbir ilişkisi yoktur. Ancak onlardan çekinirseniz (takiyye ederseniz) o başka"[11]
Ey Nu'man oğlu! Münakaşadan sakın; çünkü münakaşa amelini boşa çıkarır. Cedel ve tartışmadan kaçın; zira tartışma seni helak eder. Aşırı düşmanlıktan da uzak ol; çünkü aşırı düşmanlık seni Allah'tan uzaklaştırır.” İmam alehi's-selâm daha sonra şöyle buyurdu:
Sizden önceki kimseler susmayı öğreniyorlardı, oysa sizler konuşmayı öğreniyorsunuz. Onlardan biri âbid olmak istediğinde bu işe başlamadan önce on yıl susmayı öğreniyordu; bu işi başarıp susmaya sabredebildiğinde ibadete başlıyordu. Aksi takdirde, ben istediğim işin ehli değilim, diyordu. Ancak uzun bir müddet, çirkin söz söylemekten çekinen ve batıl bir hükümette eziyetlere karşı tahammül eden kimse kurtulur. Bunlar, gerçekten asaletli, seçilmiş kimseler ve velilerdir; onlar, mü’minlerin ta kendisidir. Benim en fazla nefret ettiğim kimse riyaset isteyen, söz taşıyan ve kardeşlerine haset eden kimselerdir; ne onlar bendendir ne de ben onlardanım. Bizim dostlarımız, ancak emrimizden çıkmayan, her işte bizi izleyen ve bize uyan kimselerdir.”
Daha sonra da buyurdu ki: Allah'a ant olsun ki, eğer sizlerden biri Allah yolunda yeryüzü dolusu altın sadaka verir ve sonra da bir mü’mine haset ederse, o altınlarla cehennemde dağlanır.
Ey Nu'man oğlu! ifşacı (sırlarımızı yayan kimse) bizi kılıçla öldüren kimse gibi değildir; onun günahı bizimle kılıçla savaşandan daha büyük ve daha fazladır.
Ey Nu'man oğlu! bizim söylemediğimiz bir hadisi bizim adımıza nakleden kimse, bizi yanlışlıkla değil, kasıtlı olarak katletmiştir.
Ey Nu'man oğlu! zulüm hükümetinde kendi yolunda git; korktuğun tehlikeli insanlara da selam verip hoş karşıla. Zira hükümete karşı çıkan kimse kendisini ölüme atarak helak etmiş olur. Allah buyuruyor ki: "Kendi elinizle, kendinizi tehlikeye atmayın"[12]
Ey Nu'man oğlu! biz öyle bir Ehl-i Beyt'iz ki, şeytan daima bizden ve bizim dinimizden olmayan kimseleri bizim aramıza sokmaktadır; şeytan onu (Şia ve ashabımız adına) yüceltti mi ve insanlar onları tanıyıp sözlerine kulak verdi mi artık aleyhimize yalan söylemeyi ona emreder, onlardan biri gittiğinde de onun yerine başkasını getirir.
Ey Nu'man oğlu! Kim (bilmediği) ilmi bir sorunun cevabında, "bilmiyorum" derse ilmin yarısını elde etmiştir (ilmin hakkını eda etmiştir).
Mü’min bulunduğu yerde oturduğu sürece, kinli olabilir; fakat yerinden kalktığında kin de kalbinden çıkar.
Ey Nu'man oğlu! alim bildiği her şeyi sana söyleyemez. Bunlar, Allah'ın Cebrail aleyhi’s-selâm’a, Cebrail aleyhi’s-selâm’ın Muhammed salla'llâhu aleyhi ve alih'e, Muhammed salla'llâhu aleyhi ve alih'in Ali aleyhi’s-selâm’a, Ali alehi's-selâm'ın Hasan aleyhi’s-selâm’a, Hasan'ın Hüseyn aleyhi’s-selâm’a, Hüseyn'in Ali (Zeynel Abidin) alehi's-selâm’a, Ali (Zeynel Abidin)’in de Muhammed (Bâkır) alehi's-selâm’a, Muhammed(Bâkır)'ın de sırrını söylediği kimseye (burada İmam Sadık alehi's-selâm kendisini kasdediyor) buyurmuş olduğu sırlardır. Öyleyse acele etmeyin. Allah'a andolsun ki bu işin gerçekleşmesi (Peygamber Ehl-i Beyt’inin kurtuluşu ve adaletli bir hükümetin kurulması) üç defa yaklaşmıştı; ama onu ifşa etmenizle Allah onu erteledi. Allah'a andolsun ki, düşmanınızın sizden daha iyi bilmediği hiç bir sırrınız yoktur.
Ey Nu'man oğlu! Emrimden çıktığın için kendine acı! Sırrımı ifşa etme. Said oğlu Muğayre,[13] babamın aleyhine yalan söyledi ve sırrını ifşa ettı; Allah da demirin kızgınlığını ona tattırdı. Eb-ul Hattab da, benim aleyhimde yalan söyledi, sırrımı açığa vurdu; derken Allah-u Teâla, demirin şiddetli sıcaklığını ona da tattırdı.
Allah-u Teâla, sırlarımızı gizli tutan kimseyi, yaptığı işten dolayı dünya ve ahirette ziynetlendirir, payını bağışlar, onu demirin kızgınlığı ve zindanın darlığından korur.
İsrâiloğulları, öyle bir kıtlığa duçar oldular ki hayvan ve çocukları helak oldu. Musa ibn-i İmran aleyhi’s-selâm Allah'a münacatta bulundu; Allah-u Teâla Hz. Musa'ya şöyle hitap etti: "Ey Musa, bu kavim açıkça zina ediyor, faiz yiyiyor, havraları onarıp zekâtı hiçe sayıyor. (İşte bunun için azaba müstahak oldular.) Hz. Musa: "Allah'ım kendi rahmetinle onlara lutfet. Çünkü onlar hakkı kavrayamıyorlar." dedi. Bunun üzerine Allah-u Teâla Hz.Musa'ya şöyle vahyetti: "Ben kırk günden sonra onlara yağmur gönderip imtihan edeceğim; (bu vaat gizliydi fakat bazıları bundan haberdar olur olmaz) bunu ifşa edip yaydılar; işte bunun için kırk yıl yağmur onların üzerine yağmadı: Sizin de işiniz (zalim hükümdardan kurtulmanız) yaklaşmıştı; ama toplantılarınızda onu ifşa ettiniz (böylece de kurtuluşunuz ertelendi.)
Ey Ebu Câfer (Nu'man oğlu)! Sizin halk ile ne işiniz var (neden maslahata riayet etmeksizin onları kendi mezhebinize çağırıp kendinizi onlara tanıtıyorsunuz) onları kendi hallerine bırakın. Hiç bir kimseyi bu işe (şiiliğe) davet etmeyin. (Zira bu tutum sebepsiz sıkıntıya düşmenize sebep olur). Allah'a andolsun ki eğer yer ve gök ehli birleşip, Allah'ın hidayet olmasını dilediği bir kulu, saptırmak isteseler saptıramazlar. Halkın yakasını bırakın. Hiç biriniz, “kardeşim”, “amcam”, “komşum” demesin. Allah-u Teâla, hayır ulaştırmayı dilediği kulun ruhunu temizler; öyle ki hak ve güzel bir söz duyar duymaz, onu kabul eder ve kötü bir söz duyar duymaz onu reddeder. Daha sonra Allah-u Teâla onun kalbine, halini düzeltecek bir kelime ilham eder.
Ey Nu'man oğlu! Eğer kardeşinin seninle samimi dost olmasını istiyorsan onunla şaka yapma; münakaşa etme; ona karşı övünme ve ona karşı düşmanlık yapma. Sırlarını dostuna açıp söyleme; ancak düşmanının haberdar olmasıyla sana zararı olmayacak sırlar olursa o başka; Çünkü dostun da bir gün düşman olabilir.
Ey Nu'man oğlu! bir kulda üç sünnet olmadıkça mü’min olamaz:
Allah'ın’dan bir sünnet, Peygamber'inden bir sünnet ve İmam’ından bir sünnet. Allah’tan olan sünnet, sırları (mümkün oldukça) gizlemektir. Nitekim Allah-u Teâla, kendi hakkında şöyle buyurmuştur: "O gaybı bilendir; kendi gaybını kimseye izhar etmez."[14] Peygamber’den olan sünnet, halkla iyi geçinmek ve onlara doğru bir ahlakla davranmaktır. İmam’dan olan sünnet de, Allah kurtuluş verinceye kadar zorluk ve sıkıntıda sabırlı olmaktır.