12-01-2017 tarihinde eklendi
Türkiye’nin yeni stratejik gerçekliği: Terörle sınır ötesi mücadele
Terörizmin hedefi öncelikli olarak Ankara’nın, Ortadoğu’nun yeni-Sykes Picot’larına direnme gücünü kırmaktır

Günler içerisinde yaşadığımız, yüreklerimizi burkan ve onlarca sivil hayatın kurban olduğu terör saldırıları bir kez daha 'Türkiye niçin terörün hedefi oluyor' sorusunun sorulmasına neden oldu. Genel olarak terör eylemleri bu sorunun panikle sorulmasını kolaylaştıracak korkunun yaratılmasını da hedefler; çünkü korku ve endişe sarmalında bu soru karar vericileri izledikleri politikanın siyasi maliyeti üzerine düşünmeye iter.
 
Elbette cümlemize “genel olarak” ibaresini koyarak başladık çünkü Türkiye özelinde yaşanan ve son dönemde kamuoyunda Türkiye’nin saldırı altında olduğu izlenimini doğuran terör eylemlerinin yol açtığı sadece endişe ve öfke gibi duygular değil. Suruç, Ankara saldırılarından Beşiktaş, Ortaköy, İzmir saldırılarına, şahit olduğumuz bu yeni saldırı dalgası kamuoyunda yansımasını bulan farklı bir siyasi farkındalığın ortaya çıkmasına zemin hazırladı. Bu siyasi farkındalığın odak noktasında da Ortadoğu bölgesinin içinde bulunduğu siyasi konjonktür var.
 
KANDİL-KOBANİ-MUSUL-SİNCAR: NE HEDEFLENİYOR?
 
Türkiye 30 yıldan uzun bir süredir Kandil kaynaklı PKK terörü ile -ki kimi zaman Irak-Suriye ekseninde de yansımasını bulmuştu- mücadele ediyor. Bu açıdan Türkiye dediğimizde hem askeri hem siyasi hem de toplumsal öğeleri açısından terörle mücadele konusunda deneyimli bir ülkeden bahsediyoruz. Ve bu ülke kamuoyu, terör tehdidinin Ortadoğu’daki dengelemeler için Türkiye’ye karşı kullanılması konusunda da bu terör tehdidi karşısında müttefikleri tarafından yalnız bırakılması konusunda da farklı hikâyelerle süsleyebileceğimiz tecrübelere sahip. Bugünkü Ortadoğu maalesef bu tecrübelere yenilerini ekliyor, çünkü ABD’nin 2003 Irak müdahalesi ve 2011 Arap Baharı sonrası büyük güçlerin değişken ve çifte standartlı politikaları bölge devletlerinin toprak bütünlüklerini etnik ve mezhepsel hatlar üzerinden sorgulanmaya açtı. İç savaşlar vesayet savaşlarını, vesayet savaşları radikalleşmeyi, radikalleşme yurtsuzlaşmayı; üstelik silahlar altında, şiddet gösterisinin bir parçası olarak yurtsuzlaşmayı berberinde getirdi.
 
Bugün bu Ortadoğu, Kandil dışında üç hattan daha Türkiye’ye saldıran terör odaklarını barındırıyor. Bu üç hat (Kobani kaynaklı PYD terörü, Musul kaynaklı DEAŞ terörü ve Sincar kaynaklı PKK terörü) Irak-Suriye jeopolitik ve jeo-ekonomik mücadelesine ve bu ülkelerin “Sykes-Picot düzeni öldü” çığlıkları arasında çözülmesi sürecine oturuveriyor. Dolayısıyla Türkiye’ye yönelik çok yönlü/çok failli terör saldırılarının amacı sadece karar vericileri siyasa değişikliğine zorlamaktan daha öteye gidiyor. Türkiye 2003’ten itibaren bölgeye dayatılan devletlerin çözülme sürecine direniyor. Devletimsi yapılar üzerinden bölgede karışık ve şiddete dayalı bir denge kurma stratejisinin olumsuz sonuçları konusunda Ankara hem Washington’u hem de diğer ilgili başkentleri defalarca uyardı. Uyarmakla kalmadı, kalamazdı; bu direnci Türkiye kimi zaman meşru müdafaa hakkını kullanarak, kimi zaman reform taleplerini destekleyerek, kimi zaman da bölgede yeni bir ekonomik ilişkiler bütününün lokomotifliğine soyunarak gösterdi. Amaç Ortadoğu’daki istikrarsızlığın belirli güven alanları, hatları üzerinden aşılmasıydı. Bugün bu amaç değişmediğine göre terörizmin hedefi en öncelikli olarak Ankara’nın Ortadoğu’nun yeni-Sykes Picot’larına direnme gücünü kırmaktır. Ankara ve bölge arasında hem gerçek hem de temsili sınırı kalınlaştırarak, bu direncin bölgede, bölge ülkeleriyle bir siyasa biçimine dönüşmesini engellemektir.
 
KAMUOYUNDAKİ TERÖR ALGISI
 
Ancak saldırıların çok boyutlu doğası bize amacın bu kadarla sınırlı olmadığını da gösteriyor. Türkiye’nin Ortadoğu’da ve bugün bölgede aktif olan aktörler nezdinde sahip olduğu hareket kabiliyetinin Türkiye içerisinde yapılan saldırılarla kısıtlanmaya çalışılması, bu saldırıların hedeflerinden birinin de şiddet üzerinden Türkiye’de sivil toplum-devlet ve sivil toplum içi bağların çözülmesi olduğunu düşündürüyor. Terör tehdidinin iktisadi istikrarı hedef alması, Türkiye turizminin tehditle baltalanmaya çalışılması ve benzeri manipülasyonlar 15 Temmuz darbe girişiminin açtığı yaralara eklenince tablo netleşiyor.
 
2003 sonrası Ortadoğu’ya dayatılan çözülen devletler/başarısız devletler çözümü (ki bu çözüm, Ortadoğu’da tüm üretici/sorgulayıcı/yenileyici/talepkâr kuvvetlerin kana bulanmasını ve savaşın mahkumlarına dönüşmesini sağladı) Türkiye’ye dayatılmaya çalışılıyor. Bu nedenle de tüm siyasal tartışmaların ötesinde kamuoyunda teröre karşı özel bir farkındalık şekilleniyor.
 
Adil Gür (Milliyet, 9 Ocak 2017, Rakamların Dilinden) son yaptıkları kamuoyu araştırmasında bu farkındalığı masaya yatırıyor ve Türkiye kamuoyunda terör algısının son saldırılar sonrasında nasıl şekillendiğini inceliyor. Buna göre araştırmaya katılan her 4 kişiden 1’i “terör örgütlerinin tek başına hareket etmediğini, arkalarında birtakım güçler olduğunu” düşünüyor. Olağan şüpheliler olarak kimlerin akla geldiğini de çalışma tespit etmiş. Buna göre Türkiye’de kamuoyu Ortadoğu’nun eski ve yeni Sykes-Picot’larından kimi sorumlu tuttuğunu açıkça söylüyor. Liste, ABD ve AB gibi ülkeleri kapsıyor. Dolayısıyla Türkiye’de kamuoyunun Türkiye’de gerçekleşen terör saldırılarını geniş ve jeopolitik pencereden, Ortadoğu’nun istikrarsızlaştırılması üzerinden okuduğu aşikâr.
 
Bu nedenle de akademik ve politik çevrelerin “bataklığın kurutulması” olarak adlandırdıkları bir mücadele biçimine kamuoyunun yüksek düzeyde destek vermesi şaşırtıcı değil. Bilindiği gibi literatürde terör-bataklık benzetmesi sıklıkla kullanılır. Bu benzetmenin amacı size zarar veren, canınızı acıtan sineklerle yani terör örgütleriyle mücadelenin onları var eden jeopolitik-jeo-ekonomik şartları ortadan kaldırmakla gerçekleşebileceğini göstermektir. Bu nedenle Beşiktaş, Ortaköy ve İzmir’de ortaya çıkan terör odaklarıyla mücadele Kobani, Musul, Sincar’ın bugünkü rolünden çıkartılmasıyla olur. Kamuoyunun Suriye’den gelen şehit haberlerine rağmen hükümetin Fırat Kalkanı ile başlattığı Suriye’nin kuzeyinin PYD ve DEAŞ’tan temizlenmesi politikasına destek vermesi bu jeopolitik çerçevenin okunduğunu göstermektedir. Sınır ötesi operasyonlar ve terörle mücadelenin yani teröre karşı meşru müdafaanın sınırın ötesinde, gerektiğinde saldırı araçlarının kullanılarak gerçekleşmesine verilen destek bu okumanın kilit noktasıdır.
 
SURİYE-IRAK MUTABAKATLARI NEREYE OTURUYOR?
 
65. hükümet sınır ötesi terörle mücadeleyi kolaylaştıracak iki hamle yaptı: İlk hamle Türkiye’nin savunma stratejisinde yapılan değişiklikle savunma için saldırının kullanılabilir hale getirildiği bir konsept değişikliğiydi. İkinci hamle saldırının amacının terörle mücadele ve bölgesel istikrar olduğunun vurgulanmasına dayanıyordu. Yani Türkiye’nin askeri operasyonlarının amacı komşularının toprağını almak değil onların toprak bütünlüklerini güçlendirmekti.
 
Bu amaçta işbirliği yapabileceği dostların sayısını da Türkiye artıracağını açıklıyordu. Bu iki hamle iki coğrafi ayakta somutlandı. İlk ayak Suriye’de kuzeyde bir terör kuşağının önlenmesi için gerçekleştirilen Fırat Kalkanı idi. ÖSO birliklerine verilen destekle El-Bab ve Münbiç hattında ilerlemesi planlanan operasyon Rusya ile ulaşılan mutabakat sonrasında ve Astana’da Cenevre süreci bu sefer bölgeden gelen inisiyatifle tekrar canlanmadan önce önemli bir merhale kaydetti. Ancak Suriye odaklı PKK/PYD/YPG ve DEAŞ terörizmini sonlandırmayı amaçlayan Fırat Kalkanı’nın bugün hedefleri arasında yer almayan Kobani yapılanmasıyla ilgilenmesi gerektiğinin bir zorunluluk ortaya çıktığını vurgulayalım.
 
Beşiktaş saldırısının gerçekleşmesinde Kobani kaynaklı terör bağlantılarının kullanılması bu zorunluluğun altını kalın bir şekilde çiziyor. Dolayısıyla Türkiye’nin Kobani’deki PKK/PYD varlığını bastırması gereken günler gelmiştir. Elbette bu varlığın hareketlerini Türkiye’ye tehdit olmaktan şu ana kadar destek bulduğu ABD de çıkartabilir. Türkiye’nin Trump döneminden beklediği ve Türkiye-ABD ilişkilerini iyileştirecek hamlelerin en önemlilerinden biri de budur. Pek çoğumuz ABD’ndeki yönetim değişikliğinden fazla bir şey ummuyor ama unutulmaması, sürekli tekrarlanması gereken ve çok sık duymadığımız bir gerçek var. 2013’te Suriye’de taşlar yerinden oynayıp-oturmuşken NATO Stratejik İstihbarat Belgesinde PYD terör örgütü olarak ilan edilmişti. Bu nedenle Obama Yönetimi’nin Ortadoğu dizaynının altının kolaylıkla boşaltılabileceğini düşünenler de haklı olabilir. En azından ocak ayının ilk günlerinde Türkiye’deki basının MC-160 nolu 2013 tarihli dokümanı sayfalarına taşımaları ABD’den beklentinin yönünü açıkça gösteriyor.
 
Terörle sınır ötesi mücadelenin ikinci ayağı Irak sahnesinde ilk amaç Sincar’ın ikinci bir Kandil olmasının önüne geçmek. İkinci amaç ise Irak’ın toprak bütünlüğünün DEAŞ ve benzeri unsurlara karşı güçlendirilmesine katkı vermek. Türkiye’nin bu iki amaçlı Irak stratejisini hatırlamak istemeyenler DEAŞ ile mücadele için Başika’ya Türkiye’nin dönemin Irak hükümeti tarafından davet edildiğini unutuyorlar. Şu bir gerçek ki Başika konusu uzun bir süredir merkezi Irak hükümeti ve Türkiye arasında bir sorun kaynağı. Bu nedenle de Irak hükümeti ile yapılan mutabakat, en az Rusya ve İran ile yapılan Suriye mutabakatı kadar önemli. Bilindiği gibi Türkiye Başika’daki askeri varlığını Irak topraklarından Türkiye’ye yönelik tehdidin bitmesine bağlamıştı. Bu bağlamda varılan mutabakat ve öncesinde İbadi’nin Türkiye’ye yönelik terör saldırılarının Irak’tan kaynaklanmasına izin vermeyeceklerine yönelik açıklamaları Ankara’nın Sincar ve Musul mesajının Bağdat’ta anlaşıldığını gösteriyor.
 
TÜRKİYE'NİN SINIR ÖTESİ OPERASYON KABİLİYETİ
 
Suriye ve Irak mutabakatları birlikte okunduğunda Türkiye’nin ve 65. hükümetin sınır ötesi terörle mücadele stratejisinin mihenk taşları daha net anlaşılabilir. Mutabakatlarda açıkça söylenmeyen, ama bölge Obama sonrası döneme hazırlanırken bu mutabakatların önünü açan gerçeklik, Türkiye’nin sınır ötesi Fırat Kalkanı gibi uzun süreli askeri operasyonları yapabilme yani alanda askeri olarak var olabilme kabiliyetidir.
 
Mutabakatlarda açıkça söylenen ya da ima edilen hususlar da bu askeri var olabilme kapasitesi kadar önemli. Türkiye 'bataklığın kurutulması' için Suriye ve Irak’ın siyasi istikrarına yatırım yapmakta kararlı görünüyor. Bu ülkelerin toprak bütünlüğünün meşrulaştırılmasını takip edecek ikinci adım, savaş ve çatışmalar sonrasında bölgenin iktisadi yeniden yapılanmasına sağlanan katkı olacak. Terör saldırılarının Türkiye’nin ekonomik potansiyelini hedeflemesi nasıl tesadüfi değilse bölge devletlerinin istikrarı önceleyen siyasi çözümler için ekonomik ilişkilerin gelişeceğini zikretmeleri de tesadüfi değil. Bu çerçevede Türkiye, Irak ve Suriye’de farklı etnik ve mezhepsel taraflarla denge sağlamayı da uygulayacağı siyasetin parçası yapmış görünüyor ki Barzani’yle son yapılan görüşme bu noktada son derece anlamlı.
 
BÖLGE OBAMA SONRASI DÖNEME HAZIRLANIYOR
 
Kısaca bölge ülkeleri yeni askeri, iktisadi ve siyasi gerçeklikleri dikkate alarak Obama sonrası döneme hazırlanıyorlar. Her aktör masaya elini güçlendirerek oturmak istiyor ama bölge devletlerinin 2003 ve 2011’de dalgalar halinde dayatılan çözülme süreçlerinden duydukları yorgunluk ve edindikleri tecrübe onları istikrarı öncelemeye itiyor. İstikrar demek, etnik-mezhepsel fay hatlarının provoke edilmemesi, merkezi hükümetlerin güçlenmesi ve bölgenin ekonomik yeniden inşası demek. Bu süreçte Irak ve Suriye Türkiye’nin terör silahıyla tehdit edilmesinin nasıl sonuçlar doğurabileceğini anladıklarını hem mutabakatlar hem de yapılan açıklamalarda hissettiriyorlar.
Körü körüne güven duyabileceğimiz süreçler değil bunlar ama kontrollü, askeri ve siyasi varlıkla desteklenen iyileşme süreçlerinin kapısını açabilirler. Bu bakımdan önümüzdeki bir-iki aylık süreç son derece kritik önemde olacak. Sorun şu; bölgede ve bölge dışında bölge aktörlerinin bu tür bir istikrarda uzlaştığını görmek istemeyen ve itirazı olanlar var. Mutabakatlar ciddileştikçe itirazlar da ciddileşiyor. Bu yüzden hep aynı şiddet sarmalını yaşıyormuşuz gibi geliyor oysa İsrail, Rusya yakınlaşmaları ile Suriye ve Irak mutabakatlarının önemini ve terörle sınır ötesi mücadelede masaya ne getirdiklerini kavramamız gereken bir dönemdeyiz.
[Prof. Dr. Nurşin A. Güney. Yıldız Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı, BİLGESAM Başkan Yardımcısı]
http://caferider.com.tr/turkiyenin-yeni-stratejik-gercekligi--terorle-sinir-otesi-mucadele_h18370.html