10-02-2016 tarihinde eklendi
Arap yazarlar: Arap Baharı'nda yanıldık
Arap Baharının beşinci yılı dolayısıyla Arap yazarlar bölgedeki halk hareketlerini ve Arap Baharı'nın geleceğini değerlendirdi...

Robin Yassin-Kassab

Britanyalı-Suriyeli Yazar

5 yıl önce The Guardian benden Tunus’daki isyanın Arap dünyasının geri kalanı, özellikle de Suriye üzerindeki etkilerini değerlendirmemi istedi. Ülkeyi “hiçbir surette tüm Arap ülkelerindeki işsizlik, düşük ücretler ve sivil toplumun boğulmasından muaf değil” şeklinde tanımladım ama yine de “kısa veya uzun vadede Suriye rejiminin Tunus tarzı bir meydan okumayla karşılaşmasının neredeyse imkansız” olduğunu ileri sürdüm.  

Bu, 28 Ocak 2011’de yayımlandı. Aynı gün Hasan Ali Akleh adından bir Suriyeli, Esad rejimini protesto etmek amacıyla, Tunus’da Muhammed Bouazizi’nin kendini yakması eyleminin bir kopyası olarak kendini tutuşturdu. Akleh’in eylemi dikkat çekmedi ancak 17 şubat’ta Şam, Hareke’deki tüccarlar, polis şiddetine cevaben “Suriye halkı aşağılanmayacak” sloganları atan binlerce kişi toplayarak karşılık verdi. Bunun eşi benzeri görülmemişti. Ondan kısa bir süre sonra Dera’da okul çağındaki çocuklar rejim karşıtı graffiti çizmekten ötürü gözaltına alınıp işkenceye uğradı. Çocukların akrabaları 18 Mart’te protesto yaptığında ve en az dördü öldürüldüğünde cenazeler, protestolar ve silahların ateşlenmesinden oluşan sarmal ortaya çıktı. 2011’de Esad’ın kişisel olarak popüler oldığunu yazdım, bu yüzden 30 Mart’ta Halk’ın Meclisi’ne (yanlış bir adlandırma…) yaptığı konuşmaya kadar aynı durumda kalabildi. Çok fazla kişi ölümler için bir özür ve ciddi reformların ilanı beklentisiyle o ana kadar hüküm vermeyi geriye bıraktı. Bunun yerineyse Esad tehdit etti, komplo teorilerine yöneldi ve daha da kötüsü tekrar tekrar sırıttı.

Şahsen Esad’ın geçtiğimiz 10 yıl boyunca yeniden yapılandırdığı neo-liberal ahbap çavuş kapitalizminin feci etkilerini küçümsemişim. Daha birçok şey hakkında yanılacak olmayada çok yakındım. Nisan’da rejim İslamcılara ve Kürtler’e yönelik uzlaşmacı jestler yaptı. Önce bunun ne denli umutsuzca, protesto hareketinin o aşamada tüm Suriye’yi birleştiren ve mezhepselliğe dayanmayan bir mahiyette olmadığına dair bilgisizlikle yapıldığını düşündüm. Sonradan anladım ki bu yanlış yorumlama kastiydi. Sonraki yıllarda rejim, devrimi etnik ve mezhepsel lenslerden okumayı bırakmayacaktı ve büyük ölçüde rejimin kendi gayreti sayesinde de nihayetinde bu meseleler alanı domine etmeye başladı.

“Beşar el Esad devrimin lideridir” dedi Şamlı bir genç bana. “Birini her öldürdüğünde, birine her işkence ettiğinde 10 tane daha kendisini öldürmeyi kararlaştıran adam yaratıyor.” Başlarda rejimin “güvenlik çözümüne” başvurması, rejimin istihbaratını gözümde çok mu büyütüyorum diye düşünmeme yol açtı. Sonra ise istihbaratı küçümsediğimi anladım. Bunu bilince hiçbir yerel reform sürecinin hayatta kalmayacağını da görüyorsunuz, bu durum iş savaşı provoke etti.

Önce barışçıl, mezhepçi olmayan aktivistlere karşı vahşi bir zulüm… On binlerce aktivist toplandı, işkenceden geçirildi, öldürüldü veya ortadan kayboldu. Aynı zamanda cihatçılar hapislerden salıverildi. Daha sonra devrimin kaçınılmaz şekilde militarize oluşuna cevaben rejim yakıp yıkma politikası uyguladı. Askerler ekinleri yaktı ve besi hayvanlarını öldürdü. Sivil yerleşimler ağır silahlar, savaş jetleri, Scud füzeleri, varil bombaları ve sarin gazıyla vuruldu. 2012’de rejim tarafından organize edilen mezhepçi katliamlar silsilesi durumu daha da zor geri dönülebilir bir noktaya taşıdı.

Suriye halkının “dostu” zannedilenler devrimcileri silahlandırmakta veya insanları katliamlardan korumakta başarısız oldu. Esad’ın dolaylı desteği ile yabancı cihatçılar güç boşluğunun içine adım attı. 2014 Temmuz’una kadar rejim ve IŞİD açıkça ilan edilmemiş bir saldırısızlık anlaşmasının tadını çıkardı. Bugün bile IŞİD ne zaman Özgür Suriye Ordusu ile çatışsa rejim de Özgür Suriye Ordusu’nu vuruyor.

Bir kundakçı, itfaiyeci gibi poz veriyor… Esad tüm dünyaya kendi kurtuluşunun cihatçıları mağlup etmek için zaruri olduğunu anlatıyor. Çok sayıda yorumcu ona katılıyor, belki yorumcuların terörizm hikayesinin ve yürütülen taşeron savaşının lehine bir şekilde Suriye halkının çektiği eziyetleri ve hedeflerini boşvermeye eğilimli olması yüzünden. Sonuç olarak bir adamın yakınlarda bana söylediği gibi Batı kamuoyu, Suriye’nin seçeneklerinin “Başkan Esad” ve “kaçıklar” olduğunu düşünüyormuş gibi gözüküyor.

2011’den beri kimlik politikalarının ölümcül sonlarından kaygılanmak ve bunun yerine insani faktörlere odaklaklanmak adına önceden oluşturulmuş, hem sağın hem solun büyük hikayelerine güvenmemeyi öğrendim. 300.000 ölü, yerinden edilmiş 11 milyon insan (İkinci Dünya Savaşı’ndan beri en büyük mülteci krizi) ve büyük çoğunluk onun elinde… Artı olarak genelde demokratik olarak seçilmiş, herhangi bir yerleşimin parçası olabilen yerel devrim konseyleri gibi hayatın devam etmesi için elinden gelenin en iyisini yapanların varlığı tarzında daha olumlu gerçekler… Veya çığır açıcı müzikler, şiirler, eleştirel radyo istasyonları ve gazeteler üreten kültür dünyasındaki devrim…

Halk uygulayabildiği yerlerde demokrasiyi uyguladı. Ama Ağustos 2013 dolaylarında karşı devrim kazanmış gibi durdu, hem bölgede hem dünya çapında. Mısır’da o ayki Rabia katliamı Müslüman Kardeşlerin tasfiyesini başlattı ve sonra da diğer herkese zulmü… Suriye’de Barack Obama’nın kimyasal “kırmızı çizgisi” ortadan kalktığı için Esad kimyasal silahlarla 1400 kişi öldürdü. Esad, Rusya’dan silahlar almaya devam etti, Mısır da kendininkileri Amerika’dan…

İran ve Rusya, Esad rejimini askeri olarak çökmekten kurtardı. Aslında rejim çoktan bu açıdan çökmüştü, kendi gücünü yabancı ülkelere ve yerel savaş lordlarına taşere ederek… Ve ülkenin beşte dördünü kaybederek. “Bağımsız Suriye”nin bir kısmı kuşatılmış demokrat milliyetçiler (Arap veya Kürt) tarafından elde tutuluyor ve çoğu ise uluslararası cihatçılar tarafından gırtlaklanıyor.

Kriz hızla tırmanıyor. Rusya’nın akını hakkında emin olunabilecek tek şey ise bu akının savaşı yer ve zaman olarak genişlettiğidir.

Yani 5 yılın muhasebesi: Dostlar ve akrabalar evlerini kaybetti, zulme şahit oldular, gizli kapaklı göçe zorlandılar . Sonrasında hiçbir şey anormal değil, her Suriyeli ailenin –hangi taraftan olursa olsun- anlatacak travma hikayeleri var. Birçoğu ölülerinin yasında. Çocuklarıma hiçbir zaman Palmira Tapınağı’nı veya Halep’teki Emevi Camii’ni gösteremeyeceğim. Depremlere ve Moğol istilasına rağmen ayakta kalan bu tarihi eserler şu an harap edilmiş durumda ve ülkenin karışık sosyal kumaşı onarılamaz şekilde yırtılmış hâlde.

Suriye ahlaksızlığın en derinine şahit oldu. Suriyeliler aynı zamanda en çirkin koşullar altında, en ilham verici yaratıcılıkları ve metaneti ortaya koydu.

Suriye ve bölgedeki değişim çok süretli bir tempoda devam ediyor ve zıt yönlere ilerliyor. Sonuç olarak bu sefer çok uzakta olduğunu söyleyeceğim, konuşmak için çok erken olacak kadar uzak.

Alaa Abd El Fattah
Protesto Kanunu Sebebiyle 5 Yıldır Hapiste Olan Mısırlı Blog Yazarı

Yazabileceğim yegane kelimeler, kelimelerimi kaybedişim hakkında olur.

5 yıl önce (hayatımın son normal gününe dönüşecek günde, Pretoria’daki küçük IT firmasındaki masama oturdum ve The Guardian için kısa bir köşe yazısı yazarken çalışıyormuş gibi rol yaptım. O yazı Mısır devriminin neden ciddiye alınması gerektiğine dairdi. Ya da en azından öyle olduğunu hatırlıyorum. O yazıya şimdi geri dönemem, internete son erişmemin üzerinden 1 yıldan fazlası geçti. Mısır’da mahkumların telefon konuşması yapmasına dahi izin verilmiyor. Fakat şikayet etmemeliyim, en azından ailemi ayda 2-3 kez görebiliyorum. Diğer siyasi mahkumlara (çoğunlukla İslamcılar) ziyaret dahi yasak.

5 yıl önce o gün ilk kez devrim hikayesi üzerine dönen savaşa dahil oldum, beni 4 yıl boyunca tamamen tüketecek olan savaşa… Fakat o gün Mısır’da bir devrim gerçekleştiğine emin değildim. Hatta yeni bir tür genç pan-Arabizm hakkında yazdığım gibi bunun fos çıkacağı konusunda endişeliydim.

Bunun gerçek bir devrim olduğunu tamamen kabul etmem bir başka günü, Kahire’ye uçup Tahrir’e katılmam ise takiben 3 günü aldı. İsyanın ciddiyetinden şüphe duyma durumundan çıkıp varmak için geç kalmaktan ve tüm aksiyonu kaçırmaktan endişe eder duruma gelmiştim.

Hüsnü Mübarek’in düşüşünden sonra davamız daha da önem kazandı. Devlet, devrimin hikayesine el koymak suretiyle devrimi zaptetmeye çalışırken, devrim ile anlaşmaya varmaya zorlandı. Protestoya neden devam ettiğimizi ve hatta tümden protesto yaptığımızı açıkça telaffuz ettik. Polislere taş atan çocuklar devrimci miydi sabotajcı mıydı? Hapishane isyanlarında ölen mahkumlar devrim şehitleri arasında sayılmalı mıydı sayılmamalı mıydı? Askerin Mübarek rejimindeki rolü neydi? Devlet üniversitelerindeki eğitim serbest devam etmeli mi? Yeni bir anayasaya ihtiyacımız var mı? Varsa kim yazmalı? Ve benzeri şeyer… Yazdım ve yazdım ve yazdım –çoğunlukla Arapça olarak- genelde sosyal medyada, bazen de günlük ulusal gazetelerde. Temel olarak devrim yoldaşları ile konuşuyordum ve gitgide sesim daha uyarıcı ir hâle geldi. Temel konularım devrim anının ne kadar kırılgan olduğu ve durumumuzun ne kadar istikrarsız gittiğiydi. Ama hâlâ, yüksekten uçmaya devam eden hayallerimize dair yenilgilere rağmen dimdik duran umut ve ihtimallere dair hissimden kurtulamadım.

İnsanlar korku bariyerinden konuşup duruyor ama benim için bu her zaman bir çaresizlik bariyeri hissiydi ve bir kez ortadan kalktığında korkular, katliamlar ve hapishaneler bile bunu geri getiremedi. Fazla iyimser tüm devrimcileri yaptığı tüm aptalca şeyleri yaptım: Daimi olarak Mısır’a döndüm, çocuk sahibi oldum, iş kurdum, daha halkçı; adem-i merkeziyetçi ve katılımcı demokrasiyi hedefleyen yenilikçi inisiyatiflere katıldım, gaddar yasaları ve zamanı geçmiş tabuları çiğnedim, hapse gülerek girdim ve oradan muzaffer bir şekilde çıktım.

2013’te tarihi mücadelemizi, davamızı kaybetmeye başladık, büyük öfkeyle militarize olan sahte seküler bir devletçilik ile acımasız bir sekteryanizme sahip olan İslamcılar arasında doğan zehirleyici kutuplaşma yüzünden. 2013’e dair tüm hatırladıklarım; ne denli acı bir şekilde “Hastalık sizin iki tarafında bünyesinde!” diye bağırdığım ve Cassandra’nın lanetinden -hiç kimse dinlemezken herkesi tüketen ateşi ikaz etme hâli- şikayet etmenin ne kadar mızmızca ve melodramatik hissetirdiği idir. Sokaklar kendi kurbanları yerine polislerin fotoğraflarını taşıyan mitinglerle dolduğunda, Şiiler ve Kıptiler hakkında yayılan komplo teorilerini sloganlaştıran oturma eylemleri ile dolduğunda benim sesim her türlü gücünü kaybetti. Yine de hâlâ kelimeler ağzımdan dökülmeye devam etti, sadece bir avuç insan dinlese bile.

Fakat sonra devlet çatışmayı, cumhuriyet tarihindeki ilk insanlığa karşı suçu işleyerek bitirmeye karar verdi. Korku ve çaresizlik bariyeri Rabia Katliamı ile geri döndü. Bir diğer tarihi mücadele başlayacaktı: İslamcı olmayanları bir katliam gerçekleştiğine ikna etmek ve onlar adına işlenen şiddeti reddettirmek.

Katliamdan 3 ay sonra hapse geri döndüm ve can sıkıcı yazılarım yabancı, yeni bir rol takınmaya başladı. Devrimcileri yenilgiyi itiraf etmeye ve iyimserliklerini bırakmaya çağırdım. İnsanları, askeri bir zafer ile halk desteğine sahip olmayan, pratikte mümkün olmayan tümden rejim değişimi konusunda ısrar etme arasında bir seçim yapmaya teşvik ettiği için tehlikeli bir hâle gelen iyimserliği… İhtiyacımız olan tüm şey, bazı temel insan haklarını korumak için sahip olduğumuz tüm gücü toparlamaktı.

Bunu yenilgi olarak anlattım çünkü devrimin gerçek dil bizim için kaybolmuştu; devrimin dilinin yerini çatışmanın iki tarafınca da münasip görülen ve komplo teorileri ile yaygın paranoya sarmalı arasında dönüp durmak için kullanılan milliyetçi, ulusalcı, kolektivist ve post-kolonyalist bir dil aldı.

2014’ün başında devrimcileri henüz sadece protesto kanununun yürürlükten kalkması ve siyasi mahkumların salınmasıyla limitli insan hakları kampanyasına dahil etmek tartışmalı bir meseleydi. Çoğu hâlâ devrimin kazandığına inanıyordu (kazanmayı ya Müslüman Kardeşler’in batışı ya da zaferi olarak tanımlıyorlardı). Daha önce herkesçe reddedilen olağanüstü hâl devleti herkes için yeni normal olmuştu.

Devletin hâlâ destekçileri –sayıları hızla azalan, özellikle de gençler arasında- varken bugün, son davamızı kazanmışız gibi duruyor. İnsanların çoğu artık 2013 yazında olanların kökeni konusunda tartışmıyor. Devrime karşı darbe tartışması geçti. Sisi destekçiler bile refahın yakın olduğuna inanmıyor. İslamcıları destekleyenlerin hislerini tartmak ise daha zor: Onların zor durumuna karşı sempati kesinlikle artıyor ancak rejime karşı etkili, konsolide bir cephe oluşturabileceklerine dair inanç muhtemelen az. Çaresizlik galip geliyor.

2014’ün çoğunu hapiste harcadım ancak yine de kelimelerim tükenmemişti. Takipçim çok azalmıştı, mesajım ümit mesajı değildi fakat yine de insanlara yenilgiyi itiraf ettikten sonra dahi direnebileceğimizi hatırlatmak önemli geliyordu. Mübarek’in zamanından beri savaşını verdiğimiz mücadelenin çerçevesine geri dönmek, temel insan hakları için mücadele ettikçe kabul edilebilirdi. Fakat 2015 başı itibariyle, hakkımdaki hükmü duymamdan itibaren halka söyleyebileceğim hiçbir şey kalmamıştı. Sadece kişisel mektuplar yazabildim. Devrim, ve Mısır’ın kendisi, o mektuplardan dahi yavaşça yok oldu ve 2015 sonbaharı itibariyle kişisel sözlerim de tükendi. En son bir harf yazdığımdan beri aylar, en son bir makale yazdığımdan beri ise yıllar oldu.Diyeceğim hiçbir şey yok: Umut yok, hayaller yok, korkular yok, ikazlar yok, feraset yok; hiçbir şey, tam olarak hiçbir şey. The Guardian için 5 yıl önce, hayatımın son normal gününde ne yazdığımı hatırlamaya çalışıyorum. Kimin o köşe yazısını okuduğunu ve yazının onlar üzerinde nasıl bir tesiri olduğunu hayal etmeye çalışıyorum. Yarının imkanlarla dolu olmasının ve sözlerimin –biraz dahi olsa- yarının nasıl olacağına dair bir etki gücü varmış gibi gözükmesinin nasıl olduğunu hatırlamaya çalışıyorum.

Gerçekten hatırlayamıyorum. Şimdi yarın, tam olarak bugün ve yarın ve ondan önceki günler ve takip eden tüm günler gibi olacak. Hiçbir şey üzerinde hiçbir etkim yok.

Fakat bir şeyi hatırlıyor ve biliyorum: Yapabileceğimiz hissi gerçekti. Hayallerimizin gerçekleştiğine inanmak belki de naifti ama başka bir dünyanın mümkün olduğuna inanmak aptalca değildi. Ya da en azından böyle hatırlıyorum.

Ahdaf Soueif
Mısırlı Romancı ve Yorumcu

Güneşli, tatlı bir Ocak sabahı nehrin kenarındayım. Üzerine tükürülmüş olan her şey binlerce yıldır tamamıyla güvenilirdi. Nil, güneyden kuzeye akıyor, deltaya açılıyor, güneş Nil boyunca yelken alıyor, doğudan batıya… Hep birlikte Ankh simgesini oluşturuyorlar: Yaşamın simgesi.

Şimdi nehir, lağım suyundan fabrika kimyasallarına kadar her şeyle kirletilmiş durumda ve yakında Etiopya Rönesans Barajı’nın etkilerini de göreceğiz: Nehir yavaş akacak, belki de kuruyacak. Zengin topraklarımız (Mısır’a ilk ismi olan Kemet’i veren kara topraklarımız) iki paralık hâle getiriliyor, nehir alüvyonlarıyla artık beslenmiyor, topraklarımıza el uzatılıyor ve üzerine inşaat yapılıyor. Güneşe bir dostumuz gibi davranmayı ve ondan enerji üretmeyi reddediyoruz, bunun yerine kömür ithal etmek için anlaşmalar imzalıyoruz; bunun yerine temel altyapımız dahi bakımsızlıktan ve korumasızlıktan mahvolurken nükleer enerji santralleri inşa etmek için anlaşmalar imzalıyoruz.

Ocak 2011 devrimi ile gelen eylem ve iyimserlik dalgaları içerisinde halkın delegeleri, 30 yıldır gurudan kaynaklı bir ihmalle aşınmış olan ilişkileri onarmak ve Nil boyundaki ülkelerle ortak bir kalkınma yolunu keşfetmek için güneye yöneldi. Bu çabaların hepsi şu an gitmiş durumda. Ocak 2011’deki birçok şey gibi: Hayatlar ve rızıklar, fikirler ve enerji ve umut gibi…

Bu sırada, rejim bunlara dört bir taraftan sahip olmaya çalışıyor. Kendisini “Muzaffer 25 Ocak Devrimi” ile ilişkilendiriyor fakat bunu yine 25 Ocak olan “Polis Günü” ile halkın Müslüman Kardeşler’e karşı çıktığı ve generale gücü ele geçirme kapılarını açan “30 Haziran Devrimi” arasına sıkıştırıyor. “Mısır gençleri” için övgü şarkıları söylüyor ancak devrimle tanımlanan her bir kimseye karşı ölümcül bir savaş yürütüyor. O insanların yüzlercesi parmaklıkların arkasında. Düzinelercesi ortadan kayboldu. Ayrıca geçen ayki bir gerginlikte bir kişi bıçaklanıp Kahire merkez metro istasyonunda ölü hâlde bırakıldı.Ve bu genç insanlar hakikaten görünmezler, dünya devletleri ve medya aynı ikilikte ısrar ediyorlar: Asker/iş adamları rejimi, çeşitli İslamcılar’a karşı.

Üç basit olgu var.

Bir: İnsanlar, Ocak 2011’de apaçık bir pankartın altında isyan etti: “Ekmek. Özgürlük. Sosyal Adalet.”

İki: Aksine tüm iddialara rağmen, kimse insanları isyan etmeye zorlamadı. Evet, aktivistler kendi taleplerini yazıya döktüler ve politize ettiler, protestoları ve oturma eylemlerinin yolunu açtılar, bireyleri Mübarek’ten korumaya çalıştılar fakat halk (şartlardan ortaya çıkan belli bir kavşakta kesişerek) kendi isteğiyle isyan etti. Ve ne istediklerini biliyorlardı.

Üç: İnsanlar hedeflediklerinden hiç olmadıkları kadar uzakta olduklarını fark ediyorlar. Acısını çektikleri tüm ölümler, diğerlerini öldürmek için tezgaha dahil oldukları faşist evre; hepsi bir hiç için. Hükümet tarafından pazarlanan büyük projelerin (tabi gerçeklerse) fakirlerin hayatına hiçbir etkisi yok. Gözaltına alınan ve kötü muamaleye uğrayan vatandaş sayısı hiç olmadığı kadar yüksek. Bu özel “terörle savaş”ta dahi rejim başarısız: Sina’da her gün askerlerimiz ve vatandaşlarımız öldürülüyor. İnsanların günlük yaşantılarındaki temel şeyler –hastaneler, okullar, ulaşım, istihdam- daha kötüye gidiyor. 2011’de insanları sokağa çıkaran şeyler aynen duruyor, daha da ağır bir şekilde.

Fakat yine de şimdi ve sonrası arasında farklar var. Bin Ali’nin Tunus’tan süretli ayrılışı ile ortaya çıkan umut ; Libya, Suriye ve Yemen’de görülenin korkusuyla yer değiştirdi. İnsanlar olabilecek şeyleri –devrim, politik İslam- denediklerini ve işe yaramadığını hissediyor. Alternatif nerede diye soruyorlar.

Rejim, alternatif olmadığını garantilemeye çalışıyor: Birlikler kanundışı hâle geldi, öğrenci seçimleri iptal edildi, kültürel alanlar kapalı. Gazeteciler ve fotoğrafçılar ve öğrenciler ve doktorlar ve mühendisler hapishanelerdeki zorlu koşullara katlanıyor.

Ve zamanı geldiğinde patlama, umut değil çaresizlikten doğacak. 5 yıldır gerçekleşen cinayetlere şahitlikten kaçınıp gözlerini başka yöne çevirmiş, artık masum olmayan insanların patlaması olacak bu patlama. Şiddet karşıtı çağrılar bir işe yaramayacak ve zaten en etkili şiddet karşıtı aktivistler ya ölü ya hapiste ya da ülkeyi terk etmiş durumda. 5. yıldönümümüz yaklaşırken rejimin içinde tuttuğu korku günden güne açık hâle geliyor.

Kişisel olarak isteğim, devrimin 5. yıldönümünün, 26 Ocak’ta Nile ve güneşin hâlâ yerinde olacağı şekilde daha fazla genç insan öldürülmeden, gözaltına alınmadan veya ortadan kaldırılmadan sona ermesidir. Daha sonra bir süre bu şekilde içten içe kaynayıp kaynama noktasına geldiğimizde nasıl gözükeceğimize bakacağız.

Mourid Barghouti
Filistinli Şair

2012’de şöyle yazmıştım: “Atılan geri adımlar sayılı. Devrimci güçler hâlâ şeytanlaştırılıyor, öldürülüyor, işkenceye uğruyor veya kaçırılıyor ve askeri mahkemelere yollanıyor. Adalet hâlâ uzaktan ve henüz yerine gelmiş değil. Protestocuların hâlâ katilleri ortalıkta dolaşıyor ve korunuyorlar. Resmi medya hâlâ yalanlarla dolu bir kutu: Bilgi kirliliği ve yalan bilgiler ve muhafazakar güçlerin ele geçirme tehdidi gerçeklemiş durumda. Devrim tamamıyla başarısızlık ve üzücü bir olay olarak görülebilir. Fakat devrim bir olay değildir. Devrim süreçtir; uzun, zahmetli ve talepkâr bir süre. İniş ve çıkıları var olduğu gibi birçok sürprizi de vardır.

Bu, Mısır’ın Askeri Yüksek Konsey ve Müslüman Kardeşler tarafından yönetildiği zamanki durumuydu. Bugün General Sisi’nin askeri yönetimi altında durum hâlâ aynı.

Felaket, Müslüman Kardeşler’in ve Selefiler’in inatla halkın devrimine “kimlik” empoze etmeye çalıştığı an başladı. “İslam için Oy Ver” günü konusuydu, böylece çatışma başka bir yere kaydı: Çatışma artık insanlar ile rejim arasında değildi, bunun yerine bir insanla diğeri arasındaydı. Devrimin insanların “fiziksel” isteklerine dair olan mücadele hattı artık “metafizik” olanla yer değişirmişti. Müslüman Kardeşler başkanlığı ve yeni parlamentoyu almıştı ve Muhammed Mursi’nin devrimin başkanı olarak ilk ziyaret için tercih ettiği ülke Suudi Arabistan’dı!

Müslüman Kardeşler, Askeri Yüksek Konsey ile tüm seküler devrim güçlerine karşı dolaplar çevirdi. Bu, anti-Mübarek cepheye hasar veren bir ayrıma sebep oldu. Bu ayrım, ordunun ve eski rejimin hayatta kalmasını sağladı ve onların iki cepheden de kurtulmadan evvel önce biriyle, sonra diğeriyle ötekine karşı ittifak yaparak kazanmasına yol açtı. Mursi, ordu ve güvenlik birimleri generallerini madalyalarla taçlandırdı ve onları övdü fakat Mursi’nin bu hareketi onlar tarafından kendisinin performansına halkın duyduğu büyük öfkeyi kullanılmasıyla devrilmekten kendisini alıkoyamadı

Öte yandan “Araplar, gaddar ve gayrımeşru askeri yöneticileri ile modern tarihlerini lekeleyen ve tekrar tekrar aynı uygulamaları ortaya koyan cuntaları arkasında bırakıyor.” Dediğimde çok yanılmışım.

Devrimin gidişatının bu kadar aşağılara düşeceğini ve bizi muzaffer ve intikamcı karşı devrim döngüsüne getireceğini beklemiyordum. Müslüman Kardeşler’e de onların sloganlarına da asla inanmadım ancak böylesine bir politik intiharı seçmelerini de beklemezdim.

Bugün birçok kimse “umut” ve “iyimserliği” ağza alınmaz kelimeler olarak görüyor. Fakat cesaretlendirilmiş hissetmek için iki sebep var. Birincisi: 25 =cak 2011 Devrimi’nin fiziksel sebepleri (yolsuzluk, tiranlık ve fakirlik) hâlâ sürüyor ve daha da çirkin bir şekilde. Sürdürülemeyecek kadar vahim bir durum var, devrim hâlâ olası çünkü başka hiçbir şey olası değil. İkincisi: Zafer anını yaşayıp bunun içinden geçen milyonlarca Mısırlı için kendi potansiyellerini keşfetmek hem bir acı hem de bir zevkti. Özgüvenleri ve cesaretleri kolayca kaybolmayacak, bir kez yapmış olmaları yine yapabileceklerinin kanıtıdır.

Laila Lalami 
Faslı Yazar

Fas sıklıkla Arap Baharı’nın Kuzey Afrika ve Ortadoğu’ya getirdiği türbülansın dışında kalan bir istisna olarak övülüyor. Bölge politik huzursuzluğun, mezhepsel çatışmanın ve hatta iç savaşın içine düşerken Fas görece sakin kaldı. Bunun sebebi, Fas Krallığı’nda halk protestolarının düzenlenmesinden sadece birkaç hafta sonra yeni anayasa taslağı yapılması ve meşru seçimlerin gerçekleştirilmesi.

Fakat bu reformlar Faslılar için ne anlama geliyor? Eğer devletin sıradan vatandaşa nasıl davranacağını (bir polis veya memur formunda) baz alıyorsanız pek az… Örneğin bu ayın başında öğretmen adayları, hükümetin sert bir biçimde burslarını kesen ve iş garantilerini ellerinden alan yeni tedbirleri protesto etmek için Casablanca’da, Tangier’da, Fes’te, Marakeş’te ve Inezgane’de sokaklara döküldü. Polis birlikleri ile karşı karşıya gelip feci hâlde dayak yediler. Akabinde ise İçişleri Bakanı bazılarının yalandan kendilerini yaraladığını iddia eden bir demeç verdi.

Dahası, Fas hükümeti kendilerinin meşhur kırmızı çizgilerini geçmeye cürret eden bağımsız gazetecileri taciz etmeye devam ediyor: İslam, kral ve millet. Bu üçlünün herhangi birinin eleştirilmesi, habercileri hapsi boylamaya maruz bırakıyor ve sıklıkla cezalarda gazetecilikle alakalı bir şey yer almıyor. Meselâ daha önce monarşi hakkında eleştirel yazılar yazan ve Eylül 2013’te Mağrib bölgesindeki El Kaide’nin propaganda videosunun hikayesine dair bir linki El Pais’e postladığında terörü desteklemekle suçlanan Ali Anouzla’nın dosyasını ele alalım. Koşullu salıverilmeden önce hapiste 5 hafta harcadı. Bu bağlamda düşündüğümüzde 2015 dünya basın özgürlüğü indeksinde Fas’ı 130. sırada; Afganistan, Güney Sudan ve Kolombiya’nın altında görmek belki de şaşırtıcı değildir.  

Makhzen (geleneksel olarak ülke içinde Fas yönetimine verilen isim), sanat ve kültür formunda eleştiri geldiği zaman özellikle hassasiyet taşıyor. Geçen yıl Marakeş’teki fuhuş meselesine daha yakından bakış atan Nabil Ayouch filmi “Much Loved”, Krallık’ta sansüre uğradı. Kesinlikle bu, fuhuş meselesine değinne ilk film değildi ve öyle gözüküyor ki bu filme karşı tepkilerin en azından bir kısmının kökeninde, filmin zengin Körfezli Arap turistlerin Faslı seks işçilerinin düzenli müşterisi olduğu tasviri yatmaktadır. Fakat filmi Cannes veya Fas’taki her bir kimsenin gayet iyi bildiği başka yerlerde uluslararası seyirciye sunmaya cürret etmesi yüzünden Ayouch, Fas’ın imajına zarar vermekle suçlandı ve filmi yasaklandı. Peki Fas için, gözlerini kapayarak yaşamayı tercih eden, kulaklarını tıkayan ve durmaksızın Fas’ın “istisna” olduğunu tekrar eden insanlardan daha zarar verici bir şey olabilir mi?

Öte yandan “20 Şubat Hareketi”nin daha büyük hedeflere hizmet ettiğine dair işaretler var: Bu gösterdi ki halk baskısı, politik değişim için zorlayabilir. Mart 2012’de 16 yaşındaki Amina Filali ailesi tarafından baskıya uğramaktan ve yerel hâkim tarafından tecavüzcüsü ile evlenmeye zorlanmaktan ötürü intihar etti. Evlilik, tecavüz ettikleri küçüklerle evlenmeleri hâlinde erkeklerin kanuni cezaya çarptırılmaktan kurtulmasını sağlayan 475. Madde sayesinde (Fransız kolonyal döneminin kalıntısı) mümkündü. Filali’nin ölümü sokak protestolarını ateşledi ve protestolar çoğunlukla Parlamento’ya yöneliyordu. Herkesin hemfikir olduğu şekilde, ceza kanunundaki 475. Madde’nin kaldırılması için…

Yani 20 Şubat Hareketi kısa vadeli hedeflerini gerçekleştirmede başarısız olmuş olabilir ancak Faslılar’ın halk baskısını sürekli kılabilmeyi göstermesi açısından görmezden gelinemeyecek bir miras.

Raja Shehadeh
Filistinli Avukat ve Yazar

5 yıl önce Suriye halkının Esad rejimine karşı isyanını ortaya koymada ne denli ilham verici ve yaratıcı yollara başvurduğunu izledim. Bazen dansla, şarkılarla, graffiti ile ve karikatürlerle. O hâlde halk zulme karşı ayağa kalktığında nihayetinde kazanacaktır diye düşünüyordum. Yanılmışım. Bugünün dünyasında hiç kimse, hele de günümüz Ortadoğusu’nda, ne denli yaratıcı vasıtalar kullanırsa kullansın bağımsız hareket edemez. Savaş çıkarmaya ilgisi olan çeşitli güçler etrafı sarmış durumda ve Esad döneminin baskıcı ve anti-demokratik rejimine karşı barışçıl bir şekilde başlayan devrimi engellemek için bölgenin ötesinden hepsi kendi rollerini oynuyor. Mısır’dan da teyit edebildiğimiz gibi bölgenin en baskıcı ve en zengin ülkesi olan Suudi Arabistan, Fransız devriminden önce Fransa’da var olan rejime benzer bir rejimi (Ancien Regime) restore etmek için diğerleriyle yarışıyor. Filistin meselesinde de ABD’nin İsrail’e verdiği ısrarlı destek, İsrail’de Filistinliler’in self determinasyon için vereceği kalıcı bir mücadeleyi engelleyen, gitgide sağçılaşan hükümetlere yol açıyor. Ve Suriye şu an savaşmakta olan güçlerle, 3 milyon mülteci ile ve akıl almaz şekilde çeyrek milyon ölü ile acımazsız bir savaş sahası.

Bir süredir, özellikle neomuhafazakârlarca, konuşulan şey şu ki, yeni Ortadoğu 1. Dünya Savaşı’ndan sonra olduğu gibi çok mezhepli yapıda değil etnik/dini düzlemde parçalara ayrıldığı bir Ortadoğu olacak. Irak yerine 3 devletçik görebiliriz: Birer Sünni, Şii ve Kürt devleti. Suriye ve Lübnan gibi… Bu dışlayıcı Ortadoğu’da bir Yahudi devleti olan İsrail, dini düzlemde kurulmuş tek devlet olarak öne çıkmayacaktır.

Şüphe yok ki şu an savaşanların çoğu Ortadoğu’da siviller için yıkıcı sonuçlar doğuran bir terörü yayıyor. Fakat demokrasiyi desteklediğini iddia eden ülkelerce desteklenmesi gereken meşru bir amaca sahip olan özgürlük savaşçıları ile suçlu teröristleri ayırmadaki başarısızlık, bölgede kaosun derinleşmesi sonucunu doğurdu. ABD hukuku, işgale ve baskıya karşı direnişi illegal hâle getirir bir şekilde terörizmi çok geniş şekilde tanımlıyor. Aynı şey, barışçıl değişim ve geçiş için ulusal veya uluslararası düzlemde bir vasıta olabilecek hukukun amacına halel getiren kanunlara sahip olan diğer Batılı güçler için de geçerli. Yanlış bir şekilde terörist olarak tanımlanan gruplarla iletişimi suç olarak göstermek genel olarak yarar sağlama potansiyeli olan müzakereleri illegal kılıyor.

Batı’nın tekrar tekrar kabahatli bir şekilde yaptığı gibi demokrasiyi destekler gibi görünmek fakat demokrasiyi gerçekten gözetenleri desteklemeden başarısız olmak, haklarını yitirmiş olan birçoklarını sinik ve çaresiz bir hâle getirirken bazılarının da gerçekten terörist olanların arkasından yükselişe geçmesini sağlıyor.

5 yıl önce Arap kitlelerin başlattığı meşru mücadeleyi desteklemekte başarısız olanlar bunun bölgeye barış getireceğine inandıysa, zaman sadece onların ne kadar yanıldığını gösterdi. İsrail-Filistin krizinin çözüme kavuşması gerekliliği ülkelerin çoğunca kabul edildi ve bu Ortadoğu bölgesinde barışa ulaşmakta bir katalizör etkisi yapardı. Fakat soru şu ki, neden kimse bunu yapmıyor?

Bölge daha büyük bir kaosun içine düşerken ve insanlar kötüleşen durumdan acı çekerken bana tek bir şey umut veriyor. 1. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupalı güçler kendi menfaatlerine en iyi hizmet edebileceklerini düşündükleri şekilde Ortadoğu’yu dizayn ederken bölgedeki halkların acıları Batı ülkelerine yayılmadı.Avrupa ucuz petrolle ve askeri yahut diğer ürünleri için rekabete girmediği pazarlarla refahını arttırırken Ortadoğu acı çekti. Bu sefer ise durum farklı. Sadece çok sayıda mülteci Avrupa’ya iltica etmeyi beklemiyor ayrıca terörizm artık sadece bu bölgedeki halkların hayatını rahatsız eden bir durum değil. Savaş sahnesinin sınırları yok, Avrupa’nın içine de yayılıyor. Belki de bu durum; Batılı güçleri doğrudan veya onların yerini tutan vekilleri aracılığıyla, Ortadoğu’yu kasıp kavuran savaşlara bir son verme ve demokrasinin kök salmasının yolunu açma konusunda gayretli ve dürüstçe pozitif bir eylem yapmaya iter.

Khaled Mattawa
Libyalı Şair ve Çevirmen

Bingazi’ye giden yol, bagajların el arabalarında taşındığı ve yolcuların kendilerine ait olan şeyleri almak için didik didik arama yapması gerektiği cereyanlı hangarlara sahip olan Labraq Havalimanı’nda başlar. 230 kilometrelik yol, emniyet duygusu sağayan birçok kontrol noktası ve yolu olması gerekenden iki kat uzatan bir sürü tümsek (kendince düzeni sağlayan kimselerce yapılmış) ile kesintiye uğrar. Yılın bu zamanında Cyrenaica Dağları, yemyeşil çim ovaları ve coşkulu gökyüzü ile aşırı güzeldir.  

Eve olan yolculuğumda rehberim, Bingazi Üniversitesi’nde doçent profesör ve elektrik mühendisliği bölümünün başı olan Ashraf Khalil. Kendisi yerinde nedilmiş bir mülteci. Çatışmalar şehrin batısını –Ensar el Şeria ve IŞİD tarafından kontrol edilen- vatandaşların erişimine kapatıp onu bunu yapmaya itmiş ve Kasım 2014’ten önce üniversitenin yakınındaki evinden kaçmış.

Tümsekli yan yollardan kendimize birkaç kısa yol bulmak suretiyle sonunda Al-Noor İlkokulu’na varıyoruz. Çocukların temizlemesi için bekleyen devasa yağ lekelerinin olduğu park alanında ayakta duruyoruz. Saat 1’e gelince Al-Noor İlkokulu, Bingazi Üniversitesi’nin Mühendislik Fakültesi’ne dönüşüyor. Derslerini beklerken sohbet eden ve macchiatolarını yudumlayan genç adamların ve kızların arasındayız. Bir savaş uçağının tepemizden uçtuğunu duyuyoruz ve öğreciler bana patlamaların büyük olasılıkla Al-Sabri ve Souk al-Hout cephesinden olduğunu söylüyor.

Üniversiteden Huna Benghazi (Burası Bingazi!) Festivali’ne geçiyorum. Öğlen yemeği arasında varıyoruz ve yüzlerce insanı kapanış seremonisi için beklerken ortalıkta dolanır hâlde buluyoruz. Organizatörlerle ve arkadaşlarla takılırken düzinelercesi de akın akın geliyor. Hafta boyu süren kutlama yeni oyunları, birkaç konseri, şiir ve hikâye okumalarını, bir kitap fuarını ve sanat sergilerini içeriyor. Mod oldukça coşkun fakat ortada kaos da mevcut. Sigara izmaritleri her yerde, çöp kutuları atılmış kağıt bardaklarla ve lavajla dolu.

Yeni bir sanat organizasyonu olan Tanarout’u yürüten bir grup sanatçıyı ziyaret etmek için festivalden aurılıyorum. Tanarout, aynı zamanda çocuklar ve genç sanatçılar için yaratıcı yazma ve görsel sanatlara dair atölye çalışmaları da yapılan küçük bir salonda neredeyse sadece Avrupa filmleri gösteriyor. Biz konuşurken elektrik kesiliyor. Kahve yapmak için kısa bir süre jeneratörü çalıştırıyorlar. Kısa bir süre çünkü gaz ve gaz kapları kısa bir süre destek sağlayabiliyor. Grup, seçici yaklaşımını sürdürmek için çok az bir destekle ve devasa sıkıntılarla yüzleşerek çalışıyor. Onları selamlıyorum ve gelecekte beraber çalışmak üzere planlar yapıyoruz.

Tanarout’tan ayrıldığımda akşamüstü vakti. Yerinden olmuş akrabalarımın kaldığı eve yürürken aşina olduğumuz kokusu etrafa sızan çöp yığınlarının yanından geçmek zorundayım. Yakındaki petrol istasyonunda deposunu doldurmak isteyen araçlardan oluşan uzun bir kuyruk var. Uzaklardan yine bir patlama duyuyorum, sanırım Beloun veya El Hawwari’den.

Bingazi kuşatma altında ve sorunlu bir ordunun yürüttüğü terörle mücadele ile yerel liderlik zaafından ötürü travmaya uğramış durumda. Bingazili hemşehrilerim dahi şiddetin, yozlaşmanın ve beceriksizliğin mirasıyla savaşıyor. Her zaman büyük bir ruhla fakat çok sık bir şekilde aynı alışkanlıklar ve araçlarla… Libya devriminin merkezi olan Bingazi şüphesiz ki terörizmi ve aşırıcılığı yok edecek fakat bu, çok daha fazla efora ve Kaddafi rejiminin verdiği tüm hasar ile onu yerinden etmek için ortaya konulan eforun şehrin bedenine ve ruhuna işlediklerini geri almak için sayısız değişikliğe mâl olacak . Devrim bitmedi ve hatta henüz başlıyor.

Tamim al-Barghouti
Filistinli Şair

2011 ve 2012’de yazdıklarımızın tümünü okumak insana acı ve öfke verse de şaşırtıcı bir şekilde henüz çaresizlik hissi vermiyor. Bir dizi ölümcül hatamız rotayı daha da uzattı ancak fakat istikamet değişmez bir şekilde yerinde duruyor ve yolculuk kaçınılmaz.

Modern tarihteki tüm devrimler gibi 2011 de iki fikir arasındaki çatışma olarak tanımlanabilir, insanın özgürlüğü ve politik örgütlenme formlarına dair çok farklı iki görüş: Kolonya şekilde baskı ve itaatı temel alan hiyerarşik, merkezi yapılardan müteşekkil; bayraklarla, marşlarla, sınırlarla, dikenli tellerle ve milliyetçiliğin tüm diğer süsleriyle bezenmiş Arap devletleri, hiyerarşik olmayan, network temelli, dava sahibi hareketlerle karşı karşıya geldi. 2011’de bir an dava, yapının yerini aldı; haklılığa duyulan inanç baskıya üstün geldi, gönüllüler askerleri mağlup etti; merkezi olmayan devasa, lidersiz kitlelerden oluşan protestocular bir fikri takip etti. Askerin, polisin veya emirleri takip eden bürokratları şok eden bir fikri…

2011’de dava devlet karşıtı, polis karşıtı, kolonyalizm karşıtı, Siyonizm karşıtı ve kapitalizm karşıtıydı. Aynı zamanda dava bölgede birliği (Arap veya İslami düzlemde), demokrasiyi ve sosyal adaleti destekliyordu. Ayrılıklar idare edilebilirdi çünkü hiç hiyerarşi ve baskı yoktu.

Davaya Mısırlı politik elitlerce ihanet edildi, önce İslamcılar sonra da seküler olanlarıyla. Eski rejim ile yazısız, çift yönlü bir anlaşmaya vardılar. Birincisi, yerelde güç ABD’nin esas müşterisi olan, Amerika tarafından donatılmış; eğitilmiş ve fonlanmış Mısır ordusu ile paylaşılacaktı. İkincisi, bölgesel düzlemde stratejik müttefik ABD ile ilişkilerde bir bozulma olmayacaktı, İsrail ile mevcut barış koşulları gözden geçirilmeyecekti ve Suudi Arabistan olan ilişkiler dostane, İran ile düşmanca kalacaktı. Böyle bir politikayı sürdürmek için mezhepçiliği kullanmaya müsaade vardı, hatta destekleniyordu. Muhalefetteyken böylesi bir anlaşmayı reddedenler iktidara gelir gelmez bunu kabul etmişti.

Bu durum, kitleleri harekete geçirme yeteneğini Tahrir Meydanı’nda kanıtlayan, konsensüs üreten bir davanın yerini savaşan kimliklerin almasına sebep oldu: Mısır’da İslamcılar, sekülerlere karşı; bölgede ise Sünniler, Şiiler’e karşı. Böylece ABD’nin menfaatleri, İsrail ve petrol, korunmuş oluyordu ve 2011’in büyük pan-Arap devrim(ler)i, farklı seviyelerde yıkıma yol açan bir dizi iç savaşa dönüşmüştü.

Mısır ordusu yerel ayrışmadaki iki tarafa da oynadı ve şimdi tek başına iktidarda. Ağustos 2013’te yapılan katliam, 1798’deki Fransız işgalinden beri Kahire tarihinin en büyük katliamı oldu. Arap rejimleri tarafından büyük kitleleri meydana getiren, silahsız bireylerle yüzleşemeyeceği bilinen ölümsüz Drakulalar küçük çocukları öldürmeyi tercih etti; büyük barışçıl kitleleri küçük silahlı hücrelere dönüştürmek için. Ve sonra terörizm diye ağladılar… Tabi ki bu durum sadece tüm sistemi alaşağı edecek çok miktarda küçük, silahlı hücreleri. Şimdi Akdeniz’in güneyinde bir politik erimeye şahitlik ediyoruz. Aynı zamanda sosyal düzenin de eriyişine…

Yine de çaresizliğe yer yok. İş şiddete döndü ancak bu emsali görülmemiş sayıda Arap gencini ortaya çıkaran demografik kabarıklık ve haberleşme konusunda emsali görülmemiş imkanlar sunan teknolojik gelişme, olanları gizlenemez hâle getiriyor. Devletler başarısız oluyor ve toplum, devlet olmadan idareyi sağlamak zorunda olacak. Fakat toplum şu an, eskiye nazaran bunu yapmak için daha iyi donanıma sahip.

Nouri Gana
Tunuslu Yazar

Geçtiğimiz 5 yıl içerisinde Tunus’un ulusal ve uluslararası medyadaki imajı dramatik bir şekilde Arap Baharı’nın beşiği olmaktan Arap Baharı’nın son umudu olmaya doğru değişti. Halk ayaklanmalarını iç savaşa (Suriye ve Libya’da) dönüştüren bu feci yozlaşma veya cunta iktidarı (Mısır), Tunus’un istisnai olarak ortaya koyduğu hikayenin merkezindeki pozisyonunu aşama aşama pekiştirdi. Fakat belki bu durum, Tunus devriminin şiddet içermeyen hedeflerine ulaşmasını işaret ederken, aynı zamanda ülkede devam eden zorlukların kötülüğü konusunda farkındalığı da keskinleştiriyor.

Elbette devrim sonrası hükümetler, liderlik başarısızlıklarının üzerinden dikkatleri dağıtmak için rutin bir şekilde komşu Libya’daki feci yıkımı işaret ediyor, Suriye ve Yemen’deki savaşlardan bahsetmiyorlar.

Tunus’un demokratik yollarla seçilmiş yetkililerin başarısızlıkları tek tek saymak için çok fazla. Sadece şu kadarını belirteyim ki “Shugl, hurriya, karama wataniyya” yani “İş, Özgürlük ve Vatadaşlık Onuru” sloganı ile özetlenen, devrimin merkezinde yer alan hususlara dair sözleri tutmada dahi genel bir başarısızlık mevcut. 18 Mart 2015’te Bardo Ulusal Müzesi’ndeki ve 26 Haziran 2015’te Sousse Hotel’in kumsalındaki turistleri hedef alan iki terörist saldırı, turizm sektörünü zayıflattı ve binlerce aile gelirsiz kaldı. Avrupa’ya süren göçteki kısıtlamalar ve Libya’da süren iç savaş, iş kayıplarını daha da arttırdı ve zaten kötü olan vaziyeti daha da kötüleştirdi.

Mesele özgürlük ve onura gelince, her ne kadar Tunus 26 Haziran 2014’te hayata geçirilen anayasadan en ilerici anayasa diye övünse de Tunus’un devrim sonrası hükümetleri ciddi bir şekilde başarısız oldu. Şiddet içermeye protestılar rutin bir şekilde ve şiddetle bastırılır hâle geldi. Tutuklular üzerinde polis şiddeti ve işkencesi tüm ülkede, bolca uygulanmaya devam ediyor ve bu durum, otoriter bir devlete mi dönüyoruz konulu sonu gelmez tartışmayı besliyor. 25 Temmuz 2015’te Tunus Parlamentosu ezici bir çoğunlukla, idam cezasını onayan ve terörizmi oldukça üstü kapalı bir şekilde tanımlayan (aynı Bin Ali rejimi döneminde olduğu gibi düzgün protestocular şimdi terörizm cezalarıyla karşı karşıya kalabilirler) anti-terör yasasını onaylayınca sivil özgürlüklere en kötü darbeler vuruldu. Aynı zamanda toplumdaki İslamcı-seküler kutuplaşması, Tunus’un ulusal kimliğine; İslam’ın geleceğine ve Arap diline dair çok cezbedici ancak sonuç vermeyen tartışmalara yol açtı. Bunların tümü de din, dil, ırk ve cinsiyet konusundaki azınlıklara artan bir baskıyı ortaya çıkardı.

İronik bir şekilde o tartışmaların mühendislerinin bizzat kendileri (yani En Nahda ve Nida partilerinin liderleri ile destekçileri) 2014’teki parlamento ve başkanlık seçimleri sonrasında koalisyon kurdu. Bu iki eski düşanın mantık evliliği, politik tavizin, orta ylun ve konsensüs inşa etmenin bir başka örneği olarak görüldü ve hâlihazırda Tunus Dörtlüsü 2015 Nobel Barış Ödülü’nü kazandı. Fakat böyle bir ittifakın pratikte denge-fren sistemiyle sonuçlandığını ve muhalefetin rolünü alakasız bir hâle getirdiğini göz önünde bulundurunca diğerleri için bu durum o kadar da büyüleyici değil.

Nihayetinde Tunus devriminin geleceğini tahmin etmek zor olabilir, özellikle bir yandan Bin Ali’yi tekrar çapırmaya varacak kadar artan ulusal hoşnutsuzluk öyküsüne; öte yandan da Tunus’un iç politikadaki ihtilafları barışçıl şekilde çözme kapasitesine sahip bir ülke olduğuna dair devam eden global yaklaşıma bakınca. Tunus istisnasının geleceğinin bir illüzyon gelecekle eş anlamlı hâle gelmemesi için daha yapılacak çok şey var.

Joumana Haddad
Lübnanlı Yazar

Yabancı arkadaşların Lübnan’a bir ziyaret yapmanın bu aralar güvenli olup olmadığını sorduğunda ne dersin? Onları Beyrut’un heyecanlı gece hayatı konusunda mı aydınlatırsın yoksa Hizbullah’ın Suriye’ye dahlinin tehlikeli sonuçlarından mı bahsedersin? Onlara Chanel ve Louboutin’in burada indirimde olduğunu mu anlatırsın yoksa çöp yığınlarının içinde boğulduğumuzu mu (tam manasıyla)? Onların “sabah yüzüp öğleden sonra kayak yapabileceğini” mi söylersin yoksa bizim vekillerimizin hâlâ bir başkan seçmeye muvaffak olamadıklarını mı? Bir Lübnanlı olmaktan ne kadar gurur duyduğunu ballandıra ballandıra anlatır mısın yoksa olası bir savaşın patlak vermesi ihtimaline karşı tüm sabahlarını bir B planı hazırlamakla geçirdiğini mi?

Lübnan devrimi mi diyorsun? Kesinlikle acil olarak bir tanesine ihtiyacımız var. Fakat bu herhangi bir yakın zamanda gerçekleşmeyecek, çünkü biz inkârın kahramanlarıyız: Birçok Lübnanlı bunu hayatta kalma güdüsü olarak övüyor ancak bu bizi öldürüyor, adım adım, yalan üstüne yalanla. Bu ülkenin çürüyüşünü eleştiren insanlar, karamsarlıkları ile turistlerin hevesini kıranlar olarak görülüyor. Fakat bunun karamsarlıkla bir alakası yok, buna ancak çirkin gerçekle yüzleşmek denir.

Bizler, yanıbaşımızdaki sözüm ona devrimlerin yan etkisini görüyoruz. Özellikle de Suriye devriminin. Rejim karşıtları ile Esad destekçileri arasında çeşitlilik gösteren, Beyrut duvarlarındaki graffitileri okumak dahi Suriye’deki durumun Lübnan’ın geleceği konusundaki ağırlığını değerlendirmek için yeterli. Nerdeyse tüm Lübnanlılar biliyor ki savaş her an Beyrut’a ithal edilebilir. Bugün Suriye’deki asıl felaket insanidir, sokakları kanla yıkamak rutin hâline geldi. Ölümün kokusu her yerde, her saniye Suriyeliler ölüyor. İnsanlar değersiz sinekler gibi öldürülüyor çünkü bir yandan mücrim bir diktatör iktidardan düşmek istemiyor ve bunun için kitlesel cinayetler işliyor; öte yandan bizi 500 yıldır geride bırakan dinci ekstremistler, dünyayı İslam adına yok etmek isteyen bölgesel müttefiklerince ağır silahlarla donatılıyorlar. Arap dünyasında bu model daha kaç kez tekrar edilmeli? Daha kaç kez insanlar bir canavarla öteki canavar arasında seçim yapmaya zorlanmalı? Ve bu kargaşanın asıl kurbanı kim?

Hepimiz iyi biliyoruz ki asıl kurbanlar sivillerdir. Çok olmadı, onlar burada, Lübnan’dalardı. Onlar isim, kimlik, hayal ve sevgi sahibi olmayı bırakmış salt “mağdurlardı”. Onlar sadece “kutsal davayı” gerçekleştirmek adına “ödenmesi gereken bedeldi”. Ve ölüm, onların acı dolu, sağır edici derecede sessiz bedenleri gibiydi.

Eğer merak ederseniz söyleyeyim, yukarıda söylediğim mecaz değildi. Aynen sabahlarımı Lübnan’da bir savaş patlak verir diye B planı hazırlamakla geçirdim. Başka bir ülkeyi, biraz şansı ve uyum sağlamak konusuna ayak uydurmayı içeren bir plan. Çünkü biliyorum ki Fransız yazar Jean Giraudoux’un zekice belirttiği gibi, Lübnan’da barış sadece iki savaş arasındaki süredir. Bir devrim için bu nasıl?

http://caferider.com.tr/arap-yazarlar--arap-bahari-nda-yanildik_h16145.html