Vahdet yazarı Sifil’i ABD ve İsrail değil, Hizbullah rahatsız ediyor
Vahdet Gazetesi Yazarı Ebubekir Sifil, büyük ülke olma iddiasına değindiği bugünkü yazısında Türkiye’nin kökü tarihin derinliklerine giden bir ülke olması nedeniyle büyük avantajlara sahip olduğunu savundu.
Selefiliğin ve 1979 devrimiyle hızla yayılan Şia’nın hiçbir kök ve geçmişi olmamasına rağmen hızla yayılabildiğini iddia eden Sifil, “Şiiler, “İslam Coğrafyası” dediğimiz coğrafyanın önemlice bir yekûnunda söz sahibi olmuş durumdalar. 15-20 yıl öncesine kadar Lübnan’da “Şii Emel Örgütü” olarak anılan örgüt şu anda “Hizbullah” adıyla Lübnan’ın tamamına hükmediyor. Kısa bir zaman önce Yemen de Şii etkisi altına giren coğrafyalara katıldı. İran, “elde ettiği” bu mevzilerdeki konumunu tahkim etmek için ordular kuruyor. Adı geçen ülkelerde teşkil ettiği orduların Lübnan’daki Hizbullah’ın birkaç katı büyüklüğüne ulaştığını okuyoruz medyadan” ifadelerini kullandı.
Sifil, Türkiye’nin elindeki fırsatları iyi değerlendirmesi çağrısı yaparak “Bu coğrafyada herhangi bir köke, geçmişe sahip olmayan hareketler bile uzun soluklu projeksiyonlarla, planlı programlı çalışmayla ve büyük düşünmeyle kısa zamanda büyük mesafeler alabiliyor. Peki bizim gibi kökü tarihin derinliklerine giden, sırtını sahih ve sahici bir tecrübeye dayama avantajına sahip bulunan bir ülkenin imkân ve sorumlulukları üzerine yeterince kafa yorabiliyor muyuz?”dedi.
Ebubekir Sifil’in “Büyük ülke olmak” başlıklı yazısı şöyle:
Bugünün küresel dünyasında var olmanın iki yolu mevcut: Bir: İradesini, küresel oyunu kurgulayanların iradesine teslim edip, onların emir eri gibi hareket ederek. İki: kendi kaderine sahip çıkıp, kendi oyununu kurgulama iradesini göstererek.
Müslümanlar tarih boyunca ikinci yolu tercih etti. Başkasının oyununda figüran olmak hiçbir zaman benimsediğimiz alternatif olmadı. Oyunu hep kendimiz kurduk ve tarihe “nesne” olarak değil, “özne” olarak katıldık.
Elbette bu, bedel isteyen, çaba isteyen, fedakârlık isteyen bir mesele.
Büyük ülke olmak, kendi iç problemlerini halletmiş olarak yüzünü geleceğe dönmüş olmayı gerektiriyor her şeyden önce. Ve de kendi potansiyelinin farkında olmayı; tarihî, kültürel sorumluluklarını idrak etmiş olmayı.
İki cümle içine sığdırarak ifade ettiğim iki başlık, aslında meselenin bütününü ifade ediyor. Bu tarz cümleler kurma hakkını en fazla elinde bulunduran, çünkü sırtını böyle cümleler kurmuş bir geçmişe dayayan bir milletiz. İçinden geldiğimiz tarih ve üzerinde yaşadığımız coğrafya bu tarz cümleler kurmanın ağır sorumluluğunu yüklüyor omuzlarımıza.
Uzaklara değil, yanı başımıza, İslam Dünyası’nda olup bitenlere baktığımızda bile, büyük düşünmenin ve büyük olmayı hedeflemenin ne demeye geldiğini rahatlıkla anlayabiliriz. Adına “Selefilik” denen ideoloji, bu ümmetin 1400 yıllık birikim ve tecrübesini sadece çeyrek asırda yere serdi. Orta Asya’dan Balkanlar’a, Orta Doğu’dan Afrika’ya… Bütün bir İslam Coğrafyası’nda gündem belirleyen, sokaktaki insanın dünyasını dolduran, bilhassa İslamî hassasiyeti yüksek genç nesil üzerinde etkili olan bu ideoloji nasıl oldu da bu seviyeye geldi?
Daha önemli ve tehlikeli olan, yanı başımızda 1978 devrimiyle yaşanan keskin kırılma sonrasında dünyamıza hızla giren Şii yayılmacılığı. Selefilik ideolojisinin İslam Coğrafyası’nda ayağını basacağı şöyle veya böyle bir zemin vardı. Şia için bunu da söyleyemediğimiz halde, onlar da yine çeyrek asırlık bir geçmiş üzerinde bugün “İslam Coğrafyası” dediğimiz coğrafyanın önemlice bir yekûnunda söz sahibi olmuş durumdalar. 15-20 yıl öncesine kadar Lübnan’da “Şii Emel Örgütü” olarak anılan örgüt şu anda “Hizbullah” adıyla Lübnan’ın tamamına hükmediyor. ABD-Batı ittifakıyla Ümmet arasında palazlandırılan bu ideoloji, yine ABD-Batı ortak yapımı bir senaryo çerçevesinde hayata geçirilen işgal sonrasında Irak da bu ideolojinin etki alanına girmiş bulunuyor. Kısa bir zaman önce Yemen de Şii etkisi altına giren coğrafyalara katıldı. İran, “elde ettiği” bu mevzilerdeki konumunu tahkim etmek için ordular kuruyor. Adı geçen ülkelerde teşkil ettiği orduların Lübnan’daki Hizbullah’ın birkaç katı büyüklüğüne ulaştığını okuyoruz medyadan.
Evet bu iki örnek bize, sarsıcı biçimde şunu gösteriyor: Bu coğrafyada herhangi bir köke, geçmişe sahip olmayan hareketler bile uzun soluklu projeksiyonlarla, planlı programlı çalışmayla ve büyük düşünmeyle kısa zamanda büyük mesafeler alabiliyor. Peki bizim gibi kökü tarihin derinliklerine giden, sırtını sahih ve sahici bir tecrübeye dayama avantajına sahip bulunan bir ülkenin imkân ve sorumlulukları üzerine yeterince kafa yorabiliyor muyuz?
Elbette ülke olarak uğraştırıldığımız iç meselelerimiz var; yakın geçmişin sırtımıza yüklediği devasa problemler var. Ama bütün bunlar bize tarihî sorumluluğumuzu unutturmamalı. Büyük ülke olma meselesi sadece “imkân” kelimesiyle değil, aynı zamanda “sorumluluk” kelimesiyle de birlikte düşünülmelidir. Zira etrafımızda olup bitenlere karşı şu ana kadar geliştirebildiğimiz herhangi bir refleks yok. Ciddi herhangi bir mukabelede bulunabilmiş değiliz. Bu noktadaki sorumluluğumuz Avrupa’daki Anadolu insanını da, Orta Asya ve Balkanlar’ı da, Orta ve Uzak Doğu’yu da, Afrika’yı da içine alacak derinlikte ve genişliktedir. Ve bu devasa sorumluluk sadece devletlerarası “resmî” ilişkiler üzerinden yürütülemeyecek kadar ağırdır. Bu sorumluluğu evvel emirde hissetmesi ve üstlenmesi gerekenler, STK’lardır…