Peygamberimizden sadece 50 yıl sonra Muaviye, kiminden rüşvet, kiminden tehditle oğlu Yezid’e biat aldı. Öldüğünde de Yezid’e ettiği vasiyette dört kişi işaret etti. İmam Hüseyin, Abdullah Bin Zübeyr, Abdullah Bin Ömer ve Abdurrahman Bin Ebu Bekir.
Yezid yaklaşık üç buçuk yıllık meşum saltanatının başında sevgili Peygamberimizin hanedanına katliam uyguladı.
Resul-i Ekrem’in kızlarını, gelinlerini esir edip hicapsız olarak Anadolu sınırlarından Hıristiyanlara teşhir ederek Şam’a getirtti. Daha bu kanlar ve gözyaşları kurumadan tarihe Harre katliamı olarak düşen faciayı yarattı.
On bini aşkın Sahabi ve evladını kılıçtan geçirdi. Ravza-ı Mutahharaya sığınanları Peygamberin mezarı üzerinde kestiler. Sadece bey’at-i havel edenler kurtuldu. Yani halife olarak değil Tanrı gibi her şeyleri Yezid’in mülkü sayılacak. Canları, aileleri ve mal-mülkleri Yezid’in tasarrufunda olacak.
Sahabilerin de aynı Ehl-i Beyt gibi süt emer yavrularına bile acımadılar. Orduya ashabın namuslarını üç gün mubah etti. Binlerce nesebsiz çocuk dünyaya geldi sahabe ailelerinden.
Üçüncü ve son icraatı İslam’ın kıblesi Kabe-i Muazzamayı mancınıklarla yaktı-yıktı. Oradaki mukaddes emanetler de yandı kül oldu. O cümleden cennetten gelip Hz. İsmail’in yerine kurban edilen koçun kafası yanan eşyalar arasındaydı. Ve o esnada da Yezid Allah’ın gazabına uğrayıp yatağında kömürleşip ölmüş olarak bulundu.
YEZîD
Huseyn’in tam anlamda tam karşıtı Yezîd’tir.
O, kötülüğü, yalanı, düzenbazlığı, kirlenmişliği, kokuşmuşluğu, zulmü, despotizmi, nekesliği ve namertliği temsil ediyor.
O, kanun-kural bilmez, hak-hukuk tanımaz, ayyaş ve sarhoş birisiydi.
O, dönemin tarihini irdeleyip Huseyn (a.s) ve Yezîd’i tanıyanlar Huseyn’in, onun için zikrettiklerimizden daha yüce olduğunda ve Yezîd için söylediklerimiz de (hissiyatımızın ifadesi olmayıp) Yezîd’in bu anlatılanlardan çok daha rezil birisi olduğunda hemfikirdirler.
Bu Yezîd, sadece peygamber ailesine zulmetmekle kalmamış, peygamberin mescid ve mezarını, ashabının kanıyla kızıla boyamış, ırzları da dâhil, Peygamber şehrinin her şeyini askerlere mubah kılmıştı.
Bununla da kalmayıp Allah’ın beyti Kâbe’yi mancınıkla taş yağmuruna tutup ateşe vermişti.
Babası Muaviye, meşru halife Hz. Ali’ye karşı savaşmış ona sövmeyi ibadetin bir parçası haline getirmiş, peygamber çiçeği İmam Hasan’ı zehirleterek öldürmüştü.
Muaviye’nin babası Ebu Süfyan, Hz. Peygambere karşı yirmi bir sene savaşmış, anası Hinde ise Hz. Peygamber’in sevgili amcası Hamza’yı öldürmesi için enteresan vaadlerle
Vahşi adındaki köleyi görevlendirmiş, Hz. Hamza’nın şahadetinden sonra da göğsünü yararak ciğerlerini çıkarıp yemeğe kalkışmıştı. Bu yüzden de “akilet’ül-ekbad” (ciğer yiyen kadın) olarak anılırdı.
Tüm bu ve benzeri rezilliklerinden dolayı bu aile, Allah ve resulünün lanetini almıştır.
Yezîd Nasıl Hükümdar Oldu?
Kötülük timsali böyle bir zalim- hem de peygamber ashabının yaşadığı bir çağda- nasıl oldu da Müslümanların başına hükümdar olarak musallat oldu? Bu sorunun cevabını şöyle özetleyebiliriz:
Yezîd’in babası Muaviye, ikinci halife Hz. Ömer tarafından Şam valiliğine atandı. Gün geçtikçe güçlenen Muaviye, kendi kabilesinden üçüncü halife Osman döneminde, gücüne güç katarak başına buyruk bir devlet haline gelmişti.
Bu tür valilerin zalimce icraatları ve yolsuzlukları yüzünden üçüncü halife öldürüldü. Hz. Ali zorla hilafete getirildi.
Hz. Ali, hükümet programının bir paragrafında haksız kazanç, yolsuzluk ve kamuya ait menkul ve gayrimenkul malları kanunsuz yollardan ele geçirenlerden, bu malları hazineye (Bey’tül-Mal’a) geri döndürmekte titiz ve kararlıydı.
Bu kararlılığını şu cümlelerle ifade ediyordu: “Allah’a yemin ederim ki bu mallarla evlenme veya hizmetçi almada harcananları bile tesbit ettiğim an (Bey’tül –Mal e) hazineye geri döndüreceğim. (Bu adil paylaşımdan kimse sıkılmasın) Şüphesiz adalette herkes için genişlik, rahatlık vardır. Adaletten sıkıntı duyan kimse, kendisine yapılacak cevrin (haksızlığın) daha sıkıcı olduğunu unutmamalıdır. (adalet bir gün ona da lazım olur.) (Nehc’ül-Belaga 15.hutbe)
Hz. Ali adaletin ancak adil kadrolarla ikame edileceğine inanıyordu. Bunun için, kirlenmiş kadroları tasfiye edip yerine pırıl-pırıl kadrolarla ülkeyi yönetmeyi önemsiyordu.
Zamanın siyasetçileri kendisine bir müddet bu kadrolarla devam etmesini, özellikle Muaviye’ye dokunmamasını, tasfiye işlemini zamana yaymasını İmam Ali’ye tavsiye ediyorlardı.
Oysa İmam Ali, siyasi oyunlarla iktidarını uzatmaktansa, iktidarı tehlikeye atma pahasına ilkeli, hayatı pahasına adil kalmayı tercih ediyordu ve bunlardan asla ödün vermemeğe kararlıydı.
Hükümet programı öyle, yönetim anlayışı böyle olunca da kendisine bîat edenlerin birçoğu dahi, bu sisteme ayak uyduramadılar. Devlet imkânlarından servet toplamaya alışmış güç odaklarıydı bunlar.
Bütün ısrar ve baskılarına rağmen Ali’yi kendilerine benzetemeyince de biatlerini bozup İmam Ali’ye karşı savaş başlattılar. Savaşlar birbirini izledi. En sonunda Ramazan ayının 19. gününün sabah namazında kendisini öldürmeğe gelen Abdurrahman b. Mülcem adındaki teröristi fark etmesine rağmen, daha suç işlememiş birinin özgürlüğünü, namazı bitirinceye kadar olsun sınırlamayı hukuk anlayışına sığdıramadı ve ne yazık ki Ali hukuk ve adalet anlayışının kurbanı oldu. Başına aldığı kılıç yarası neticesinde ancak üç gün yaşayabildi.
Kendisine ne yedirseler katiline de onu yedirmelerini, ona işkence etmemelerini, bu cinayetten dolayı taşkınlık yapmamalarını ve adaletten şaşmamalarını vasiyet etti ve öyle de oldu.
Hz. Ali’den sonra halk Hz. Hasan’a biat etti. Bu arada çıkarcı güç odakları Muaviye etrafında kenetlenmiş, merkezi hükümete karşı savaşa devam ediyorlardı.
İmam Hasan, hem kendi askerlerinde isteksizlik gördü; öte yandan iç kargaşayı fırsat bilen dış güçlerin hücuma geçerek İslam devletini kökten yok etme planlarının olduğunu haber almıştı; hem de Muaviye tarafının gözünü iktidar hırsı bürümüş İslam’ın yok olma pahasına savaşı sürdüreceklerini gördü.
İktidar uğruna İslam’ın kökten yok olmasına gönlü razı olmadı. İmamet sorumluluğu da buna izin vermezdi. Bunun için bir kısmını aşağıda zikredeceğimiz şartlarla iktidarı Muaviye’ye bırakarak iç savaşa son verdi.
Sulh özetle şu şartlara bağlanmıştı:
Muaviye, bütün İslam dünyasına hükümet ederken Allah’ın Kitabı ve peygamberin sünnetine amel edecek, geçmişin düşmanlığı geleceğe taşınmayacak, peygamber hanedanına karşı gizlide ve açıkta hileye başvurmayacak, Ali’ye sövmek ve sövdürmekten vazgeçecek, kimseye kötülük etmeyecek ve yerine veliaht tayin etmeyecekti.
Muaviye bu şartlara uyacağını Allah’a ahdediyordu. Muaviye, kendisinin de imzaladığı bu şartların bir tekine bile sadık kalmadı. Muaviye icraatında ne kitaba ve sünnete uydu, ne düşmanlığa son verdi, ne Ali’ye sövüp sövdürmekten, ne de Ehl-i Beyt’e karşı hile ve entrikadan vazgeçti. Bilakis ırkçı, despot, bir zulüm ve entrika düzeni kurup, İmam Hasan’ı zehirleterek öldürttü.
Kendisinden daha rezil, ayyaş ve sarhoş olan oğlu Yezîd’i veliaht tayin etti. Daha kendisi hayatta iken, Yezîd için kiminden çıkar karşılığı, kiminden tehditle bîat aldı. Böylece kendi sağlığında oğlu Yezîd’in hükümdarlığını garanti altına aldı. Neticede, Yezîd babasından sonra hükümdar oldu.
Kendisine de biatli olmayan İmam Hüseyin’e, Yezîd’e biat etmesi için baskı yaptıysa da sonuç alamadı. Muaviye sisteminde, Arap olmayan Müslüman kavimler dahi memluk ve mevali (köleler) olarak adlandırılıyordu. Oysa sulh şartlarına uysaydı!..