30-09-2014 tarihinde eklendi
Ortadoğu’nun saatli bombası IŞİD’in gerçek amacı
Suud ailesinin yerine Arabistan’ın yeni emirleri olmak

IŞİD’in gerçek tahrip potansiyeli başka bir yerde yatıyor; Modern Ortadoğu’nun temel taşı olan Suudi Arabistan’ın çöküşünde

Doğrusu IŞİD Ortadoğu’ya yerleştirilmiş gerçek bir saatli bomba. Ancak tahrip gücü genel olarak anlaşıldığı şekilde değil. Onun asıl tahrip gücü “Kelle Kesenlerin Yürüyüşü” olmasından değil; cinayetlerinden değil; kasabaları ve köyleri ele geçirişinden değil; uyguladığı en sertinden “adalet”te de değil. Bu, genç Müslümanlar üzerinde katlanarak artan cazibesinden de, sahip olduğu muazzam cephanelikten ve yüzlerce milyon dolarından da etkili bir güç.

IŞİD’in gerçek tahrip potansiyeli başka bir yerde yatıyor – Modern Ortadoğu’nun temel taşı olan Suudi Arabistan’ın çöküşünde. Bu konuda Batı’nın oturup izlemekten başka yapabileceği hiçbir şey olmadığını anlamalıyız.

IŞİD’in hakikaten patlayıcı potansiyelinin işareti, Suudi akademisyen Fuad İbrahim’in (gerçi neredeyse görmeden ya da önemine dikkat vermeden geçip giderek) işaret ettiği gibi, öğretisinde, 18. Yüzyılda İbni Suud ile birlikte Vahabiliği ve Suudi projesini kurmuş olan Abdülvahab’ın dilini bilinçli ve kasıtlı şekilde kullanmasıdır.

Irak İslam Devletinin ilk “emir ül mümini” Ebu Ömer el Bağdadi, tahayyülündeki devletin temel ilkelerini 2006’da formüle etmişti… Bu devletin görevlerinden biri “[insanların onun için yaratıldığı] amaç olan ve bu nedenle İslam olarak adlandırılan” tek tanrıcılığı yaymaktı. Bu dil tamı tamına Abdülvahab’ın formülasyonunun kopyasıdır. Ve Abdülvahab’ın eserlerinin ve bu eserler üzerine Vahabi yorumlarının IŞİD’in denetimindeki bölgelerde yaygın bir şekilde dağıtılıp derslerde okutulması şaşırtıcı değildir. Bağdadi, bunun arkasından onaylayıcı şekilde “o unutulmuş sadakat ve reddiye öğretisi temelinde eğitilmiş bir genç adamlar nesli”nden söz etti. Peki bu “unutulmuş” “sadakat ve reddiye” geleneği nedir? Bu, Abdülvahab’ın – tapmaya yalnızca kendisi layık olan – tek bir tanrıya (ki insan biçimli bir tanrıydı ona göre bu) inanmanın tek başına bir insanı Müslüman saymaya yeterli olmadığı öğretisidir.

Kişi (eğer er eğer dişi), buna ek olarak başka her türlü tapınç nesnesini aktif biçimde reddetmedikçe (ve imha etmedikçe) gerçek bir mümin olamazdı. Abdülvahab’ın putataparlık olarak mahkûm ettiği bu potansiyel putçu tapınç nesnelerinin listesi o kadar genişti ki neredeyse bütün Müslümanlar onun “imansızlar” tanımına girme riski altındaydı. Bu yüzden bir seçimle karşı karşıya kaldılar: Ya el Vahab’ın İslam anlayışını kabul edeceklerdi ya da öldürülecek ve karılarına, çocuklarına, mallarına mülklerine cihad ganimeti olarak el konacaktı. El Vahab, bu öğreti hakkında kuşku dile getirmenin bile idam gerekçesi olduğunu söylemişti.

Fuad İbrahim’in yaptığı belirlemenin sırf el Vahab’ın vizyonunun aşırı indirgeyiciliğini yeniden vurgulamak olmayıp aksine tamamen farklı bir şeyi ima ettiğine inanıyorum: Vahabi dilini kasıtlı olarak benimseyişi yoluyla IŞİD daha büyük bir bölgesel patlamanın fitilini bile isteye ateşliyor – bu gerçekleşme ]ihtimali çok büyük bir patlamadır ve olursa Ortadoğu’yu tayin edici bir şekilde değiştirecektir.

Çünkü, (Osmanlılar tarafından 1818’de şiddetle bastırılan ama bugün bildiğimiz Suudi krallığı hâlini almak üzere 1920’lerde şaşırtıcı bir şekilde yeniden dirilen) bütün Suudi “projesinin’’ “babası”  tam da el Vahab’ın bu idealist, püriten, din yayıcı formülasyonu idi. Fakat bu Suudi projesi 1920’lerdeki yeniden doğuşundan beri kendi yıkımının “gen”ini daima içinde taşımıştır.

Paradoksal biçimde, yeni devlete bu yıkıcı genin yerleşmesine yardım eden başıbozuk bir İngiliz memuru oldu. Aziz’in maiyetinde görev alan bu İngiliz memuru Harry St. John Philby adında biriydi (Sovyet KGB’si için casusluk yapan MI6 yetkilisi Kim Philby’nin babası). İngiliz memurluğundan istifa edip Kral Abdülaziz’in yakın danışmanı olacak ve ömrünün sonuna dek Kraliyet Sarayının etkili bir üyesi olarak kalacaktı. O da Arabistanlı Lawrence gibi bir Arap uzmanıydı. Aynı zamanda Vahabi İslam’ına ihtida etmiş ve Şeyh Abdullah adını almıştı.

St. John Philby becerikli bir adamdı: Dostu Abdülaziz’i Arabistan’ın hâkimi yapmaya kararlıydı. Aslında, bu tutkusunu gerçekleştirirken [İngiltere’den verilen] resmî talimatlara göre hareket etmedi. Örneğin. Kral Aziz’i Necd bölgesinin kuzeyini işgal etmesi için teşvik ettiğinde, bundan vazgeçmesi istenmişti. Ancak (ABD’li yazar Stephen Schwartz’ın belirtiği gibi) Aziz, İngiltere’nin Osmanlıların yenilgisinin bir Arap devletinin kurulmasıyla sonuçlanacağına tekrar tekrar söz vermiş olduğunun gayet iyi farkındaydı ve kuşkusuz, Philby’nin teşvikiyle bu devletin hâkimi olmaya hevesleniyordu.

Philby ile hükümdar arasında neler geçtiği çok açık değildir (konuyla ilgili ayrıntılar şu veya bu şekilde sansür edilmiş gibi gözüküyor) ama görünen o ki Philby’nin vizyonu alışılmış anlamda bir devlet kuruculuğuyla sınırlı değildi, o daha çok, geniş İslam ümmetini (ya da müminler topluluğunu) el Suud hanedanını Arabistan’ın hâkimi kılacak bir Vahabi aygıtına dönüştürmeyi hedefliyordu. Ve bunun olması için Aziz’in İngiltere’nin rızasını (ve çok daha sonra ABD’nin onayını) kazanması gerekiyordu. Schwartz, bunun “Abdülaziz’in Philby’nin öğütlemesiyle kendi başına giriştiği bir hamle” olduğunu belirtiyor.

Böylece, Philby Suudlar ile Batı arasında varılan büyük antlaşmanın vaftiz babası sayılabilir. Bu antlaşmayla Suudi liderliği etkisini Sünni İslam”ı Batı hedefleri doğrultusunda (sosyalizmi, Baasçılığı, Nasırcılığı, Sovyet nüfuzunu, İran’ı vb. engellemek) “idare etmek” için kullanacak, buna karşılık Batı da Suudi Arabistan’ın İslam ümmetini (İslam’ın entelektüel geleneklerini ve çeşitliliğini imha edecek ve Müslüman dünyasında derin bölünmelere yol açacak şekilde) Vahabileştirmek üzere yumuşak güç kullanmasına rıza gösterecekti.

Sonuç olarak, – o zamandan bu zamana – İngiliz ve Amerikan siyasası – kendi hedeflerine olduğu kadar sıkı bir biçimde – Suudilerin amaçlarına kilitlenmiş ve Ortadoğu’da izleyeceği yön bakımından Suudi Arabistan’a ağır biçimde bağımlı kalmıştır.

Siyasal ve mali bakımlardan Suud-Philby stratejisi göz kamaştırıcı bir başarıydı. Ama daima İngiliz ve ABD’lilerin entelektüel anlayışsızlığına dayanıyordu: Bu anlayışsızlık Vahabi projenin içindeki tehlikeli “gen”i, bu projenin her zaman için kökenindeki kanlı, püriten özüne geri dönmek üzere mutasyona uğrama potansiyelini görmeyi reddetmekti. Tam şimdi olan da budur: IŞİD budur.

Ne var ki, Batı’nın rızasını kazanmak (ve bu rızayı sürdürmek) bir tarz değişikliği gerektirmişti: “Proje” silahlı, ihtida ettirici bir İslamcı öncü hareket olmaktan çıkıp devlet benzeri bir şeye dönüşmek zorundaydı. İçerdiği özsel çelişkiler (reelpolitiğin ve paranın karşısında püriten maneviyat) yüzünden bu asla kolay olmayacaktı – ve zaman ilerledikçe devlet olmanın icabı olarak “modernite”ye uyum sağlama gereğinin getirdiği sorunlar “gen”in daha uyuşukluğa kapılacağına daha aktif hâle gelmesine neden oldu.

Bizzat Abdülaziz’in kendisi alerjik bir tepkiyle karşı karşıya kaldı: Kendi Vahabi milislerinin, Suudi İhvan’ın[1] ciddî isyanı biçiminde. İhvan’ın denetim alanının genişlemesi İngiltere’nin denetimindeki toprakların sınırına dayandığında Abdülaziz milislerini dizginlemeye çalıştı (Philby İngilizlerin himayesini aramasını öğütlüyordu), oysa, modern teknolojiyi (telefon, telgraf ve makineli tüfekler) kullanmasından dolayı kendisini zaten eleştirmekte olan İhvan dünyevî reel-politik gerekçelerle cihadın terk edilmesinden ötürü gazaba kapıldı… Silah bırakmayı reddedip tersine krallarına karşı isyan ettiler… Bir dizi kanlı çarpışmanın ardından 1929’da ezildiler. İhvan’ın isyana katılmayıp sadık kalan üyeleriyse daha sonra (Suudi) Ulusal Muhafızlar bünyesinde eritildiler.

Kral Aziz’in oğlu ve varisi Suud farklı biçimde bir tepkiyle karşılaştı. Sefih ve hazcı davranışları yüzünden dinsel çevreler tarafından tahttan azledildi ve yerine kardeşi Faysal geçirildi. Sefih ve keyfine düşkün tavrı “Müslümanların İmamı”nın sofu ve başkalarına örnek olacak bir hayat sürmesini bekleyen dinsel çevreleri rahatsız etmişti.

Suud’un yerini alan Kral Faysal’a gelince, o da, 1975’te biat etmek bahanesiyle yanına yaklaşan ama biat etmek yerine tabancasını çekip kralı başından vuran yeğeni tarafından öldürüldü. Bu yeğen, Vahabi projesinin özgün ideallerinin zararına Vahabi toplumuna musallat olan Batılı inanç ve bidatlardan şikâyetçiydi.

Ne var ki, doruğuna 1979’da Mescid ül Haram’ın işgaliyle varan Cüheyman el Otaybi’nin yenilenmiş İhvan’ı bundan çok daha ciddiydi. Cüheyman, 1920’lerin orijinal İhvan’ının yöneticisi ve başlıca unsurlarından biri olan Necd bölgesinin etkili Otaybi boyundandı.

Cüheyman ile çoğu Medine mektebinden gelen izleyicileri, başka âlimlerin yanı sıra eski Suudi Arabistan müftüsü Şeyh Abdülaziz bin Baz’ın da gizli desteğine sahipti. Cüheyman, Şeyh bin Baz’ın kendisinin İhvan öğretilerine asla karşı çıkmadığını (ulemanın “imansızlık” karşısındaki gevşekliğini onun da eleştirdiğini) ama kendisini en çok “iktidardaki el Suud hanedanının yozlaşmış, sefih olduğu ve saldırgan batılılaşma politikası aracılığıyla Suudi kültürünü yıktığı için meşruiyetini yitirmiş bulunduğu” konusunda sessiz kaldığı için suçladığını ifade etmişti.

Dikkate değer biçimde, Cüheyman’ın izleyicileri ilk başlarda İhvancı mesajlarını Suudi Arabistan’daki birçok camide kovuşturmaya uğramaksızın vaaz ettiler. Ancak 1978’de Cüheyman ve arkadaşları tutuklanıp sorgulandılar. (Aralarında bin Baz’ın da bulunduğu) Ulema mensupları onları sapkınlık şüphesiyle çapraz sorgudan geçirdiyse de, (Cüheyman’ın büyükbabası gibi) eskilerin İhvan’ına özlem duyan gelenekçilerden başka bir şey olmadıkları bu yüzden bir tehdit oluşturmadıkları gerekçesiyle salıverilmelerine karar verdi.

Mescid işgalinin yenilgiyle sonuçlanmasından sonra bile ulema isyancılara belli bir hoşgörü göstermeye devam etti. Hükümet mescid içerisinde silahlı güç kullanımına izin verilmesi için ulemadan fetva istediğinde bin Baz ve başka önde gelen ulemanın kullandığı üslup hayret uyandırıcı şekilde temkinliydi. Âlimler, Harem-i Şerif’in kutsallığını çiğnemiş olmalarına rağmen Cüheyman ile izleyicilerini kâfir ilân etmeyip sadece el cemaa el musellah (silahlı grup) olarak nitelediler.

Varlıklı üyelerinin yaptığı bağışlar sayesinde grup iyi silahlanmış ve iyi eğitilmişti. Kimi üyeleri Cüheyman gibi Suudi Ulusal Muhafızlarının eski subaylarıydı. İsyancılara sempati duyan kimi Ulusal Muhafız askerleri cami külliyesine saldırıdan önceki haftalar boyunca gizlice silah, cephane, gaz maskeleri ve erzak yığmışlardı. Bunların arasında Ulusal Muhafız cephaneliklerinden çalınan ve caminin altında çilehane olarak kullanılan hücrelere gizlenen otomatik silahlar da vardı.

Batılılaşmış Suudilere karşı IŞİD

Bu tarihsel hatırlatmanın amacı, Suudi liderliğinin Irak ve Suriye’de IŞİD’in ortaya çıkışından nasıl huzursuz olmuş olması gerektiğini ortaya koymaktır. İhvan’ın daha önceki tezahürleri bastırılmıştı – ama bütün o tezahürler Suudi krallığının kendi içinde cereyan etmişti.

Buna karşılık, IŞİD, krallığın dışında cereyan eden, ama buna rağmen el Suud hükümdar ailesine yönelik sert eleştirisinde Cüheyman’ın hoşnutsuzluğunu izleyen bir yeni-İhvancı reddiye protestosudur.

Suudi Arabistan’da bir yanda Kral Abdullah’ın bir parçası olduğu modernleşme akımı ile Usame bin Ladin ile IŞİD’in Suudi destekçilerinin ve Suudi Arabistan’ın kurulu dinsel düzeninin yer aldığı “Cüheyman yolu” arasında bugün gördüğümüz derin ayrılık budur. Bu, bizzat Suudi kraliyet ailesinin kendi içinde de var olan bir ayrılıktır.

Suudi sermayeli El-Hayat gazetesine göre, 2014 Temmuzunda “sosyal medya sitelerinde Suudiler arasında yapılan bir kamuoyu yoklaması yayımlandı. Buna göre, hedef grubun yüzde 92’si IŞİD’in İslam’ın ve şeriatın değerlerine uygun davrandığına inanıyordu.”Önde gelen Suudi yorumculardan Cemal Kaşıkcı da yakınlarda “gölgeler içinde olup biteni gözleyen” IŞİD’in Suudi destekçileri hakkında uyarıda bulundu.

“Hayat ve şeriat hakkında çarpık bir zihniyete ve anlayışa sahip olan öfkeli gençler var ve bunlar yüzyılların mirasını ve tamamlanmamış bir modernleşmenin umulan kazançlarını iptal ediyorlar. Topraklarımızda geniş bir alanı işgal eden asilere, emirlere ve bir de halifeye dönüştüler. Çocuklarımızın zihinlerine el koyuyor ve sınırları ilga ediyorlar. Kendi politika, hükümet, hayat, toplum ve iktisat görüşleri uğruna…bütün kuralları ve yasaları reddederek bir yana fırlatıyorlar. Kendi kendine “müminlerin emiri” ya da Halife ilân eden kişinin uyruklarıysanız başka seçme şansınız yok… Kendi toplumunuzda seçkin birisiymişsiniz ya da eğitimli biri yahut bilgin, aşiret başkanı, dinî lider, aktif bir siyasetçi hatta bir yargıçmışsınız onlar için önemi yok… Müminler emirine itaat ve biat etmeye mecbursunuz. Siyasaları sorgulandığında Ebu Ubeida el-Cezrevi, ‘Kes sesini, bizim kılavuzumuz kitap ve sünnettir, işte bu kadar’ diye bağırıyor.”

Kaşıkcı “neyi yanlış yaptık” diye soruyor. Bugün IŞİD içinde üç dört bin Suudi savaşçının bulunduğunu hatırlatarak “IŞİD’in doğuşunu açıklamak için içeriye bakmak” gerektiğini öğütlüyor. “Siyasal hatalarımızı” kabul etmenin, “bizden öncekilerin yapmış olduğu yanlışları düzelmenin” vakti belki de gelmiştir diyor.

Modernleştirici kral en zayıf hedef

Şu andaki Suudi kralı Abdullah, tam da bir modernleştirici olduğu için, paradoksal biçimde en kırılgan konumdaki kişi. Kral dinsel kurumlarının ve diyanet polisinin etkisini sınırlamış – ve daha da önemlisi,  dört Sünni hukuk mezhebinin uygulamalarına izin vermiş bulunuyor (el Vahab tersine kendisininki dışındaki bütün hukuk okullarına karşıydı).

Hatta, doğu Suudi Arabistan’ın Şii sakinlerinin Caferi hukukunu izlemeleri ve Şii Caferi din adamlarının hükmüne başvurmaları bile mümkün. (Buna açık bir tezat olarak, el Vahab Şiiliğe özel bir düşmanlık besliyor ve Şiileri kâfir sayıyordu. 1990’lar kadar yakın bir tarihte bile bin Baz – eski Müftü – ve Abdullah Cibrin gibi din adamları Şiilerin imansız olduğuna dair geleneksel görüşü tekrarlıyordu.)

Günümüz Suudi ulemasından kimileri bu tür reformları neredeyse Vahabi öğretilerine karşı bir provokasyon ya da en azından batılılaşmanın yeni bir örneği olarak görecekti. Örneğin IŞİD, İslam Devletinin sunduğu hukuktan başka bir hukuku kabul eden herkesi imansızlık suçu işlemiş kabul etmektedir – çünkü onlara göre, bu tür “başka” hukukların hepsi ya bidat ya da başka kültürlerden alıntı demektir.

Şimdi kilit önemdeki siyasal soru, IŞİD’in zaferlerinin ve bu arketipik güdünün özgün sofuluğunun ve öncülüğünün bu tam tezahürünün ortaya koyduğu basit gerçekliğin Suudi krallığının içindeki bozguncu “gen”i uyandırarak harekete geçirip geçirmeyeceğidir.

Öyle olursa ve Suudi Arabistan IŞİD taşkınlığı tarafından yutulursa Körfez asla şimdiki gibi kalmayacaktır. Suudi Arabistan ortadan kalkacak ve Ortadoğu tanınmaz hâle gelecektir.

Kısacası, Ortadoğu’nun içine yerleştirilmiş olan saatli bombanın doğası budur. IŞİD’in Abdülvahab’a ve (muhalif yazılarını yayıp dağıttığı) Cüheyman’a yaptığı anıştırmalar güçlü bir provokasyon oluşturmakta: Böyle yaparak Suudi toplumunun suratına yitirilmiş bir “saflığın” ve zenginlik ve gevşeklik gösterilerince yerinden edilmiş eski inanç ve kesinliklerin imgesini gösteriyormuşa benzeyen bir ayna tutuyor.

Suudi toplumunun ortasına fırlatılmış olan IŞİD “bombası” budur. Kral Abdullah – ve reformları – halkça tutuluyor ve belki o, İhvancı hoşnutsuzluğun yeni bir patlamasını dizginleyebilir. Ama bu ihtimal ölümünden sonra da geçerli olacak mı?

Ve burada, tekrar bir “arkada durarak yönetme” IŞİD’e karşı mücadelede Sünni devletleri ve toplulukları bir araya getirmeye (Irak’ta Uyanış Meclisleri ile yaptığı gibi) dayanacakmış gibi gözüken ABD siyasasının geçirdiği evrimden kaynaklanan bir zorluk var.

Bu, büyük ölçüde uygulanamazmış gibi gözüken bir stratejidir. Kendisini Suudilerin kendi arasındaki bu ayrışmanın ortasına kaldırıp atmayı kim ister? Ve de IŞİD’e karşı ortaklaşa girişilecek Sünni saldırıları Kral Abdullah’ın durumunu iyileştirir mi yoksa içteki Suudi hoşnutsuzluğunu ve öfkeyi daha da mı alevlendirir? IŞİD tam olarak kimi tehdit etmekte? Bunun yanıtı çok açık. (Batılıların ihtiyatlı davranması ve bu özel akrebin üstüne basmaktan kaçınması gerekse de) Batı’yı doğrudan tehdit etmiyor.

Suudi İhvan’ının tarihi ortada: İbni Suud’un ve Abdülvahab’ın 18. Yüzyılda, Suudi İhvan’ın da 20. Yüzyılda yaptığı gibi. IŞİD’in gerçek hedefi Hicaz – Mekke ve Medine’yi ele geçirmek – olmak zorunda. Bunun sağlayacağı meşruiyet, IŞİD’i Arabistan’ın yeni Emirleri olarak ödüllendirecektir.

Çevirenin notu:

[1] Arapça kardeş (ahi) kelimesinin çoğulu olan İhvan adı tarih boyunca birçok İslamî ve İslamcı hareket tarafından kullanılmıştır. Burada sözü edilen (Suudi) İhvan, bugün daha yaygın olarak tanınan Mısır kökenli İhvan (el Müslimin – Müslüman Kardeşler) ile karıştırılmamalıdır. Tersine, bu iki İhvan arasında düşmanlığa varan yoğun bir rekabet sürmektedir. Türkiye’deki ana akım İslamcı hareket, Necmettin Erbakan liderliğindeki Milli Görüş döneminde bu iki İhvan arasında her ikisiyle de iyi geçinmeyi gözeten bir tarafsız tutum sergilemişken Erdoğan-Davutoğlu önderliğindeki AKP çizgisi (eğer daha derinde Riyad’a karşı dengeleyici bir politika yürütülmüyorsa) görünürde, sıcak parasına duyduğu büyük ihtiyaca rağmen, Suudi yönetimini kızdırma pahasına Müslüman Kardeşlerden yana tutum almış bulunuyor (ç.n.).

Makalenin yazarı Alastair Crooke, İngiliz gizli istihbarat servisi MI6 eski ajanıdır.

http://caferider.com.tr/ortadogunun-saatli-bombasi-isidin-gercek-amaci-_h12877.html