“Kur’ân bize yeterlidir!” tezini savunanlar, İslâm’ı anlamak için Kur’ân’ın dışında başka hiçbir şeye ihtiyaç olmadığını, isteyen herkesin direk Kur’ân’a başvurarak İslâm’ı eksiksiz öğrenebileceğini, esasen Kur’ân dışında İslâm’a atfedilenlerin yalan yanlış şeyler olduğunu ve İslâm’la alakası bulunmadığını ileri sürmüş, hatta bir kısmı işi hadis ve sünnet gerçeğini inkâr etmeye kadar vardırmışlardır. Bunlar, iddialarını ispat etmek için güya bizzat Kur’ân’dan da delil göstermeyi ihmal etmemişlerdir. Biz bu iddiayı cevaplamaya geçmeden önce, onların delil olarak ileri sürdükleri ayetlerden de örnekler verip daha sonra onların tahliline ve gereken cevabı vermeye çalışacağız.
Diyorlar ki: “Bizzat Kur’ân birçok ayetinde, bir yandan kâmil ve eksiksiz bir kitap olduğunu ve her şeyi içinde barındıran kapsayıcı bir kitap olduğunu ortaya koyarken, diğer ayetlerinde herkes tarafından hiçbir açıklayıcının açıklamasına gerek duyulmadan rahatlıkla anlaşılabilecek açık seçik bir kitap olduğuna vurgu yapmıştır. Dolayısıyla Arapça bilmeyen bir kimse dahi meallere başvurarak Kur’ân’ın mesajlarını rahatlıkla anlayabilir.”
İşte bu iddiaya mesnet olarak ileri sürdükleri ayetlerden bazı örnekler:
“Andolsun biz Kur’ân’ı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık. (Ondan) öğüt alan yok mu?”[1]
“Bu (Kur’ân), bütün insanlığa bir açıklamadır; takva sahipleri için de bir hidayet ve bir öğüttür.”[2]
“O gün her ümmetin içinden kendilerine birer şahit göndereceğiz. Seni de hepsinin üzerine şahit olarak getireceğiz. Ayrıca bu Kitap’ı da sana, her şey için bir açıklama, bir hidayet ve rahmet kaynağı ve Müslümanlar için bir müjde olarak indirdik.”[3]
“…(Bu Kur’ân) uydurulabilecek bir söz değildir. Fakat o, kendinden öncekileri tasdik eden, her şeyi açıklayan (bir kitaptır); iman eden toplum için bir rahmet ve bir hidayettir.”[4]
“(De ki): Allah’tan başka bir hakem mi arayacağım? Halbuki size Kitap’ı açık olarak indiren O’dur…”[5]
Bunlar ve benzeri ayetlere dayanarak söz konusu görüşü savunanlar, iki hususu dillendiriyorlar: Birisi, Kur’ân’ın bütün yönleriyle kolayca herkes tarafından anlaşılabileceği, diğeri ise, Kur’ân’ın bir Müslümana gerekli olan her şeyi ihtiva ettiği…
Şimdi Allah’ın izni ve lütfuyla hem bu hususları cevaplamaya çalışacağız, hem de konunun tekmili için gerekli olan bazı diğer hususlara değinmeye gayret edeceğiz:
Kur’ân’nın herkes tarafından rahatlıkla anlaşılmasının mümkün olduğuna delil gösterdikleri ayetin açıklamasını bizzat Kur’ân’ın kendisinden yardım alarak şöyle cevaplayabiliriz:
Birincisi: Kur’ân, söz konusu ayetin sonunda “öğüt almak için kolaylaştırdık.” buyuruyor. Biz de kabul ediyoruz ki Kur’ân’ın insanların öğüt alabileceği birçok açık ayeti vardır ki onları okumak, insanın gafletini giderir, Allah’a ve ahirete yönelmesini sağlar. Ama acaba Kur’ân’ın bütün ayetleri bu özelliğe sahip midir? Bunu başta Kur’ân reddediyor. Çünkü ayetlerin bir kısmının mütaşabih ve anlaşılması zor olduğunu, bunları ancak Allah ve ilimde derinleşmiş kimselerin bileceğini vurguluyor.[6]
İkincisi: Başka ayetlerde Allah-u Teâlâ önceki ayetteki tabire yakın bir tabir kullanarak şöyle buyuruyor: “Resulüm!) Biz Kur’ân’ı, sadece, onunla Allah’tan sakınanları müjdeleyesin ve şiddetle karşı çıkan bir topluluğu uyarasın diye senin dilinle (indirilip okutarak) kolaylaştırdık.”[7]
Diğer bir ayette ise şöyle buyuruyor: “Biz onu (Kur’ân’ı), öğüt alsınlar diye, senin dilinle kolaylaştırdık.”[8]
Görüldüğü gibi, Allah-u Teâlâ, Kur’ân’ı nasıl kolaylaştırdığını bu ayetlerde açıklığa kavuşturup, bunun Resulullah’ın (s.a.a) diliyle (açıklamalarıyla) gerçekleştirildiğini vurguluyor.
Veya yukarıda bazı örneklerini verdiğimiz ayetlerde, Kur’ân’ın bir beyan/açıklama olduğunu söylüyorsa, bunu da yine başka ayetlerde şöyle izah etmiştir:
“Biz, görevlendirdiğimiz her resulü ancak kendi toplumunun diliyle gönderdik ki, onlara (açıklanması gereken her şeyi) beyan etsin/açıklasın. Bunun ardından, Allah dilediğini saptırır, dilediğini de iyiye ve güzele kılavuzlar. Aziz’dir, Hakîm’dir O!”[9]
“…Ve Zikr’i (Kur’ân’ı) sana indirdik ki, onlara indirileni sen açıklayasın. Belki düşünürler.”[10]
“Biz, sana bu Kitap’ı, yalnızca onlara ihtilaf ettikleri şeyi açıklayasın ve iman edeceklere bir hidayet ve rahmet olsun diye indirdik.”[11]
“Hiçbir insana yakışmaz ki, Allah kendisine kitap, hüküm-hikmet ve peygamberlik versin de sonra o, insanlara, ‘Allah’ı bırakıp bana kullar olun.’ desin. O ancak şöyle der: Öğrendiğiniz ve okuyup ders aldığınız şu Kitap’a dayanarak benliklerini Allah’a adamış kullar/rabbanîler olun!”[12]
“Ümmîlere içlerinden, kendilerine ayetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitap’ı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O’dur (Allah’tır). Kuşkusuz onlar önceden apaçık bir sapıklık içindeydiler.”[13]
Ayetlerden açık bir şekilde genelde bütün peygamberlerin, özelde Resulullah’ın (s.a.a) semavî kitapların ve Kur’ân’ın açıklayıcısı, öğretmeni ve ihtilaf ettikleri konularda onlara yardımcı olup ihtilaflarını bertaraf edecek bir merci olduklarını anlıyoruz. Eğer Kur’ân’ın her açıdan meram ve maksatlarının anlaşılmasında hiçbir açıklayıcının açıklamasına ihtiyaç duyulmasaydı, o zaman Resulullah (s.a.a) onlara neyin açıklayıcısıdır, neyin öğretmenidir? Bildikleri, anladıkları şeyleri mi onlara açıklıyor, öğretiyor?!
Bazıları diyor ki: “Bu ayetlerdeki açıklamadan maksat, kendine ineni eksiksiz tebliğ etmektir, tefsir etmek değildir.”
Bunlar teybin ile tebliği eş anlamlı tutuyorlar. Oysaki bu iddiayı da yine bizzat Kur’ân’daki tabir farklılıklarına dayanarak cevaplamak mümkündür. Mâide Suresi’nin 67. ayeti bunun çarpıcı bir örneğidir. Çünkü beyan/açıklama tabirinin kullanıldığı bu ayetlerde (Nahl, 44-68) “onlara indirileni açıklayasın diye” buyururken, tebliğ tabirinin kullanıldığı Mâide Suresi’nde, “Ey Resul, Rabbinden sana indirileni tebliğ et.” buyurmaktadır. Kur’ân’daki kullanımların, biz insanlarda birçok zaman olduğu gibi rastgele olmadığı gerçeğinden hareketle bu ayetlerdeki “onlara indirileni” tabiriyle, “sana indirileni” tabirini aynı tutamayız. Demek ki maksat birisinde tefsir ve açıklama görevidir, diğerinde ise tebliğ ve ulaştırma. Ayrıca diğer bazı ayetlerde Hz. Peygamber (s.a.a) hakkında Kitap’ın öğretmeni tabirini kullanması da, maksadın tefsir ve açıklama olduğunu desteklemektedir. Bazı ayetlerde Resulullah’a (s.a.a), “Nur saçan bir kandil (çırağ)”[14] sıfatının yakıştırılması da, bu ulvî gerçeğin bir başka ifadesidir.
Kur’ân için “her şeyin açıklayıcısı” vurgusunun yapıldığı ayetlere gelince, bu ayetleri de şöyle açıklayabiliriz:
Evvela, bu ayetlerin zahirinden ilk akla gelen “her şeyin Kur’ân’da var oluşunu ve Kur’ân’ın her şey için bir açıklayıcı olduğunu”, dolayısıyla her şeyi Kur’ân’da aramamız gerektiğini; ne Peygamber’in, ne de herhangi bir kimsenin açıklamasına gerek olmadığını söylemek, başkalarından çok bu iddia sahiplerini zor durumda bırakır. Çünkü o zaman şu önemli sorunun cevabını vermeleri gerekir:
Her şey Kur’ân’da var ise, o zaman bu “her şeyin” içerisine, istisnasız her konuda her şeyin bilgi, belge ve ispatının girdiğini de kabul etmeleri gerekir. Mesela bugün insanoğlunun elde ettiği bütün bilimsel ve teknolojik bilgi ve keşifleri, Kur’ân’da bulmamız gerekir ve esasen Kur’ân’a sahip olan Müslümanlar, başkalarından çok daha önceleri bu keşif ve bilgilere ulaşmaları gerekirdi. Oysa böyle olmadığını hepimiz biliyor ve kabul ediyoruz. Diğer konularda da durum aynıdır. Acaba her konuda her istediğimizi, Kur’ân’da bulmamız mümkün mü?
Demek ki “her şeyin açıklayıcısı” cümlesinden ilk akla gelen anlamı almak, başta bizzat iddia sahiplerini sıkıntıya sokar. O hâlde ayetin salt zahirini almamız mümkün değildir.
Burada mutlaka şöyle denilecektir: Bu “her şey”den maksat, Kur’ân’ın misyonuyla ilgili, hidayetle ilgili her şeydir, bununla alakalı olmayan şeyler değil.
Bu yaklaşım elbette bir yere kadar doğrudur; ama eğer bundan da dinin her detayının Kur’ân’da var olduğu kastedilirse, yine sıkıntıya gireriz. Zira asr-ı saadetten beri ibadetler, muameleler ve diğer birçok konuda ister ittifakla, ister kısmen Müslümanlar arasındaki uygulamaların küçümsenmeyecek bir bölümüne Kur’ân’dan delil göstermek mümkün değildir. Bilindiği üzere bunların hepsi, Resulullah’ın (s.a.a) açıklama ve uygulamalarına dayanmaktadır.
Peki, o zaman “Kur’ân her şeyin açıklayıcısıdır” cümlesini nasıl anlamalıyız? Ehlibeyt mektebinin bu konuda ortaya koyduğu görüş şöyledir: Kur’ân elbette her şeyin açıklayıcısıdır; ama bundan maksat her detayın Kur’ân’da olduğu değil, Kur’ân’ın hiçbir konuda Müslümanları ne yapacağını bilmez bir şekilde ve çıkmazda bırakmadığı, maslahat gördüğü miktarı kendi içinde zikrettiği, geri kalanında ise başvurulacak mercileri tanıtıp insanları onlara yöneltmesidir. Yani sorunları çözme mekanizmasını ortaya koyarak her konuda insanlara yol göstermiştir. Örneğin Resulullah (s.a.a) hakkında şöyle buyurmaktadır:
“Allah’a ve Resulü’ne itaat edin ki rahmete kavuşturulasınız.”[15]
“Her kim Allah’a ve Resulü’ne itaat eder, Allah’a saygı duyar ve O’ndan sakınırsa, işte asıl bunlar mutluluğa erenlerdir.”[16]
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e ve sizden olan Ulu’l-Emr’e de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, Allah’a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız, onu Allah’a ve Resul’e götürün; bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.”[17]
“Bununla beraber Allah ve Resulü bir işe hükmettiği zaman, gerek mümin bir erkek ve gerekse mümin bir kadın için, o işlerinde başka bir tercih hakkı yoktur. Her kim de Allah ve Resulü’ne asi olursa, açık bir sapıklık etmiş olur.”[18]
“Hayır! Rabbine andolsun ki, iş bildikleri gibi değil. Onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe, iman etmiş olamazlar.”[19]
“O, hevadan (kendi istek, düşünce ve tutkularına göre) konuşmaz; O (söyledikleri) ancak vahiy olunan bir vahiydir.”[20]
“De ki: Size, ‘Allah’ın hazineleri yanımdadır.’ demiyorum; gaybı da (Allah bildirmeden) bilmiyorum ve ben size, ‘Bir meleğim.’ de demiyorum. Ben ancak bana vahiy edilene uyarım...”[21]
“Şüphesiz biz sana kitabı hak olarak indirdik ki, Allah’ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin...”[22]
“...Peygamber size ne verirse onu alın, sizi neden sakındırırsa artık ondan sakının ve Allah’tan sakınıp korkun...”[23]
Burada konunun tekmili için birkaç noktaya daha değinmemizde yarar vardır:
1) Acaba “Kur’ân bize yeterlidir!” diyenler, gerçekten Kur’ân’la bütün sorunların üstesinden gelineceğini, ümmet arasındaki ihtilafın çözümleneceğini ve başka hiçbir mercie ihtiyaç kalmayacağını mı düşünüyorlar? Eğer böyle düşünüyorlarsa, o zaman şu sorunun cevabını vermeleri gerekir: 14 asırdır Kur’ân değişmez bir şekilde bütün Müslümanların elinde bulunmasına rağmen neden bu kadar bölük pörçük ve ihtilaflı hâldeler? Her birisi diğerinden farklı görüşler serdetmekte ve hepsi de güya Kur’ân’a dayandırmaktadır iddialarını.
2) Bu iddiada ısrarcı olanların bu ısrarlarında etkili olan üç önemli kaygıları daha vardır. Bunların birisi, güya bu vesileyle Kur’ân’ın saygınlığını korumaktır. Zira diyorlar ki: “Kur’ân yeterli değil demek, Kur’ân’ı eksik görmek ve onu küçümsemektir. Allah’ın kitabı nasıl eksik olur veya başka birisinin açıklamasına ihtiyaç duyar?”
Oysa bu yanlış bir düşüncedir. Evvela yukarıda da belirttiğimiz gibi başkasına müracaat etmemizde de yine referansımız Kur’ân’dır. Keyfimiz isteyen herkese başvurup söylediklerini hüccet olarak kabul edemeyiz. Yani Kur’ân bizi şaşkın vaziyette bırakmamıştır. Kur’ân yeterli değildir demek, Kur’ân değersizdir, önemsizdir, bayağıdır, demek değil. Kaldı ki Kur’ân detay kitabı da değildir. Ana prensipleri ve bazı detayları zikredip, gerisini özelliklerini belirlediği mercilere bırakmıştır.
3) İşte bu noktada bu iddia sahiplerinin şöyle bir endişesi daha ortaya çıkmaktadır; diyorlar ki: “Kur’ân yeterli değil deyip hadislerin peşine gitmek, ilâhî vahiyle beşerî kelamların birbirine karıştırılmasına ve birçok konuda Allah’ın değil, kendimiz gibi beşer olan birilerinin dediklerine itibar etmemize yol açar.”
Oysa bilmemiz gerekir ki, Kur’ân’ın bizi yönlendirdiği Peygamber’in, din adına veya Kur’ân’ın açıklaması olarak sunduğu şeyler de vahiydir, ilâhî kaynaklıdır. Çünkü vahiy iki kısımdır: Kur’ânî vahiy, gayr-ı Kur’ân’i vahiy. Kur’ânî vahyin özelliği, hem lafız ve kalıplarının Allah’tan oluşudur, hem de muhtevasının. Ama gayr-ı Kur’ânî vahiylerin muhtevası Allah’tan olmakla birlikte açıklanma şekli Peygamber’e bırakılmıştır. Resulullah’a (s.a.a) gayr-ı Kur’ânî vahiylerin geldiğinin delillerini, Ehlibeyt Mesajı isimli dergide genişçe ele almışız ki isteyen kardeşler bu yazıya aşağıdaki linkten ulaşabilirler:
http://www.kevsernet.com/s_ve_c/16.htm
4) Bu tezi savunanların en azından bir kısmının bir gerekçesi de kaynaklarda nakledilen hadislerin içinde zayıf, mantıksız, İslâm ve Kur’ân’ın ruhuyla bağdaşmayan rivayetlerin varlığıdır. Bu gerekçeyi ileri sürenlerin kaygılarını anlamak mümkündür; ama bu problemin çaresi sünneti inkâr veya hadisleri bütünüyle bir kenara itmek olamaz. Çünkü o zaman çok daha büyük problemlerle karşılaşmamız kaçınılmaz olur. Bunun çaresi, belirlenen birtakım kriterler ve ölçülerle hadislerin doğrusunu yanlışından, zayıfını güçlüsünden ayırt etmektir ki, bunu da işin uzmanları zaten yapmaktadırlar. Bu konuda yine Ehlibeyt unsurunun önemi ortaya çıkmaktadır ki, ileride buna değineceğiz.
“Kur’ân Bize Yeterlidir!” Tezinin Önemli Mahzurları
1) Acaba bu tezi savunanlar, hiçbir konuda hiçbir şekilde mi hadislere itibar etmezler, yoksa bazı konularda edip bazısında mı es geçerler? Eğer hiçbir konuda istisnasız hadislere itibar etmezlerse, Kur’ân-ı Kerim’i birçok yerde müphem ve muamma gibi bir kitaba dönüştürmüş olurlar. Yok, eğer bazı yerde kabul ediyoruz, bazı yerde etmiyoruz, derlerse (ki birçok ayette, özellikle tarihle alakalı konularda sebeb-i nüzul hadislerinden istifade ediyorlar), o zaman da neye dayanarak bu ayrıcalığı ve sebepsiz tercihi yaptıklarını açıklamalıdırlar.
2) “Kur’ân bize yeterlidir!” tezi, tez sahiplerinin zannettiklerinin tam aksine, ümmet arasındaki ihtilafları ortadan kaldırma yerine daha da artıracaktır. Zira bir taraftan herkesin ilim, anlayış ve kavrayış seviyesi aynı değildir; diğer taraftan Kur’ân ayetleri açıklık ve anlaşılırlık açısından aynı düzeyde değillerdir. Bu ise doğal olarak ayetlerin anlaşılması ve onlardan çıkarılacak anlam ve hükümler açısından farlılık ve ihtilaflara yol açacaktır. Dolayısıyla bu ihtilafları ortadan kaldıracak bir merciin, mekanizmanın olması şarttır, zarurettir.
Aslında bize göre bu mekanizma İslâm’da konulmuştur. Yukarıda da beyan ettiğimiz gibi, Allah-u Teâlâ bu mercii bize Resulullah (s.a.a) olarak tanıtmış, Resulullah ise yine Allah’ın emriyle kendinden sonra bu mercileri, ilim ve irfanının vârisleri olan Ehlibeyt’i olarak tanıtmıştır. Kaynakların ortaklaşa naklettikleri meşhur ve mütevatir Sekaleyn (iki emanet) hadisi, Sefine (Ehlibeyt’i Nuh’un gemisine benzeten) hadisi gibi…
Konunun daha iyi pekişmesi için bu konuda tarihte nakledilen iki çarpıcı olayı nakletmemizin faydalı olacağı kanaatindeyiz:
Kaynaklarda şöyle nakledilmiştir: Bir gün Kur’ân’da belirlenen şer’î haddi (cezayı) uygulamak üzere bir hırsızı, Abbasî halifelerinden Mu’tasım’ın düzenlediği toplantıya getirdiler.
Kur’ân’ın buyruğu şöyledir: “Hırsızın elini kesin.”
Fakat Mu’tasım, elin neresinden kesileceğini bilmiyordu. Ehlisünnet âlimlerine sordu.
Biri, “Bilekten kesin.” dedi. Başka biri, “Dirsekten kesin.” dedi. Her birisi de Kur’ân’ı kendisine şahit gösteriyordu. Birisi teyemmüm ayetindeki el kelimesini şahit gösterip, bilekten; diğeri abdest ayetindeki el kelimesini şahit gösterip dirsekten kesilmesine hükmetti. Mu’tasım ikna olmadı. Mecburen mecliste bulunan 9. Ehlibeyt İmamı, İmam Muhammed Taki’ye (a.s) sordu.
İmam şöyle buyurdu:
– Dört parmak kesilmelidir.
– Neden?
– Çünkü Allah, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: “Secde yerleri (mescidler) Allah’a mahsustur.”[24]
Yani elin ayası da dâhil, secde hâlinde yere bırakılan vücudun yedi azası Allah’a mahsus olup kesilmemelidir. Herkes kabul etti ve İmam’ın istidlâliyle ikna oldu.[25]
Görüldüğü üzere ilmi, ilâhî kaynaklı olmayan, Resulullah’ın (s.a.a) ilim pınarından beslenmeyen bir kimsenin böyle bir tefsiri yapması mümkün değildir.
Bir diğer olay şöyle nakledilmiştir:
Şam şehrinden bir adam İmam Cafer Sadık’ın (a.s) huzuruna varıp, “Öğrencilerin ile tartışmak için geldim.” dedi.
İmam’ın emri ile onu, İmam’ın en genç öğrencisi Hişam’a tanıttılar.
Şamlı dedi ki:
– Ey çocuk! Bu adamın (İmam Sadık -a.s-) imameti hakkında benden soracağın varsa, sor.
Hişam, onun edepsizliğinden çok öfkelendi. Ama öfkesini gizleyip şöyle dedi:
– Allah mı kullarına daha merhametlidir, yoksa onların kendileri mi?
– Allah.
– Merhamet ve şefkat sahibi Allah kulları için ne yapmıştır?
– Onları ihtilâf ve tefrikadan korumak, aralarında birlik ve beraberlik icat etmek ve dinî vazifelerini onlara açıklamak üzere apaçık bir önder ve delil belirlemiştir.
– O önder kimdir?
– Peygamber.
– Peygamber öldükten sonra kimdir?
– Allah’ın kitabı -Kur’ân- ve Resulullah’ın sünneti.
– Allah’ın kitabı ve Peygamber’in sünneti bugün bizim ihtilâfımızı önleyebilir mi?
– Evet.
– O hâlde -her ikimiz de Müslüman olduğumuz hâlde- neden birbirimizle tartışıyoruz? Sen bu ihtilâflardan dolayı Şam’dan buraya gelmemiş misin?
Şamlı hiçbir şey söyleyemedi, sustu kaldı.
İmam Cafer Sadık (a.s) Şamlı adama, “Niye konuşmuyorsun?” buyurdu. “Ne söyleyeyim?” dedi, “İhtilâfımız yoktur desem, yalan söylemiş olurum. Allah’ın kitabı ve Peygamber’in sünnetinin ihtilâfları ortadan kaldırabileceğini söylesem, yine de yalan söylemiş olurum. Çünkü -birçok konuda- Allah’ın kitabının ve Peygamber’in sünnetinin ihtilâfı giderebilecek açık bir beyanı yoktur...” Daha sonra Şamlı adam, “Bu soruyu, ben Hişam’a sormak istiyorum.” dedi. İmam, “Sor.” dedi.
Şamlı:
– Ey Hişam! İnsanlara karşı kim daha merhametlidir. Allah mı, yoksa halkın kendisi mi?
– Allah.
– O Müslümanların birlik ve beraberliğini koruması, hatalarını önlemesi, hak ve batılı onlara beyan etmesi için birini göndermiş mi?
– Peygamber’in zamanını mı söylüyorsun, yoksa bugünü mü?
– Resulullah’ın zamanında onun kendisi idi. Bugünü söyle.
Hişam, İmam Cafer Sadık’ı (a.s) göstererek:
– Bugün burada oturan bu şahıstır ki, insanlar her taraftan ona yöneliyor ve o gökyüzünden -ve yerden- bize haber veriyor. Bu ilim ve bilgiyi, Resulullah’a kadar atalarından miras almıştır.
– Bu iddianı nasıl kabul edebilirim?
– Şimdi istediğin her şeyi ona sorabilirsin.
– Buna göre artık bir mazeretim kalmadı; şimdi bana sadece sormak düşer.
Bunun üzerine İmam Cafer Sadık (a.s) onun yolculuğunun nasıl geçtiğini haber verdi. Kendisinden başka kimsenin bilmediği, yolda başından geçenleri ayrıntılarıyla anlattı. Öyle ki, artık adamın hiçbir tereddüdü kalmadı ve İmam Cafer Sadık’ın (a.s) imametine tasdik ve ikrarda bulundu.[26]
3) Tabi bunlar madalyonun bir yüzü, yani Kur’ân’ın zahiriyle alakalı bir durum. Oysaki bu kelimelerin ve zahirî manaların altında, özellikle maarif, itikat ve ahlâk bölümünde, oldukça derin, geniş ve köklü manevî maksatlar saklıdır.
Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Kur’ân’ın güzel bir zahiri ve derin bir batını var.”[27]
Yine nakledilmiştir ki: “Kur’ân’ın batını var ve batınının da batını var; yedi batına kadar böyledir.”[28]
Esasen, büyük müfessirlerin de dediği gibi, Kur’ân’ın tamamının tevil ve batını vardır ki, sadece düşünme ve araştırma ile ona ulaşmak mümkün değildir. Kelime yoluyla da herkese beyan edilemez. Çünkü bazılarının onu idrak etmeye ve uygulamaya gücü yetmez. Bunlara ancak ve ancak ilimleri ilâhî kaynaklı olan, Resulullah’ın (s.a.a) ilim ve irfanının vârisleri ve onun ilim şehrinin kapısı konumunda olanlar ulaşabilir. “Kur’ân bize yeterlidir!” diyip Kur’ân’dan bir tek zahirle yetinenler, ancak kendilerini ilimden, irfandan ve Kur’ânî hakikatlerden mahrum ederler.
Bu bölümü İmam Cafer Sadık’ın (a.s) ilginç bir sözünü aktararak bitirmek istiyoruz. Şöyle buyuruyor:
“Allah Azze ve Celle’nin Kitab’ı dört şeye (dereceye) ayrılır. İbareler (zahiri ifadeler), İşaretler, incelikler, hakikatler. İbareler avam içindir; işaretler havas (özel-eğitimli kişiler) içindir; incelikler veliler içindir ve hakikatler Peygamber için.”[29]
Aslında bu gerçeği Kur’ân’ın kendisinden de anlamamız mümkündür. Vâkıa Suresi’nin 78 ila 80. ayetinde şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz bu, değerli bir Kur’ân’dır, * Korunmuş bir kitaptır. * Ona ancak temizler dokunabilir-ulaşabilir. * O, âlemlerin Rabbinden indirilmiştir.”
Evet, hakikatleri meknun (saklı) olan bu kitaba ancak mutahhar ve tertemiz olan kimseler ulaşabilir. Bunlar ise, bu ümmetin içinde Ahzâb Suresi’nde “Ehlibeyt” kavramı altında beyan edilip temizlikleri onaylanan ve kisa/aba altında toplanarak tanıtılan Resulullah ve onun Ehlibeyt’idir. Diğerleri ise temizlikleri ölçüsünde ve o mutahhar şahsiyetlere yakınlıkları ve onlardan yararlandıkları ölçüde nasiplenirler.
4) Bu bölümde “Kur’ân bize yeterlidir!” tezinin doğuracağı olumsuz sonuçların ve çıkmazların daha iyi anlaşılabilmesi için, hadislere müracaat edilmeden anlaşılması mümkün olmayan ve ipham perdesi altında kalacak ayetlerden örnekler vermeye gayret edeceğiz.
Hadislerden yardım almadan Tevbe Suresi’nin 37. ayetinde geçen “nesi” (ertelemek), kavramından neyin kastedildiğini, bunu yapanların kimler olduğu ve diğer detayları nasıl anlayacağız. Biz ayetin açıklamasız metnini veriyoruz; lütfen tefsirlere bakmadan ayeti bir okuyun bakalım, bir şey anlayabilecek misiniz?
“Ertelemek, sadece kâfirlikte ileri gitmektir. Çünkü onunla, kâfir olanlar saptırılır. Allah’ın haram kıldığının sayısını bozmak ve O’nun haram kıldığını helâl kılmak için bir yıl helâl sayarlar, bir yıl da haram sayarlar. Onların kötü işleri kendilerine güzel gösterilmiştir. Allah kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.”
Yine Tevbe Suresi’nin 118. ayetinde savaşa gitmekten çekindikten sonra, kendilerine karşı uygulanan ambargonun ardından karşılaştıkları zor durumlar ve bilahare tövbelerinin kabulünden bahsediyor. Ama hadislere müracaat etmeden bu üç kişinin kimler olduğu, neden savaşa katılmadıkları, hangi savaşta olduğu, uygulanan ambargonun keyfiyeti ve diğer birçok detayları anlamak mümkündür değildir.
Enfâl Suresi’nin 67 ila 69. ayetlerinde beyan edilen esirler olayı ve ayette açıklanmayan, hadisler olmadan ayetin normal zahirî maksatlarının bile anlaşılamayacağı gerçeği bunun bir başka örneğidir.
Mücâdele Suresi’nin 12. ve 13. ayetlerinde bahsedilen necva olayının detay bilgileri, necvanın ne olduğu, neden bu hükmün getirildiği, neden 13. ayette kınamanın ardından af getirildiği, bu olaydaki sadaka hükmüne kimin amel ettiği vs. bir sürü detayları yine hadislerin yardımı olmadan anlamak mümkün değildir ve ayetler müphem bir olaydan bahseder şekilde karşımızda duracaktır.
Âl-i İmrân Suresi’nin 173. ayetinin açıklamasız metni de şöyledir:
“Bir kısım insanlar, müminlere, ‘Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman sakının onlardan!’ dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve ‘Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!’ dediler.”
Şimdi bu ayetin hangi tarihî olayla alakalı olduğu, “Bu şayiayı yayan bir kişi miydi, yoksa birkaç kişi mi? İsimleri neydi? Niye bunu yaptılar? Düşman dedikleri kimlerdi?” vs. bir sürü detayların hiçbirisi ayette yoktur. Hadisler olmadan bunları öğrenmemize imkân var mı?
Tarihî olaylardan buna daha birçok örnek vermek mümkündür.
Elbette bu durum sadece tarihî olaylarla sınırlı değildir. Benzer durumlarla hemen her konudaki ayetleri incelerken karşılaşırız. Kaza ve kader, cebir ve ihtiyar, ruyetullah, yadullah, aynullah, Arş, Kürsi vs. müteşabih ayetler, masumiyetle alakalı ayetler, velayet ve imametle ilgili ayetler, mead ve yeniden dirilişle ilgili bazı ayetler gibi…
Fıkhî konularda abdest şekli, teyemmüm şekli, namazın kılınış şekli, zamanları, hırsızın elini kesme konusu, haccın birçok detayı, Kıble meselesi ve değişimindeki detaylar, nasih mensuh meselesi ve onlarca başka konular.
Konunun tekmili için şunu hatırlatmakta fayda vardır ki, bazıları da bu grubun tam karşı noktasında yer alıp Kur’ân’ın normal insanlar tarafından asla anlaşılamayacağını, dolayısıyla bizlerin Kur’ân’dan ancak Resulullah’ın ve vasilerinin açıkladığı kadar nasiplenebileceğimizi iddia etmişlerdir.
Bu görüş de en az birinci görüş kadar yanlış ve vahim bir düşüncedir. Bunu kabul etmek demek, Kur’ân’ı büsbütün tatil etmek ve hayat sahnesinin dışına itmektir ki, her şeyden önce bizzat Kur’ânî açıklamalara aykırı olduğu kesindir.
Kur’ân, onlarca ayetinde insanları Kur’ân’ı okumaya, akletmeye (ayetleri üzerinde düşünmeye) davet etmektedir. Eğer hiçbir şekilde Kur’ân’dan istifade etme imkânı olmasaydı, bu davetlerin hepsi abes olurdu ve Hakîm olan Rabbimizden hikmete aykırı her şey uzaktır.
Kısacası bizim dediğimiz şey şudur: Evvela, Kur’ân’a tam anlamıyla ve bütün yönleriyle hâkim ve musallat olmak herkesin işi değildir. Saniyen Peygamber (s.a.a) ve onun ilminin mirasçıları ve ilim şehrinin kapıları olan Ehlibeyt İmamları’nın dışındakilerin, her konuda Kur’ân’dan istifade ettiklerine, Kur’ân’ın nihaî görüşü demek doğru değildir. Dolayısıyla “Başkaları da elbette Kur’ân’dan nasiplenebilir” demekle “Her konuda herkes Kur’ân’ın bütün mana ve meramını, nihaî görüşünü anlayıp ortaya koyabilir” demek, tamamen farklı şeylerdir.
[1]- Kamer, 17, 22, 32, 40
[2]- Âl-i İmrân, 138
[3]- Nahl, 89
[4]- Yûsuf, 111
[5]- En’âm, 114
[6]- Âl-i İmrân, 7
[7]- Meryem, 97
[8]- Duhân, 58
[9]- İbrâhîm, 4
[10]- Nahl, 44
[11]- Nahl, 64
[12]- Âl-i İmrân, 79
[13]- Cuma, 2
[14]- Ahzâb, 46
[15]- Âl-i İmrân, 132
[16]- Nûr, 52
[17]- Nisâ, 59
[18]- Ahzâb, 36
[19]- Nisâ, 65
[20]- Necm, 3-4
[21]- En’âm, 50
[22]- Nisâ, 105
[23]- Haşr, 7
[24]- Cin, 18
[25]- Tefsir-i Nuru’s-Segaleyn, c.5, s. 439
[26]- Usul-i Kâfi, c.l, s.171-173
[27]- Usul-i Kâfi, c.2, s.599
[28]- Tefsir-i Safi, c.l, s.39
[29]- Biharü’l-Envar, c.75, s.278
|
|