Bir yaşamın evrensel oluşu, o yaşamın, her zaman ve evrenin her yerinde geçerli olmasına bağlıdır. Mesela: H201 atomlarının birleşmesinden su molekülü meydana gelir. Bu yasa evrenin her yerinde ve her zaman geçerlidir. 2+2=4 yasası her zaman her yerde geçerlidir. Bühtan her zaman ve her yerde kötüdür. İşte bu türden her zaman ve her yerde geçerli olan kanunlar evrensel hakikatlerdir. Bu hakikatler aynı zamanda insanlığın da müşterekidir. Öyle olmazsa, münkir kınanmaz.
Şimdi gelelim asıl konumuza.
Biz, aziz İslam’ın evrenselliğine iman etmişiz. Yani mukaddes dinimizin getirdiği inanç esasları, (Usul-i Din) ki bu, dünya görüşümüzün de temelini teşkil etmekte ve çerçevesini belirlemektedir. Evrenseldir. Şu anlamda ki, bu esaslar, zaman ve mekân değişimine bağımlı olmayan değişmez gerçeklerdir. Keza bu usul üzerine oturtulmuş füru
( detaylar) da sabit ve değişmez füru’dur. Makalenin ikinci bölümünde Füru-i Din’den bahsederken onlara işaret edilecektir.
İsterseniz bu usule özetle bir göz atalım.
1- Tevhid
Yani evrenin Rab’bini bir bilmek ve ister zatında, ister sıfatında olsun, ona ortak koşmamak.
Siz bu koca evrenin neresine giderseniz gidin, ister kendi güneş sistemimiz içerisindeki bir yıldıza, ister kendi içinde bulunduğumuz galaksinin milyonlarca ışık yılı ötesindeki galaksilere gidin ve neye bakarsanız bakın, atom çekirdeğinden muhteşem galaksilere, canlısından cansızına evrende ne varsa hepsi bir cebbarın tekvini kanunları altında oluşmuş, gelişmiş, genişlemiş ve varlığını, nizamını devam ettirmektedir.
Her maddi varlığın içyapısı, dış yapısı, temel taşı onu oluşturan malzemenin özellikleri ve diğer varlıklarla olan irtibat ve ilişkilerini ayrı ayrı ve dikkatle gözden geçirdiğimizde ve evrenin tamamının birbiriyle olan münasebet ve irtibatlanıışına baktığımız an, her varlığın yapısında aynı mimar- mühendisin plan ve projesini, aynı ustanın elini, aynı hekimin hikmetini, aynı âlimin ilmini, aynı yasamanın yasalarını, aynı kadirin kudretini, aynı razıkın rızkını ve aynı mürebbinin terbiyesini okuyacağız. Keza bir bütün olarak birbiriyle olan irtibat ve ilişkisine baktığımız anda bir cebbar müdebbirin hâkimiyetinde şekillenip musahhar olduğuna açıkça görmekteyiz. “Evvel’ul-ilmi marifet’ul -Cebbar...”
Tek cümleyle ifade edecek olursak mümkin’ül-vücudun hudus ve tagayyür (başlangıçlı oluşu ve değişken oluş)unda Vacib’ül-vücudun varlığını, buna hâkim olan nizam ve tekvini kanunlarda O’nun birliğini tereddütsüz görmekteyiz. Şu da ilmi bir gerçektir ki, eğer bu evrenin nizamına farklı yasalar girmiş olursa bu nizam kesinlikle bozulur gider ve her şey darmadağın olur. “Eğer onlarda Allah’tan başka ilahlar olsaydı bozulup giderlerdi.”
O halde Tevhid akidesi evrenseldir. Zaman ve mekân şartları bu evrensel hakikati değiştirmez.
2-Adl
Bu akide iki açıdan evrenseldir.
a-Adaletin güzelliği, gerekliliği ve fazileti evrenseldir.
b-Rabb’ül-alemin’in adaleti evrenseldir. “Allah, âlemlere zulmetmek istemez” (Al-i İmran 3. Sure Ayet /108) “Onlara kıl kadar zulmedilmez.” (Nisa 4. Sure Ayet/49) “Ve onlara zerre kadar zulmedilmez.”(Nisa 4. Sure Ayet/124) “Ve hiç bir şeyde zulme uğratılmayacaklardı.” (Meryem suresi Ayet/60) “Onlara asla zulmedilmez.” Bu ayet Kur’an’ın birçok yerinde mevcududur. Bkz. 2/281, 3/25-161, 6/160, 10/47-54, 16/111, 23/62, 39/69, 45/22. ve 46/19
Esasen zulmün arz ve naks’ın ifadesi olur. Bu konuyu da fazlaca uzatmaya gerek yok.
3- Nübüvvet: Mahiyeti itibariyle evrensel bir akidedir. Melaikenin bile secde ettiği ilahi bir misyondur. Peygamberler yeryüzünde Allah’ın sözcüleridir.
Asıl konumuz Peygamberlerin sonuncusu ve efendisi Hz. Muhammed (s.a.v)dir. O’nun risaleti zaman ve mekân şartlarının değiştirmeyeceği evrensel bir hakikattir. Onun zat-ı pâki (s.a.v) evrenseldir. Zira evren onun nurundan yaratılmıştır. Onun hatırına yaratılmıştır.
Onun sünnet-i seniyyesi her zaman ve her yerde tüm yönleriyle evrensel hakikatler manzumesidir ki biz bir makalenin vus’atına sığacak ölçüde furu’u-din bölümünde bunlara deyineceğiz.
O, Gerçekleştirdiği inkılâbıyla evrensel bir hakikattir.
O, tarihin makûs seyrini her yönüyle değiştirmesiyle evrensel bir şahsiyettir.
O, diğer âlemlerle birlikte kendisine iman eden yeryüzünün her kıtasına yayılmış (ve gün geçtikçe artan) milyarlık ümmetiyle evrensel bir şahsiyettir.
Her Peygamber nübüvvetini bir takım geçici mucizelerle ispatlamıştır.
Seyyidül-mürselin Muhammed Mustafa (s.a.v) ise bu mucizeler benzerlerini getirmenin yanında onun nübüvvetini ispatlayan kalıcı mucizeler de getirmiştir.
A- Kur’an: Bu şanı yüce kitap her açıdan gerçekten kalıcı bir mucizedir. İster nazm ister fesahat ve belagat bakımından olsun; ister muhteva ve üslub, ister içerdiği ilmi hakikatler bakımından olsun; ister ihtiva ettiği doktiriner fikir sistemi ve sistem üzerine oturttuğu hukuk ve adalet anlayışı açısından olsun; ister içinde bulunan geçmişe dönük, geleceğe ait ve o günkü insanlar tarafından bilinmeyen bilimsel problemlerin izahı noktasındaki gaybi haberler bakımından olsun, bu yüce kitap, kelimenin tam anlamıyla ebedi bir mucizedir.
Kur’an bu zikrettiğimiz gerçeklerin örnekleriyle doludur. Bununla birlikte birer örnekle makalemizi süslemekte yarar ummaktayız.
Fesahat ve belagat anlamında ele alacak olursak:
Bu konuda aczimi itirafla, denizden damla misali, sadece fatihet’ül-kitaba bir göz atmak bu iddiamızın sıhhatine delil olarak yetecektir.
Bir besmelesinde edipler yedi yüz vech beyan etmektedirler. Bunları saymak bu makaleye sığmaz. Hukuksal açıdan bakacak olursak, mesela; bir İngiliz polisi birisini tutuklarken, “Kraliyet adına seni tutukluyorum” diyor. Diğer bir memur, “Kraliyet adına şu işlemi (lehte ya da aleyhte) yapıyorum” diyor.
Bir başka ülkede mesela; federal devlet adına, bir başka ülkede şu cumhuriyet devleti adına, bir başka ülkede şu kanun adına, şu işlemi yapıyorum; diyor o ülkenin memurlarından her hangi biri.
“Bismillah” bütün bunlara iptal kalemi çekiyor. İnsanlar kimsenin kulu ve mülkü değildir. Onun için kimse adına ve kimsenin kurduğu rejim adına uydurduğu kanun adına insanlar üzerinde tasarruf etme hakkı kimseye tanınmıyor. Zira “ la ilahe” aslında sadece insanlar üzerinde değil, kâinatta bulunan her şey üzerinde tasarruf yetkisini kimseye vermez. Zira “La ilah” Ancak bütün kâinatı o cümleden insanı yaratıp, geliştiren, onlara en uygun şekli veren, rızkını mukadder kılıp, yönlendirip, rızkıyla buluşturan Malik-i Mutlak, Cami-i Kemalat hariç madem her şeyin yaratıcısı, Razik’ı ve maliki olan birisi varsa o zaman tabii olarak her şey üzerinde tasarruf yetkisi de ancak ona ait olacaktır. İşte bunun için “La ilah” haklı sözünden sonra bu haklılığı kemale erdiren “İllellâh” ifadesi kullanılır.
Madem her şeyin tasarruf yetkisi ondadır o halde Kraliyet adına değil, fedaral devlet adına değil, uyduruk ve insan fıtratıyla çelişen rejim ya da kanun adına değil, ancak ve ancak “Allah adına” ve O’nun izniyle tasarruf edilir. Öyleyse her şeyde “Bismillah” ve O’nun tasarruf izni gerekli. Bence ilginçtir ki, diğerlerinin adına tasarrufa kalkışanlar onların kahhar güçlerini ön plana çıkarıp onu ima ediyorlar. Oysa her şeyin maliki ve her şeye kadir olan Allah (c.c) adına O’nun izni dâhilinde tasarrufta ise O’nun engin ve kuşatıcı rahmet sıfatları tasrih edilmektedir.
İkinci ayetinde bütün âlemlerin Rabb’i olan Allah’a, hamdi tahsis etmektedir. Böylece tüm güzelliklerin yaratıcısının o olduğuna ve tüm kemalatın kusursuz olarak O’ndan olduğuna dikkat çekilmekle birlikte, yağcılığın ve yardakçılığın önü alınarak haksız yere öve öve birbirlerinin firavunlaştırılması da önlenmektedir. Böylece toplumun kâmil insan yetiştiren onurlu ve verimli bir tarla olması gerekirken, Firavun yetiştiren onursuz ve verimsiz çorak tarla olması da önlenmiş olur.
Üçüncü ayette de enteresandır âlemlerin Rabbi’nin yine engin ve kuşatıcı rahmet sıfatları ön plana çıkarılmıştır. Rahmetinse hâkim olduğu yerde zulümden eser kalmaz, olamadığı yerde ise zulüm var.
Dördüncü ayette ise rahmet ehlinin iyiliğinin ve zalimlerin kötülüğünün karşılıksız kalmayacağı gün hatırlatılmaktadır. O günün malikinin de rüşvetle kayırılacak birisi ya da izni olmadan aracılık kabul edecek birisi değil bizzat Rabb’ül - âlemin olduğu vurgulanmaktadır.
Beşinci ayette ideal mümin ümmetin ibadetinin yalnız ona ve istianetinin (yardım dilemesinin) de yalnız ondan olacağının üstüne parmak basılarak özgür, çok onurlu ve izzetli bir toplum olmanın vazgeçilmez iki şartı ortaya konulmuştur.
Altıncı ve yedinci ayetlerde, bu ideal mümin toplumun en çok arzuladıkları şeyin, doğru yolda Allah’ın nimetlendirdiği (en seçkin ve temiz insanların; Nebilerin, sıddıkların, şehidlerin; hak yolunun kurbanlarının ve salihlerin) işte bu kimselerin yolunda olmaktan, En çok çekinip sakındıkları şey de, Nebilerin, sıddıkların, şehitlerin ve salihlerin yolundan gayrisini seçip de azmış olanların, ya da onlara karşı savaş açıp gazaba uğrayanların yolundan gitmekten ibaret olduğu vurgulanmıştır.
İşte altıncı ve yedinci ayetlerden hem teoride hem pratikte tevelli ve teberinin şart olduğu da anlaşılmaktadır. Bu yeti ayetli surenin ilk dört ayetinde en cami ve mühim noktalarıyla mebde’ ve Mead işlenmiş; son üç ayette ise o marifeti almış bir toplumun pratikte nereden başlayıp nereye varacağı, menfi yönde de aynı şekilde ifade edilmekle birlikte ancak o marifetten sonra Allah (c.c) tarafından muhatap alınacağı, O’na ulaşabilmek için hangi yoldan ve hangi vesileyle gidilmesi ve kimlerin yolundan sakınılması gerektiği vurgulanmıştır.
Dikkatle bakıldığında bu yüce kitabın oluşturmak istediği yüksek seviyeli düşünce sisteminin alt ve üst yapısı ve meydana getirilmek istenen ideal toplum portresinin en çarpıcı biçimi bu yedi ayette hulasa edilmiştir. Bu kısalıkta bir sure içerisinde bu kadar geniş mananın yatmış olması bu yüce kitabın fesahat ve belagatine delil olarak yeter artar bile. Bu surenin anlamı sadece bununla da sınırlı olmadığını belirterek diğer konularıma da makalemde yer bırakmam gerekir.
Resulullah (s.a.v)’in kalıcı mucizelerinden en önemlisi olan yüce kitabımızın diğer mucizevî yanlarına da kısada olsa değinmem gerekir. O cümleden Kur’an’ın gaybi haberlerini zikredebiliriz ki bunlar üç kısımdır.
1- Nazil olduğu dönemden önceki haberler.
Bunun delili olarak, Kur’an’da geçen kıssaları ve yaratılışla ilgili ayetleri zikredebiliriz.
2-Nazil olduğu dönemdeki o zamanın insanlarına göre gaybi denilebilecek haberler. Resulullah (s.a.v)’e karşı dâhili ve harici düşmanların komplolarını, necva ve su-i niyetlerini bildiren ayetler, bunun en güzel delilleridirler.
3- Geleceğe yönelik gaybi haberler.
Önceki iki şık herkesçe bilinen gerçeklerdir. Üçüncü ise yine üçe ayrılır:
a- Bizim çağımıza kadar vuku bulan haberler Rum 30. suresinin ilk ayetleri 1-4 ki, Rumun mağlubiyetten sonra galip geleceğini haber vermişti. Bu haber çok geçmeden vuku buldu. 41.Fussulet Suresinin 53. aleti:14 asır bundan önce O’nun hak olduğunu anlaması için muhteşem uzayın derinliklerinde ve karmaşık insan vücudunun sinir sisteminden tutunda hücresindeki genlerin içindeki ilahi ayetleri insanoğluna göstereceğini buyurmuştu. Bu gün ilmin bu konularda vardığı baş döndürücü noktaya baktığımızda Kur’an’daki bu gaybi haber in’de vuku bulduğuna hayranlıkla tanıklık etmekten kendimizi alamayız.
55. Er-Rahman Suresinin 33. ayetinde, yerkürenin etrafından göklerin derinliklerine nüfuz etmeleri için ins-u cinne emir vermiş, bununda mümkün olması için ateşli gök cisimlerine, havasızlığa ve çeşitli bir sürü engellere karşı dayanıklı ve musallat olan bir vasıtaya gereksinim olduğunu da işaret buyurmuştu. Vuku buldu. 17. İsra suresinin 88. ayetinde Kur’an, düşmanlarına meydan okuyarak, hepsi bir araya gelip güç birliği yapsalar da Kur’an’nın bir benzerini getiremiyeceklirini buyurmuştu. Bu gün Kur’an’ın nüfuzunu azaltabilmek için her yıl milyarlarca dolar harcayacaklarına onun benzerini getirip ondan kurtulmayı neden denemiyorlar? Bilim ve teknolojide bu kadar gelişmiş olmalarına rağmen bunu başaramadıklarını gururla görmekteyiz.
5. Maide suresinin 54. ayetinde, Allah’ın sevdiği, Allah’ı seven, müminlere karşı aziz, Allah yolunda cihat eden, kimsenin kınanmasından da korkmayan bir kavim getireceğini; bunların velilerini ve hiziplerinin adını bile devamında ki ayetlerde buyurmuştu. Resulullah (s.a.v) onların, Selman’ın kavmi olduklarını buyurduklarını da göz önünde bulundurursak bu gaybi haberin de vuku bulduğunu göreceğiz.
Kur’an’daki gaybi haberlerden vuku bulanların bir kısmını örnek alarak zikrettik.
B- Bu güne kadar vuku bulmamış ancak ahiretten önce vuku bulacak olan gaybi haberlerde bir kaç örnek vermek istiyorum:42. Şura suresinin 29. ayeti, Allah’ın ayetlerinden olarak gökleri, yeri ve bu ikisindeki canlıları saydıktan sonra meşîet-i ilahiyyeye bağlı olarak göklerdeki ve yerdeki canlıların bir araya geleceklerini buyurmuştur. Gerçi kaç yıldan beridir uçan dairelerden çokça bahsediliyor ise de henüz bu konu kesinlik kazanmamıştır. Uçan daireler (gökten gelen uzay araçları) olayı kesinlik kazandığı takdir de bu ayetteki gaybi haber de vuku bulacaklar sırasından çıkıp vuku bulmuşlar sırasına girecektir. 21. Enbiya suresinin 5. ayetinde ilahi iradenin mustaz’afların yeryüzünün önderleri ve varisleri olmasına taalluk ettiğini beyan edilmiştir. Yeryüzünde yaşayan insanların büyük çoğunluğunun evrensel bir kurtarıcının zuhur edip insanlığı zulüm ve her türlü olumsuzluklardan kurtaracağına inandığını göz önünde bulundurursak bu gaybî haberin de ahiretten önce vuku bulacağı kesindir. (Allah o günü yakın etsin ). Bu ayetlerde de (b) şıkkı için bir kaç örnekti. Elbette tamamı bundan ibaret değildir.
C- Ahirette vuku bulacak hadislerle ilgili gaybi haberler, Kur’an’da ahiretle ilgili yüzlerce ayet, bunun örnekleridir. Mead bahanesinde bu ayetlerden bir kısmını zikredeceğimiz için burada sözü uzatmaya gerek görmüyorum. Kur’an’ın mucizevî yanı sadece bununla da sınırlı değildir. Kur’an oturttuğu en güzel sistemle bir mucizedir. İlerde buna değineceğiz.
Kur’an ihtiva ettiği bilimsel hakikatlerle de bir mucizedir. Bununla ilgili bir kaç ayet zikretmek korkarım Kur’an’ın azametine ters düşer. Zira bilim dediğimiz şey, kâinatta var olan şeyler üzerinde deneylerle elde edilen verilerce, Kur’an kâinatın yaratıcısının kâinatı kelimelere dönüştürülmesinden ibaret değil midir? Bununla beraber mead ve furu’ud-din konularından bahsederken zaten bir takım Kur’an’da yer alan ilmi gerçekleri de beyan etmek durumunda olduğumuz için tekrarlarla makaleyi uzatmaya gerek görmüyorum.
Burada asıl bahsimizin konusu nübüvvetinin delili bununla da sınırlı değildir. Bu gün bilgisayar çağında, uzay çağında, atom çağında yetişmiş yüzlerce bilim adamı, akademisyen, bürokrat, siyasetçi, idareci, hukukçu ve diğer bütün sınıflardan insanlar bir araya gelip kanun çıkarıyorlar aradan daha bir kaç yıl geçmeden bu kanunlar eskimeye yüz tutuyor, yetersiz kalıyor, değiştirmek zorunda kalıyorlar. Hatta çoğu zaman bu değişiklikler yüzünden bu yüzlerce insandan müteşekkil meclisler, yeni kanun çıkarmaya vakit bulamıyorlar. Ve hatta bakanlıklarıyla, bu bakanlıkların alt birimleriyle yüzlerce kişilik meclisleriyle bir asra yaklaşan bir zaman içerisinde hala birçok devlet halkının ihtiyaç duyduğu yasaları çıkarıp bitirememiştir. Bu gerçeği göz önünde bulundurarak ön dört asır bundan önce yetim bir ümminin (s.a.v) getirmiş olduğu sistemin değişme ihtiyacı hiç göstermiyor olması onun ilminin vahiy kaynaklı olduğuna en güzel delildir. Bu sistemde onun kalıcı mucizesidir.
Bir mütefekkirin dediği gibi Hz. Resulullah’ın hiç bir mucizesi olmasaydı dahi şu Arabistan’dan hem de on dört asır bundan önce bu Arapların içerisinden Ali gibi şahsiyetler yetiştirip çıkarmış olması onun Peygamberliğine en iyi delil sayılırdı. Nübüvvet konusunu da bandan fazla uzatmaya bir makalenin vus’atı el vermez.
4- İMAMET
Meclisimiz vahdet amacıyla toplanmış olduğu için bu konuya girmem yanlış anlaşılmalara sebebiyet verebileceğinden konuyu irdelemekten bir yarar elde edemeyeceğimiz kanaatindeyim. Zaten imamet usul-i mezheptendir. Ancak imamsız ümmet de olamayacağında her halde fikir birliği içindeyiz; deyip bu konuyu noktalayarak mead konusuna geçmek istiyorum. Ancak şunu da belirtmeden geçemeyeceğim ki imamet inancı da evrensel bir inançtır her millet kendisine bir önder seçmektedir. Hatta diğer canlıların bile hemen hemen hepsi kendi aralarında bir önder seçip onun etrafında ümmet olmaktadırlar. 6. En’am suresinin 38. ayetinde “ yeryüzünde yürüyen hiç bir canlı havada iki kanadıyla uçan hiç bir kuş yoktur ki sizin gibi ümmet olmasın.”buyurarak bu gerçeği vurgulamıştır. Hatta cansızlar âleminde bile bu kanun hüküm sürmektedir. Atom çekirdeğinden tutun güneş sistemine kadar yıldızlar güneş adlı imamlarının etrafında ümmet olmuşlar elektronlar da proton etrafında.
Öyleyse imamet inancı da evrensel bir akidedir ancak kimliği ve vasıflarının tayini akidedir ancak kimliği ve vasıflarının tayini noktasında ihtilafımız vardır. O da şu anda bizim konumuz değildir.
5-MEAD
Mead bahsine girerken bilimsel açıdan evrenin oluşumu, evreleri ve sonucu hakkında ayetlerle destekli bir özet sunmayı yararlı görmekteyim. Çağdaş bilim, evrenin oluşumuyla ilgili büyük patlama “Big bang” dan öteye geçmemiştir. (Geçebileceğini de sanmıyorum) Bu teoriye göre çok büyük bir patlama olmuş, bu patlamayla birlikte evrendeki her-şeyin yapı malzemesi olan atomlar, saniyenin yüzde biri gibi kısa bir zaman içerisinde meydana gelmiştir. Ve böylece madde oluşmuştur. Burada bir soru akla gelmektedir; pozitif bilime göre madde olmadan haraket olmaz, hareket olmadıkça da etki tepki olayı meydana gelmez.
Şimdi sorumuz şu: Sizin dediğinize göre büyük patlamadan önce madde yoktu. Madde olmadığına göre hareket olmazdı. Hareket olmadan da en ufak bir etki tepki olayı meydana gelmezdi. Oysa bütün bu muhteşem evreni meydana getirecek büyüklükte bir patlama yani maddenin oluşumundan bu güne kadar o büyüklükte bir etki tepki olayı meydana gelmemiştir. Henüz madde ve ona bağlı hareket yokken evrenin büyüklüğündeki bu etki-tepki olayını meydana getiren hangi güçtü?!
Pozitif bilimin Kur’an’da cevabı : “Bir şeyin olmasına (kadir-i müteal) hüküm verdiyse, ona ancak “ol “ der; oluverir” Bakara 2/117, Meryem 19/35, Ğafir 40/68.
Sonra ne oluyor?
Pozitif bilim: Hidrojen ve kısmen de helyumdan oluşan ve kendi etrafında yavaşça dönen bir gaz kitlesi (Nebülöz=Bulutsu ) oluştu.
Kur’an’ın cevabı:”Evreni (oluşturmaya) yöneldiğinde o bir gaz kitlesiydi” Yani Nebülözdü. Füssilet 41/11
Sonra ne oldu?
Pozitif bilimin cevabı: Bu Nebülöz, son derece büyük kitleleri ve boyutları olan müteaddit parçalara bölünmüştür. (Galaksileri meydana getirmek üzere, Kur’an’ın Cevabı: “İnkârcılar görmediler mi gökler ve yer bitişiktiler biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık? Hala inanmıyorlar mı?” Enbiya 21/30
Evet, yerler de bu iki günde (dönemde) oluşmuştur göklerde. Yerler kelimesini çoğul olarak kullanmamız Kur’an’ın haberine göredir; “Allah, O’dur ki yedi (müteaddit) gökleri ve onların misli (onlar gibi müteaddit) yer küre yarattı”. Talak 65/12.
Pozitif bilimse müteaddit yerlerin olabileceğine ihtimal vermekle birlikte henüz isabet edebilecek kesin bilgi seviyesine ulaşamamıştır. Bu iki devreli oluşum konusunda da Kur’an pozitif bilimi teyit etmektedir: “Onları yerdi (müteaddit ) gökler olarak iki gün (dönem ) de yarattı”.
Füssilet 41/12 “De ki: yeri iki gün (dönem) de yaratanı inkar eden sizler misiniz..” Fussilet 41/9
Elbette yerin yaratıldığı bu iki gün (dönem) göklerinkinden farklı değildir. Ancak yerde daha karmaşık işler de yapılmıştır. Evet, ana iskelet diğer bir ifadeyle, (tabir caizse) kaba inşaat olarak yerler ve gökler iki evrede oluşturulmuşsa da yerde ince işlerin de tamamlandığını görmekteyiz ki bunun da en az dört evrede oluştuğunu görüyoruz. Evrenden ayrı olarak yerin
1- hayatın başlangıç noktası olabileceği duruma getirilmesi 2-Bitkisel hayatın başlaması 4- Ahsen-ı takvimde yaratılan mahlûkatın en şereflisi insanın yaratılmasına artık zemin müsait olmuştur. Bu evreler oluşmadan insan yaratılsaydı neyle geçinebilirdi?
“Yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi, onda bereketler yarattı, rızık isteyeceklerin haline münasip gıdaları dört gün (devre) de takdir etti”. Fussilet 41/10
Evreler bakımından bu sıralamada da Kur’anla pozitif bilim mutabakat içindedir. “Sizi yaratmak mı daha zordur, yoksa göğü yaratmak mı? Ki, “Allah onu bina edip yükseltmiş ve ona şekil vermiştir. Gecesini karanlık yapmış, gündüzünü aydınlatmıştır. Bundan sonra da yeri düzenlemiştir. Suyunu ondan çıkarmış ve orada otlak yer meydana getirmiştir. Dağları da sabit ve sağlam olarak yerleştirmiştir. Bütün bunları sizin ve hayvanlarınızın geçimi için yapmıştır.” Naziat 79/27-33.
Böylece gökler ve yerlerin yaratılışı altı devrede tamamlanmış oluyor. Yaratılışın altı devreli oluşunu bir bildiren çok ayet olduğunu her kes bilmektedir. Bu altı devrede sadece yereler ve gökler mi yaratılmıştır?
Pozitif bilim: Hayır bunların arasında nebülözün (bulutsunun = Duhan’ın) kalıntısından belki de bu evreni oluşturandan daha fazla nebülöz bulunmaktadır. Bunlar yoğunluklarına göre parlak, seyreklik ve uzaklıklarına göre karanlık nebülöz diye iki isimle tasvip edilirler. Daha ilmi bir deyimle bunlara “yıldızlar arası galaksi tik madde” denir.
Kur’an:” O Allah ki gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları altı gün (devre) de yarattı”. Secde 32/4 başka ayetler de vardır. Bu galaksilerdeki milyarlarca yıldız ve etraflardaki gezegenlerin bahsi geçen nebülözün hareketinin yavaşlayıp, katılaşarak parçalanmasından meydana geldikten sonra bu yıldızlar hareketli miydi? Bilim adamları koca karı samanı hikâyeleriyle insanları asırlarca oyaladıktan sonra yenilerde, evet sabit sanılan yıldızlar da etraflarındaki gezegenlerle birlikte galaksi bütünü içerisinde her bireri kendine ayrılan daire yuvarlağında saniyede takriben 250 km. hızla hareket etmektedirler. Bizim güneş sistemimiz de bu kuraldan müstesna değildir. Güneşin kendi etrafında dönme ve galaksi içindeki hareketinin yanında bir de galaksinin dışına doğru Vega yıldızı yakınında ki Herkül burcuna taraf saniyede 19 km. hızla hareket etmekte olduğu tespit edilmiştir.
Ayrıca galaksilerinde sadece kendi eksenlerinde hareket etmekle kalmayıp, aynı zamanda birbirinden gittikçe dışa doğru açılıp genişlemekte oldukları da tespit edilmiştir. Şimdi bu hareketler hakkında Kur’an ne diyor, bir de ona göz atıp, ahiret olayına geçelim. Pozitif bilim, bütün yıldızların galaksi bütünü içerisinde her bireri bir “felek” te yani daire yuvarlağında yüzüp gitmekte olduğunu daha yenilerde, gelişmiş tekniğin de yardımıyla tespit etmiş. Kur’an on dört asır önce, bunların her birerinin bir felekte yüzdüğünü net olarak açıklamıştı. Enbiya 21/33 ve Yasin 36/40.
Pozitif bilim, güneşin saniyede Herkül burcu yakınlarında sabit bir noktaya doğru 19 km. hızla aktığından bahsetmekte. Kur’an, güneşin kendine takdir edilen istikrar yerine doğru akmakta olduğunu sarahatle 14 asır önce ilan etmiştir. Yasin 36/38
Pozitif bilim galaksilerin birbirinden merkezden dışa doğru açılması suretiyle evrenin genişlemekte olduğunu yenilerde tespit etmişken Kur’an 14 asır önce çok açık bir şekilde ilan ederek “Göğü (evreni) kendi gücümüzle bina ettik ve şüphesiz biz (evreni) genişletmekteyiz.” buyurmuştur. Zariyat 51/47
Şimdi bu ilerlemenin bir de gerileme dönemi olacağında da bilim adamları birleşiyorlar. Bir gün gelecek güneş de diğer bütün ışıklı yıldızlar da (tabir caizse) yakıtlarını tüketip kararacaklar. Kur’an da bir gün güneşin yaydığı bu aydınlığın dürülüp toplanacağını ve yıldızların da kararıp döküleceğini bildirmiştir. Tevir81/1-2.
Ayrıca evrenin bu genişlemesi de önce duraklamaya sonra da geriye doğru gittikçe artan bir hızla dürülüp toplanacak ve ilk başta var oluş noktasında birleşecekler. Kur’an, ilginç bir benzetmeyle evrenin geriye toplanıp ilk yaratıldığı hale getirileceğini devreyi şöyle açıklıyor: “ O gün semayı (evreni) yazılı kâğıdın tomarının dürüldüğü gibi dürürüz de ilk yaratmaya başladığımız gibi geri döndürürüz.” Enbiya 21/104. Görüldüğü gibi bu evrenin kendisi, böyle bir sona doğru gittiği konusunda ilim adamlarına birçok ipucu vermektedir. Her haliyle bir sona doğru gittiğini haykırmaktadır. Buna Kur’an “yevm-i ahir” demektedir. Ve bu gidişin önü alınmaz. Bu gerçeği de kimse değiştiremez. Yukarıda ki ayetin devamında da “ Bu bize va’ddir (verilmiş bir sözdür) biz mutlaka bunu yapacağız” 21/104 buyurmaktadır.
Gönül gözü kör olmayan, aklını asabiyet, şehvet, inat ve her türlü diğer etkenlerin esaretinden kurtulabilen her kes, evrenin yevm-i ahir’e doğru gittiğini görüp, anlamaktadır.”Onlar ki ayakta da otururken de yan üstü (yatar) iken de Allah’ı anarak, göklerin ve yerin yaratılışında tefekkür ederler. (Bu evren o sona doğru gittiğini anlarlar ve), Rabbimiz! Bu (evren)i boşuna yaratmamışsın (va’dettiğin o yevm-i ahir’e doğru gitmektedir) sen (boş iş yapmaktan ve her kusurdan) münezzehsin. Öyleyse bizi (o gün) ateşin azabından koru”. Al-i İmran 3/191.
Buraya kadar yazılanlardan almak istediğim sonuca kısa bir göz atmada yarar görüyorum.
1- Kur’an’ın ondört asır bundan önce nazil olmasına rağmen pozitif bilimin bu günkü vardığı noktadan çok daha ileride olduğu, Allah kelamı olduğu ve böylece Hz. Muhammed’in (s.a.v) nübüvvetinin hak olduğu bir kez daha ortaya çıktı.
2- Pozitif ilimde yevm-i ahir’e tanıklık etmekte.
3-Evrenin kendisi böyle bir sona doğru gitmekte olduğunu haykırmaktadır. Pozitif bilimde zaten evrenin bu gidişine ve ondaki ipuçlarına bakarak bu sonuca varma mışmıdır?
4- Evreni yaratan, evrenin böyle bir sona doğru gittiğini ve o sonun mutlaka geleceğini bildirmektedir.
5- Bunlara binaen ve de yeryüzünde yaşayan Müslim ya da gayr-i Müslim, insanların büyük çoğunluğunda yevm-i ahire inandığına binaen ahirette imanın, sadece küresel değil aynı zamanda evrensel bir akide olduğu ortaya çıkmaktadır.
6- Mead akidesinin yevm-i ahir safhası, bilimsel olarak da ispatlanmış oldu.
7-Pozitif bilimin bu gün ki evrenin dahi birçok hakikatini çözmekten aciz olduğunu itiraf ettiği halde, yevm-i ahir’den sonra oluşacak yepyeni bir âlem hakkında, nefyen ve isbaten bir görüş ortaya koyamayacağı aşikârdır. Öyleyse diğer safhalarını, bu evreninde o alemin de Rabbinin kitabı olduğu kesinlik kazanan Kur’an’dan, dünyanın en sadık, en temiz en güvenilir insanlarından (Enbiya ve Evliya (a.s)’dan) öğreneceğiz.
8-Meadın diğer safhalarıyla ilgili akidenin de bu evrensel kitaba, bu evrensel şahsiyetlere (Enbiya ve Evliya (a.s)’a ) ve bozulmamış fıtrata dayandığı için ve de evrendeki her kesin ve yeryüzündeki insanlığın büyük çoğunluğunun inandığı için küresel ve evrensel bir akide olduğu ortaya çıkmaktadır. Bizi bu akideye hidayet eden Rabbimize hamdolsun.
Kuşkusuz her milletin en önemli meselesi hükümet konusudur. Zira hükümetin olmadığı yerde anarşi hüküm sürür. Huzur ve güven ortadan kalkar. Ne mal güvenliği kalır, ne da can güvenliği. Böyle olunca da hayat çekilmez olur. Onun için hükümetin gerekliliği konusunda insanlar arasında ihtilaf yoktur. Asıl ihtilaf, yöneticinin vasfında ve yönetim şeklidir.
İşte ihtilafın başladığı bu noktada biz evrensel müşterek değerlerde birleşmeyi önermekteyiz. Nedir bunlar? Özetle bu soruya cevap arayalım:
1-Hükümetin olmasından yanayız.
2-Hükümeti, komu düzenini sağlaması, can, mal ve onurlu yaşayan güvenliğini temin etmesi, toplumsal barışı oluşturup, koruması ve başkalarının meşru haklarına zarar vermeden özgür olma hakkımızın korunması için istiyoruz.
3-İnsan toplum ve tabiat gerçeklerine uygun, insan fıtratı ve prestijiyle çelişmeyen her kesin haklarının hududunu belirleyip güven altına alan, bunu yaparken kimseyi kimseye üstün tutmayan bir sistemle idare edilmek istiyoruz.
7-İnsan dediğimiz varlık, bir sürü zaafı olan, bir kaç konuda nispi bilgisi de olsa birçok konuda cahil olan, hatta bildiği konularda bile zaaflarından ve şahsi çıkarlarına düşkünlüğünden ötürü cahilce davranan bir yaratıktır. Böyle olduğu için kanun yaparken bu zaaflarını kanuna yansıtıyor; yönetimin başına geldiğinde de idarede zaaf gösteriyor. Öyleyse hiç bir zaafı bulunmayan ve hiç bir konuda cahil olmayan bir varsa onun kanunlarını onun hükümetini isteriz; bu da yoksa bu standarda en yakın olanları tercih ederiz. Bu konuda insanların birleşeceğini sanıyorum. Zira kimse kalkıp da, biz zaaflarına esir olmuş cehaleti, ilmine galip gelmiş kimselerin daha iyi kanun yapacağına ve daha iyi yönetici olacağına inanıyoruz diyemez. Ancak insanlığın sorunu da bu noktada oyuna gelmelerinden kaynaklanmaktadır.
Çıkarcı kurnazların, kendileri gibi çıkarcı ve zaaflara yenik sürükleyici insanları bir takım çıkar karşılığında yanlarına çekerek, sürükleyen kitlelere sulta kurmayı başardıkları da ne yazık ki acı bir vakıadır. Kütleler bu oyuna bir düştüler mi artık kurtuluşları bazen asırlar alıyor. Kütlelerin artık bu oyunlara gelmemeleri temennisiyle konumuza dönelim. Yukarıda sıraladığımız o müştereklerimize sahip çıkan bir kitap vardır. Tekvin kitabı: Kur’an. Bakalım o ne diyor? Ona bir başvuralım. Madem her şeyi (insan dâhil), bir şeyden yaratanın kitabı ise onda olan bilgiler en doğru bilgilerdir. Yukarıdaki müştereklerimizi de onaylıyorsa ondan yüz çevirmemiz için bir sebep kalmıyor.
Maide 5/50:” Yoksa cahiliyle hükmünü mü arıyorlar? İyice bilen bir toplum için Allah’tan daha güzel hüküm veren kim olabilir?” hiç kimse olamaz çünkü O’nun hiç bir zaafı ve cehaleti yoktur. Mülk 67/14: “Yaratan bilmez mi” Elbette ki en iyi bilen, her şeyi yaratıp içten ve dıştan kuşatandır. Yusuf 12/40:”Hüküm ancak Allah’a aittir. O, (özgür olmanızı) O’ndan başka kimseye kulluk etmemenizi emretmiştir. İşte doğru din (hayat nizamı) budur.” İnsanların özgürlüğünü elinden alıp, onları güç odaklarına kulluğa mahkûm eden sistemler değil.
Tabiî ki tüm kâinatı ve insanları yaratan, tüm kâinatta kendisinin tekvini kanunları geçerli olan, her türlü zaaf, cehalet, eksiklik ve kusurdan münezzeh olandan başka kimin hükmü daha geçerli, kâinatla daha güzel uyum içinde, yaratılış gayesine ve fıtrata daha uygun olabilir? İşte bu hüküm sahibi, en mükemmel hayat nizamı olan İslam’ı bizim için din olarak seçerek bize nimetini tamamlamıştır. Zaten İslam kelimesinin kökü “Silm” esenlik, barış ve huzur ifade etmektedir. Evet, bu din en doğru ve en mükemmel hayat nizamıdır. O olmayacak da hangisi olacak? Yetersizliğini ve geçersizliğini anlayıp, kendi kendini lağveden komünizm mi? Yoksa toplumun (fiili ya da müstakbel) anasının ırzını ticaret aracı olarak genelevlerde satışa sunmayı, onun vücudunun teşhirinden çıkar sağlamayı meşru gören, milyarlarca insanın alkol belasına kurban edilmesini (içki) fabrikatörlerinin çıkarına olduğu için ) meşru gören, milyarlarca insanın kumar belasıyla yuvasının yıkılmasını (aynı sebeplerle) uygun gören, silah tacirlerinin cebini doldurmak için dünyanın her yerinde mazlum ve mahrum milletleri birbirine kırdıran vahşi kapitalizm mi daha mükemmel?
İşte bu cahiliyle sistemlerine karşı aziz İslami, bu adil sistemi insanlığa en mükemmel hayat nizamı olarak sunmuştur. Can güvenliği, mal güvenliği ve ırz güvenliği konusunda hiç bir sistemde olmayan hassasiyeti gösteren bir sistemdir İslam. Bu dinin, insana verdiği değer ana rahminde başlar mezarda da devam eder. Bu nizamda çobanla ülkeyi yönetenin hukuk karşısında hiç bir farkı yoktur. Bu nizamda bir başka topluma zorla din kabullendirmek veya toprağına, servetine el koymak veya ona efendiliğini kabullendirmek gibi emperyalist emellerle savaş edilmez. Ancak ya savunma amaçlı ya da mustazafları, zalimlerin zulmünden kurtarmak amaçlı savaşılır. Zaten İslam hükümeti, varlığının hikmeti olarak bir şeyi görmektedir. “İhkak-i hak” yani mazlum mustaz’afın zalim zorbaya yedirmemek. Esasen kimsenin hakkını kimseye yedirmemek. Bunun da gerçekleşmesi için her şeyden önce bu adil nizamın başındaki yöneticinin nizamın başındaki yöneticinin nizamı hukukuna alalım ve bu hukukun icrasında adil olması şarttır. Yoksa adil Allah adına ve onun seçtiği adil nizam adına hükümet etme hakkına sahip olamaz. Allah’ın indirdiği bu adil sisteme göre hükmetmezse hükümet yetkisini kaybetmekle kalmaz zalim, fasık ve kâfir diye nitelendirilir.
Evet, sadece nizamın hukukuna uygun hüküm vermek zorundadır. Kimsenin keyfine ve şahsi haksız çıkarlarının korunmasına yönelik hüküm verilemez. Bu vasıftaki yöneticilere yönetimin teslimini de halka emretmiştir. Nisa 4/58 :” Allah, size emanetlerini (yönetim dâhil) ehline vermenizi emreder. (yöneticilere hitaben de) insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi (emreder) Allah size ne güzel öğüt veriyor şüphesiz Allah, işiten, görendir”. Kendisi zalimse nasıl adaletle hüküm verecektir? Bu soruyu Kur’an şöyle cevaplıyor: Bakara 2/124 “ Benim ahdim (adıma yeryüzünde insanlara önderlik etme yetkisi )zalimlere ulaşmaz”.
Kurallara önce yöneticinin uyması gerekir kendisi hidayet bulmamış, kurallara uymuyorsa başkalarının kurarlara göre hareket etmelerini sağlayamaz. Kendisi yolu bulamayan başkasına nasıl yol gösterebilir? Yunus 10/35 :” ... Hakka götüren mi uyulmaya daha layıktır, yoksa kendisini hidayet eden (yönlendiren) olmadıkça doğru yola gelmeyen mi?”. Şimdi bir de bu nizamın bazı helal haram ve vaciplerine çok özetle bir değinelim bakalım neresi evrensel müşterek değerler değilse onları değiştirelim.
Allah’tan başkasına kulluk etmek.
Haksız kazanç sağlamak. Ki bu faiz rüşvet, dolandırıcılık, (bozuk malı sağlam,hastalıklı hayvanı sağlıklı,kalitesiz malı kaliteli diye yutturma) uyuşturucu, sarhoş edici özelliği olan şeylerin ticareti, kumar oynatma, kadın ticareti gibi yollardan elde edilen kazanç türlerine denir.)
Adam öldürmek:
İnsanlara eliyle ya da diliyle eziyet etmek, insanlar arasında laf götürüp getirerek fitne çıkarmak, iftira etmek.
Yalan söylemek,
Gıyapta konuşmak,
Hakkı gizlemek,
Yalancı şahitlik,
Zina, livata, içki, kumar fehşa ve münkerler,
Zulmetmek ve zalime yardımcı olmak,
Kötülük yapma ya da sebebiyet vermek,
Kötülüğe karşı çıkmamak,
Kibirlenmek, insanları tahkir etmek, onlarla alay etmek, valideyne karşı gelmek, küfür etme ve benzeri ahlaki değerlere ters söz ve hakaretler.
Bazı Vacipler:
1- Namaz: O en büyük huzur, en büyük meditation, en büyük güç kaynağı. Bu hakikati, şartlarını ve vacibatını tam olarak yerine getirip, miraç şuuruyla, huzur-i kalb ve huşu ile onu eda edenlerden başka kim anlayabilir?
Bakara 2/45:” sabırla ve namazla güç elde edin; şüphesiz bu, (Allah’a karşı saygıyla) huşu içinde olanlardan başkasına büyük (ağır) gelir.” Ra’d13/28:” Onlar ki iman etmişlerdir ve kalpleri, Allah’ı anmakla yatışır; iyi bilin ki ancak Allah’ı anmakla, yatışır; iyi bilin ki ancak Allah’ı anmakla, kalpler yatışır.” huzur bulur. Namazın mukaddimatı ve vacibatındaki hikmetlerin yanında, ondaki eylem ve söylemlerin öğretisi de çok önemlidir. Ayrıca namazın hayatı nizama sokması ve ümmeti disiplinizesi, gündelik mahalle kongresi şeklinde cemaat namazı, haftalık bölge kongresi şeklindeki cuma namazının sağladığı bireysel ve toplumsal yararlar dikkatle üzerinde düşünmeye değer.
2-Oruç: Yılda bir aylık oruçla vücudun yağ tutmasını önlemek, sindirim sistemini dinlendirmek, vücuda açlığa ve susuzluğa karşı direnç kazandırmak vesaire gibi sıhhi yararı olan bir ibadet. “Oruç tutun, sıhhat bulun” hadisi, bu gerçeğe işaret olabilir.
Zenginlere açlığın susuzluğun acısını tattırarak fakirlerin halini anlayıp onlara yardımcı olmalarını sağlamak, böylece sosyal uçurum ve sınıfsal çelişkiyi önlemek gibi sosyolojik yararının yanında; ahiret açlığı susuzluğunun daha şiddetli olacağını da hatırlatarak tezkiye-i Nefs noktasında psikolojik yararları da vardır. Bunları da yine hadislerde görmekteyiz. Vesail, Kitab’us-Savm.
Müstekbir zorbaların, şerur fitnecilerin ve emperyalistlerin her zaman dinimize, İslami topraklarımıza ve şerefimize kastedebilecekleri bilinen bir gerçek olduğuna göre her her Müslüman daima savaşa hazırlıklı olmalıdır. Açlığa, susuzluğa alışmamış bir asker mükemmel bir asker olamaz. Bu açıdan bakınca orucun milyarlık ordu oluşturma gibi askeri yararı da gözden ırak tutulmamalıdır. Bunun yanı sıra bir milyarlık oruç mükellefi Müslüman’ın akşama kadar yiyip içmeden sakınması neticesinde günde her birerinin sadece bir dolar tasarruf ettiğini düşünürsek günlük tasarrufun asgari miktarı bir milyar, aylık otuz milyar dolar gibi önemli bir rakam toplar. Bununla birlikte Ramazanın bitiminde bir buçuk milyar nüfus, dört buçuk milyar kg yani dört buçuk milyon ton gıda maddesi fakirler lehine ödemek durumundadır. Bu da orucun önemli ölçüde ekonomik yararının da olduğunu göstermektedir. Ayrıca orucun şehevi ifratları frenleyerek, cinsel ahlakı da düzenleme gibi yararı da hadisle de sabittir.
Bütün bu yararlarının da üstünde, yasaklara karşı duyarlılık ve sorumluluk alıştırması bakımından oruç çok önemli bir ibadettir. Bakara 2/183:” Ey inananlar, sizden öncekilere yazıldığı gibi (yasaklardan) korunmanız için sizin üzeriniz de oruç yazıldı. Gerçek orucun ahirette ateşe karşı kalkan olacağını va’deden hadisi de önemsememek elde değil.
3- Hacc: Bu ibadetin, sınıfcılığı ortadan kaldırması, ekonomik, sosyolojik, siyasi ve ideolojik vs. açılardan ümmete getirdiği canlılık, ferd ve ümmet olarak kendini hesaba çekip durumumuzu gözden geçirmek gibi yararlarının yanında, tüm ümmeti temsilen yıllık muhteşem genel kongre olması ve bu kongrede tevhid inancının verdiği özgürlük andını tazeleyip, Vahid-i Rahman’la tecdid-i bey’at etmekle birlikte, Tevhidin verdiği özgürlük ve bağımsızlığımıza kasteden şeytani şerr ve şirk güçlerinden teberri etmek ve sembolik olarak onların büyüğünü de küçüğünü de taşlamak gibi önemli boyutları vardır. Ümmet, bu ibadetin eksiksiz yerine getirilmesi noktasında çözüm üretmek zorundadır.
4- Cihad: Her milletin bir savunma sistemi olduğu bir gerçektir. İslam hangi şartlarda cihad emri verdiği, cihadın mefhum, kapsamı ve şekli itibariyle en mükemmel ve en insancıl savaş sistemi olduğu ortadadır.
5 ve 6- Humus ve Zekât: Fakirler lehine zenginin yerine getirmesi gereken iki mükemmel mali ibadettir. Fakirlikle mücadelede ne kadar faydalı oldukları tartışma götürmez. Aynı zamanda bu ibadeti yerine getirmekle vicdanen huzur bulacağı sınıfsal çekişme ve huzursuzluğu ortadan kaldırmadığı ve tabiri caizse malını da afiyetle yemesine vesile olacağı da ayrı bir gerçektir.
7 ve 8 - Marufu emr, münkerden nehy. Diğer bir tabirle iyiliğe yöneltmek, kötülükten caydırmak. Çevresinden sorumlu insan olmanın da gereği bu değil midir?
9-10- Tevvelli ve Teberrî: İlahi otoritenin kul olma noktasında, özgürlüğün sigortası olan bu ilahi otoriteye ve onun yer yüzündeki temsilciliğine özgürlük aşığı insanların gönül bağıyla bağlanmalarına ve bu ülkede birleşen insanların bir sevgi yumağı halinde birbirlerine kenetlenerek sarsılmaz bir güç haline gelmelerine “Tevelli “denir. İlahi otoriteden insanları koparıp, kendi otoriteleri altına sokmak suretiyle kula kul etmeğe çalışan özgürlük düşmanı her türlü tağutî ve istikbarî güce karşı mutayakkız olma ve onların entrika ve tuzaklarından uzak durma ve onlara temayül göstermeme haline “Teberi” denir.
Tevhidin aydınlık yolunun özgür ve onurlu insanları, her gün en az beş farz namazlarında on defa (sadece Allah’a kul olmakla, kula kulluktan azad olmayı ve ilahi otoritenin temsilcilerinin dost doğru aydınlık yolunda özgür ve onurluca yürümeyi ve buna karşı insanları Allah’ın kulluğundan kendi tağuti kulluklarına çekmeğe çalışan gazaba uğramış karanlık güçlerin ve onların tuzağına düşüp, aydınlık yoldan karanlıklara sapmışların yolundan gitmemeyi) kendilerine telkin etmekte ve Rab’lerinden bunu temenni etmektedirler.
Esasen din, bir takım düşünce, eylem, söylem ve bunların sahiplerine karşı, müspet yada menfi tavırdan, hubb (sevgi) yada buğz (nefret) dan, tevelli yada tebiriden ibaret değil midir? Bizden başkaları da böyle değil midirler? Ayrıca zalime karşı mazlumun, ezene karşı ezilenin, güçlüye karşı zayıfın, sömürene karşı sömürülenin, kandırana karşı kandırılanın, dolandırılana karşı dolandırılanın ve tek kelimeyle haksıza karşı haklının yanında olan ve bunu tüm mensuplarına vacip kılan bir dindir İslam.
Hukuk, adalet ve hatta savaş ve savunma sistemini bunun için oluşturan bir dindir İslam. Adliyesinde ki yargıcında değil sadece, tanıklarda dahi adaleti şart koşan devlet başkanıyla Gayr-i Müslim bir vatandaşın aynı şartlarda yargılayan bir dindir İslam. Devlet başkanına su-i kast düzenleyen teröriste bile işkenceyi yasak eden, savaş halinde bile evrensel insan haklarını titizlikle riayet eden, düşmana karşı bile adaletten şaşılmamasını emreden bir dindir İslam. Kendisi de dâhil hiç bir din ve düşünceyi kabul etmeye kimsenin kimseyi zorlamayacağı özgürlükçü bir sistemi ta ön dört asır önceden ayetle ebedileştiren bir dindir İslam. Akılcı olmayı ve ilim tahsilini mensuplarına fariza kılan bir dindir İslam.
Komünizmin., eşitlik sağlamak amacıyla, insan gerçeği ve fıtratıyla olduğu gibi bilimsel gerçeklerle de çelişen hatalarına düşmeden, sosyal ve ekonomik adaleti sağlarken, Kapitalizm gibi haksız ve ahlaksız kazanca müsamaha gösteren , diğer bir ifadeyle , toplumsal eşitliği sağlayacağım derken, insanları toplu köleliye mahkum eden sistemi de , bireylerin çıkarlarını toplum çıkarlarının üstünde tutan sistemi de reddeden ve toplumsal çıkarları üstün tutarken ,toplumun da bireylerden oluştuğunu unutmadan, onların meşru mülkiyet hakkını mukaddes sayan, üretimi teşvik eden, üreticinin terini kutsal sayan,tembelliğe cevaz vermeyen,üretme imkanından mahrum olanlara da üretimden malum bir hak olarak pay ayıran ve onu ölüme ve sefalete mahkum etmeyen bir dindir İslam.Ahlak ve fazilet bakımından ve tekrar ediyorum evrensel insan hakları bakımından tüm sistemlerin üstünde olan bir dindir İslam.
Buraya kadar yazdıklarımız, bir makaleye sığacak ölçüde özetlenmiş İslami kuralların sadece bir kısmıydı. Bu kurallar, insan fıtratı ve prestij ve bilimsel verilerle tamamen mutabık evrensel değerler olduğu için bunlar üzerinde yapılacak her hangi bir değişiklik, tekvin kitabında yapılan değişiklikler gibi menfî sonuçlar meydana getirir. Nitekim bunlardan sapanlar gerçek huzur, güven ve esenlikten kendilerini mahrum etmişlerdir. Dünya bunun örnekleriyle doludur. Bir Fransa da sadece içkinin sebebiyet verdiği ölüm olayı yılda on binleri aşıyor. ABD de yıllık cinayet ve intihar olayları da on binlerle ifade edilmektedir.
En’am 6/34 :”... Allah’ın kelimelerini değiştirebilecek kimse yoktur...”.
Zaman değişkenliği evrensel usulü değiştirmez. O usul çerçevesinde ictihad kapısının açık oluşu sorunumuzu çözmektedir. İmam Sadık (a.s): “ Usulü sunmak bize düşer. Tefrî (detaylandırmak) de size.”buyurmaktadır.