Katliamda sınır tanımayan terör şebekelerine karşı uyanık olmalıyız
Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, İran resmi haber ajansı İRNA’ya konuştu. İRNA muhabirinin sorularını yanıtlayan Başkan Görmez, önemli açıklamalarda bulundu.
“Müslüman âlimler, dini ve mezhebi kendi süfli emellerine alet etmeye çalışan ve bu yolla da binlerce Müslümanın masum kanını heder eden bu sınır tanımaz fitne şebekelerinin oyunlarına karşı her zaman uyanık olmalıdır…”
Sayın Başkan, son zamanlarda medyada terör eylemlerine tevessül eden bazı tekfiri ve cihadi, el-Kaide ve eş-Şebab gibi grupların Müslüman olmayacakları ifade edilmektedir. Zat-ı aliniz bu konuda ne düşünmektedir? Bu konudaki fikirlerinizi öğrenmek istiyoruz.
Ben şahsen bu tür eylemleri yapanların Müslüman olmayacaklarını, olup olmadıklarını değil, yaptıkları eylemlerin İslâm’la uzaktan yakından ilişkilendirilemeyeceğini hatta yaptıkları kitlesel cinayetlerle hem İslâm’ın lekelediklerini hem de İslamofobiyi güçlendirerek İslam’a karşı bir kin ve nefret oluşturduklarını her fırsatta ifade etmeye çalışıyorum.
Bugün İslam dünyasının merkezi bölgelerinde yaşanan çatışmalar, Müslümanları derinden etkilemekte, yüzlerce yıldır sahip olunan değer ve itibarın söz konusu nevzuhur hareketler eliyle dünya nezdinde yok edilmeye çalışılmasından duyulan rahatsızlık artmaktadır. Mevcut gerilim kanalları bilerek/isteyerek dini ve mezhebi ihtilaf şeklinde lanse edilmekte, Suriye, Irak, Pakistan, Afganistan ve Somali örneklerinde sıklıkla karşılaşıldığı gibi siyasi ve kültürel gerilim alanlarında söz konusu enstrümanlar acımasızca istismar edilmektedir. Sorunun uluslararası muhtevası dikkatlerden kaçmayacak ölçüde acımasız ve derinlikli hesap ve niyetlerin yer aldığı bir stratejiyle yürümektedir. Müslüman âlimler, dini ve mezhebi kendi süfli emellerine alet etmeye çalışan ve bu yolla da binlerce Müslümanın masum kanını heder eden bu sınır tanımaz fitne şebekelerinin oyunlarına karşı her zaman uyanık olmalıdır.
“Din-i Mübin-i İslam adam öldürme, tedhiş ve katliama dayalı yöntemi benimseyen bir mücadeleyi asla benimsemez…”
İslam kelime anlamı itibariyle barış demektir. Ve her şeyden önce İslâm’ın özü toplumsal maslahatı ve barışı esas alır. Bir kişinin öldürülmesini bütün âlemi öldürmeyle eş değer tutar. Ayrıca prensip olarak kendisini Müslüman olarak gören herkes İslam dairesi içerisindedir. Bu esasın dışına çıkarak tekfiri esas alan örgütlenmeler İslam’ın ruhuyla bağdaşmaz. Cihad İslam’ın en önemli umdelerindendir. Ancak cihadın prensipleri, ahlakı ve hukuku vardır. İslam’da haddi aşarak bazı İslami kavramları kullanarak İslam adına mücadele yapmak mümkün değildir. Biz İslami prensipleri söylemekle yükümlüyüz, kimin Müslüman olup olmayacağının kararını verme hakkımız yoktur. Ancak kimin hangi eyleminin İslam’a uygun olup olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu örgütlerin bugüne kadar ortaya koydukları tedhiş ve şiddeti hiçbir şekilde İslam’la bağdaştırmak mümkün değildir. İslam’da savaşın bir ahlakı ve bir hukuku vardır. Buna göre asla masum insanlar, çocuklar, kadınlar, yaşlılar savaşta öldürülmez. Hangi dine ait olursa olsun bütün mabetler kutsaldır ve dokunulmazdır. İster camiye, ister kiliseye, ister havraya veya başka bir dine ait bir mabede kim saldırı düzenlerse düzenlesin böyle bir eylem terör eylemidir ve kesinlikle İslâm’la bağdaşmaz. Ve bu terör eylemlerine karşı tüm Müslümanlar tepkisini vermek zorundadır. Bir insanın ve grubun Müslüman olup olmadığına karar vermek ayrı bir şeydir, onun eylemlerinin İslam dairesinde olup olmadığını söylemek ise ayrı bir şeydir. Adam öldüren Müslüman da olsa katildir. Masum insanlara zulmeden Müslüman da olsa zalimdir. Zalimin ve katilin biz kimliğine bakmayız. Zalim ve katil hangi ırktan, hangi dinden ve hangi mezhepten olursa olsun biz onun dilini, dinini ve mezhebini görmeyiz. Yaptığı eylemleri görürüz ve bu eylemler karşısında tavrımızı koyarız. Katilin ve zalimin arkasında yer almayız. Bu tarz örgütlerin varlığının siyasi analizini yaparak değerlendirmek gerekir. Dünyada İslamofobi tırmandırılmak istenmektedir. Özellikle 11 Eylül’le başlayan bu süreçte önce başta batı dünyasına yönelik yapılan terör faaliyetleri son zamanlarda İslam coğrafyasına yönelmiştir. Hem mezhep çatışmasını hem de İslamofobiyi besleyen bu örgütler çağımızda İslam’ın karşılaştığı en büyük fitnedir. Fitne savaştan beterdir. Bu fitnenin ortadan kalkması için İslam toplumlarına büyük sorumluluk düşmektedir. Terörü dini bir gayret olarak sunmaya çalışanların bu önerileri İslam’la ilişkilendirilemez. İslam’ın şan ve şerefini otoriter, baskıcı, ayrımcı ve zorba yöntemlerle kirletenlerin ne Sünni ne de Şii dünyada himaye görmesi kabul edilebilir. Şii ve Sünni âlimler, selef-i salihinin önümüze koyduğu ilkeleri yeniden ihya etmeli ve şiddetin her türlü biçimi karşısında İslam’ın yüce icaplarını sık sık hatırlatmalıdırlar. Bölgede meydana gelen olayların küresel düzeyde güç odaklarının çıkar ve menfaat şebekeleriyle, onların iflah olmaz emel ve arzularıyla ilgili olduğu gerçeği göz ardı edilemez. Müslüman toplumun son iki yüzyıllık çalkantı ve kargaşa süreçlerinde yaşadığı trajedilerde her birimizin ihmali söz konusudur.
“Bugün ve gelecekte nelerin olabileceğini düşünerek strateji oluşturmak Müslüman duyarlılığı olan herkes için bir sorumluluktur…”
Bölgesel çatışmaları alevlendirmek maksadı ile hem dış güçler hem de onların yerli işbirlikçileri mezhep çatışmalarını ve özel olarak Şii-Sünni çatışmasını alevlendirmek istemekte, bunun önüne geçilebilmesi için hangi yöntemler kullanılmalı? İslam âleminin iki büyük kardeş ülkesi İran ve Türkiye dini kurumları bu konuda nasıl bir işbirliği içinde olurlar ise yararlı olur?
Yukarıda belirttiğim gibi mezhep çatışması büyük bir fitnedir. Mezheplerin tarihsel varlığı inkar edilemez. İlmi ve siyasi yönü olan mezhebi farklılıklar şüphesiz tarihsel dönemlerde İslam dünyasının vahdetini ve birliğini oluşturmamıştır. Ancak değişik zamanlarda siyasi bölünmelere ve çatışmalara neden olsa da tarihsel süreç içerisinde Batı’da olduğu gibi kitleler arasında mezhep çatışmasından bahsetme imkanımız yoktur. Batı bu süreci çok kanlı bir şekilde geçirmiştir. Batı’nın bu tarihsel tecrübesi bilindiği için aynı sürecin İslam dünyasında yaşanmasına yönelik bir takım mühendislik çalışması yapılmaktadır. İslam dünyasında 150 yıllık serüven bölmeye, parçalamaya ve çatıştırmaya yönelik olmuştur. İslam’ın referansları Batı’daki anlamda köklü teolojik farklılıkları oluşturmaya imkan vermemektedir. Çünkü nihayetinde Kur’an tahrif edilmeden elimizdedir. Bu anlamıyla tamamen farklı teolojilere ayrılmış ve birbirini tekfir eden mezhepsel yapı olmadığı için İslam dünyasında öncelikle bu noktadan İslami vahdet ortadan kaldırılmak istenmektedir. Tekfir hareketleri ve onların karşısında yaptıklarından dolayı onları tekfir etmeye yönelik fetvalar derken İslam coğrafyası dini açıdan derin bölünmelere doğru gitmektedir.
İslam coğrafyası birçok dili konuşan yapıdan oluşmaktadır. Önce dile dayalı farklılıklar esas alınarak milliyetçilik ve ırkçılık belasıyla İslam dünyasını parçalanmıştır. Şimdi ise mezhebe dayalı bir çatışmanın derinleştirilmesi istenmektedir. Öncelikle İslam coğrafyasının her bölgesinde hemen hemen farklı dilleri konuşan etnik yapılar, İslam dışında farklı dine mensup insanlar, yine İslam’ın içindeki farklı mezhepsel yapılarla değişik ideolojileri benimseyerek dine mesafeli olan gruplar vardır. Bu durum bir veri olarak kabul edilmeli ve toplumsal barış için bu farklılıkları esas alarak birlikte yaşamanın hukuku oluşturulmalıdır. Mısır’daki bir Kıpti varlığından endişe duymadığı gibi Iraktaki Sünni de kendini güvende hissetmelidir. Aynı şekilde Suriye’deki Nusayri, Türkiye’deki Alevi kendi dini anlayışını hiçbir korku ve ürperti olmadan yaşayabilmelidir. Bu konuda başta ülkelerin siyasileri olmak üzere aydınları, âlimleri ve toplumsal kanat önderleri beraber çalışma yapmak durumundadır. Eğer birlikte yaşamanın hukuku İslami referanslarla oluşturulmazsa bu çatışmaların geleceği nokta gelecek nesillerin referanslarını İslam’dan almayarak topyekün sekülerleşme sürecine girme ihtimali bulunmaktadır. Bu konu ulemanın ve dini kurumların üzerinde düşünmesi gereken bir konudur. İslam medeniyetinin tarih boyunca iki büyük ailesi vardır. Biri ehl-i sünnet, diğeri ehl-i beyt. Sünnet de beyt de Peygamberimizindir. Modern zamanlarda ortaya çıkan nevzuhur hareketlerin hiçbirisi ne ehl-i sünnettir, ne de ehl-i beyttir. Ne Sünnidir ne de Şiidir. Bilakis bu nevzuhur hareketlere karşı Ehl-i Sünnet ve Şia alimlerinin işbirliğine ihtiyaç vardır. Bugün ve gelecekte nelerin olabileceğini düşünerek strateji oluşturmak Müslüman duyarlılığı olan herkes için bir sorumluluktur.
“İran her ne kadar anayasal olarak Caferi mezhebine dayanmakla birlikte İmam Humeyni’nin iradesi hep vahdetten ve kardeşlikten yana olduğu için bu vahdet yaklaşımı İran için önemli bir siyaseti oluşturmaktadır…”
Bugün İslam dünyasında var olan Şii-Sünni gerilimi daha çok aslında Şii ve neo-Selefi gerilimi olarak gözükmekte ve Türkiye’nin İslami algısının selefilikten beslenmediğini düşünecek olursak Türkiye ortada bir yerde durmaktadır. İran her ne kadar anayasal olarak Caferi mezhebine dayanmakla birlikte İmam Humeyni’nin iradesi hep vahdetten ve kardeşlikten yana olduğu için bu vahdet yaklaşımı İran için önemli bir siyaseti oluşturmaktadır. İslami vahdet mezhebi referanslarla değil Kur’anî referanslarla oluşturulur. Bu bağlamda iki ülkenin sorumluları olarak bu yaz ilkini yaptığımız vahdet toplantısını gerçekleştirdik. Diyanet İşleri Başkanlığımız ve İran Takrib-i Mezhep Başkanlığının mensupları bir araya geldiler. İranlı âlimlerle Türkiyeli alimler bu konuları enine boyuna tartıştılar. Her iki tarafın âlimleri taassuba dayalı dar mezhepçilikten uzaklaşarak İslam kardeşliğiyle yeni bir dilin inşa edilmesi üzerinde mutabık kaldılar. Bu toplantıyla başlayan çalışmanın devam ettirilerek kurumsal bir yapıya dönüşmesi ve bilahare diğer ülkelere de açılarak İslam kardeşliği esasında yapısal birlikteliğe geçilmesi en büyük temennimizdir. Öncelikle mezhebe dayalı çatışma alanlarının oluşmaması için bu birliktelikler üzerine düşeni yapmalıdır.
Elbette mezhepleri yok saymak mümkün değildir. Bu bağlamda Mezhep ihtilafları ümmetin dinamizmine işaret eder. Tarih boyunca Şii ve Sünni Müslümanlar arasındaki münakaşa ve tartışmalar İslam’ın farklı yorumlanması için bir zenginlik oluşturmuş ve taraflara rehberlik etmiştir. Bugün körüklenen ihtilafların temelinde İslam’ın asıllarına dönmekten çok, İslam’ın asıllarıyla restleşme eğilimi gözlenmektedir. Müslüman geleneğin cevvaliyetini sağlayan ilmi münakaşaların bugün sosyo-kültürel gerekçelerle birbirlerine karşı konuşlanmış ve koşullanmış gruplar nezdinde lojistik bir destek ünitesine dönüştürülmesi aklı başında hiçbir vicdan tarafından kabul edilemez.
“Suriye olayları maalesef bir trajedidir. Hiçbir çıkar, hiçbir siyaset, hiçbir strateji, bir Müslümanın kanının akmasını önlemekten daha değerli değildir…”
Suriye'deki savaşın boyutu ve bu savaşın bölgesel istikrar ve güvenliği tehlikeye düşürmesinin yanı sıra insani bir dram yaşanmaktadır. Suriye’de bilindiği üzre cihadi ve tekfirci guruplar mukaddes İslam dinine yakışmayan eylemleri İslam adını kullanarak gerçekleştirmektedirler, (Son zamanlarda sosyal medya ve çeşitli internet sitelerinde baş kesme sahneleri gibi), bu durum karşısında İran ve Türk uleması ve Dini kurumları bu çatışmaların hafifletilmesi ve bu kabil eylemlerin önüne geçilmesi için nasıl bir girişim başlatabilirler?
Biz bu tür vahşetlerin savaş ortamlarında dahi olsa kabul edilemeyeceğini, bunun her türlü ahlaka ve hukuka aykırı olduğunu yukarıda açıkça ifade ettik. Ancak vahşet ve cinayet sadece bireyde bireye değil, devletten bireye ve topluma yönelik olunca da cinayet ve vahşettir.
Evet, Suriye’de bir dram yaşanmaktadır. Maalesef üzülerek belirtmek gerekir ki, bu dramın ayak sesleri önceden geldiği halde ulema ve dini kurumlar bu duruma sessiz kaldılar, siyasiler üzerinde toplumsal baskı yaparak bu olaylar belki önlenebilirdi. Suriye olayları maalesef bir trajedidir. Hiçbir çıkar, hiçbir siyaset, hiçbir strateji, bir Müslümanın kanının akmasını önlemekten daha değerli değildir. Müslümanlar olarak çağrımız öncelikle barışa yani İslam’a olmalıdır. Bir Müslüman Müslümanın kanının akmasına yönelik siyaset yapamaz. Nerden ve kimden gelirse gelsin Kerbela’nın ruhu aynıdır. Zalim zalimdir, mazlum mazlumdur. Zalime karşı dururken de kişiler asla tedhiş yapmaz ve zulme rıza gösteremez. Suriye’de derhal ateşkes sağlanmalıdır. Dini kurumlar ve ulema olarak çatışmanın devamını istemek mümkün değildir. Biz âlimler olarak bir girişim başlatmalıyız ve öncelikle çatışmaların durmasını istemeliyiz. Ben günlük politika anlamında bir şey diyemem ancak İslam’ın siyasi aklının barış olduğunu ve herkesin güven içinde yaşayacağı toplumsal ahlaki ve hukuki yapının tesis edilmesi gerektiğini söyleyebilirim. Hiçbir şey bir insanın can, mal, akıl, nesep ve din hürriyetinden daha acil ve daha değerli değildir. İslam’ın yüksek umdelerini, onun sabitelerini hiçe sayacak bir şekilde fitne ateşi çıkaranların hiçbir kutsalı yoktur. Dini ve onun yüksek temsillerini türlü hile ve desiselerle oyuna getirenler, İslam’ın pak ve nezih mirasını zorbalıkla eşleştirmeye çalışanlar karşısında ulemanın sessizliği kabul edilemez ve bu durumda ulemaya büyük bir sorumluluk düşmektedir. Müslüman dünyanın birlik ve beraberlik beklentisini bir daha hiçbir şekilde gerçekleşmeyecek şekilde yapılan her türlü fesat girişimi karşısında sadece teyakkuzda olmak yetmez. Âlimler inisiyatif alarak kendi sosyal çevrelerinde, etki alanlarında bu pozisyonları reddeden ve Müslümanları bilinçlendiren çalışmalara öncülük etmeli, destek vermelidirler. Aslolan İslam kardeşliğidir. Kardeşliğin tahkim ve takviyesi Müslüman âlimlerin sorumluluğundadır. Fitne kıtalden beterdir. Bugün hem fitne hem de kıtal hüküm sürmektedir. Âlimlerin yüksek feraset ve bilinçleriyle ümmetin bu hengameyi aşmasına yardımcı olması elzemdir. Bu konuda yerel ve bölgesel güç sahipleri de mevcut tehlikeye karşı uyarılmalı, İslam’ın birlik resminin korunması için seferber olması sağlanmalıdır. İlim adamlarımız, alimlerimiz, mütefekkirlerimiz bugüne kadar sahip oldukları şeref ve itibarı din-i mübin-i İslam’a mutlak sadakat ve tavizsiz duruşlarından almışlardır. Âlimlerin gündelik çıkar ve beklentiler ya da basit/özenti tezler adına İslam’ın yüce çıkarlarını göz ardı etmeleri asla kabul edilemez. Âlimlerin bağımsızlığını korumak sadece siyasi aktörlerin değil aynı zamanda ulemanın ilkesel duruşuyla da ilişkilidir. Âlimlerimiz, fitne ve şerre alet olmamak noktasında her zaman dikkat sahibi olmak zorundadırlar.
“Bu bayram vesilesiyle İslam dünyasında akan kanların sadece Kurban kanı olmasını diliyor, barışın, esenliğin ve güvenin tüm İslam dünyasına gelmesini Rabbimden niyaz ediyorum…”
Sayın Başkan, Mübarek Kurban Bayramından dolayı İran halkına yönelik bir mesajları var mıdır?
Hac İslam’ın vahdetinin tecelli ettiği bir mevsimdir. Bu mevsimin ruhuna uygun ümmet olmamızın provasıdır hac. Arafat’ta meydana gelen tablonun cebeli rahmetle sınırlı kalmayıp İslam coğrafyasının her yerinde tecelli etmesi Rabbimden en büyük niyazımdır. Kurbanlarımız bizleri Rabbimize yakınlaştırır. Kurban bayramı da bizleri birbirimize akraba etmeye vesile kılar. Bu duygu ve düşüncelerle İran’daki bütün Müslüman kardeşlerimizin mübarek kurban bayramlarını tebrik ediyorum. Bu bayram vesilesiyle İslam dünyasında akan kanların sadece Kurban kanı olmasını diliyor, barışın, esenliğin ve güvenin tüm İslam dünyasına gelmesini Rabbimden niyaz ediyorum.
|
|