İslam öncesi Arapların durumu hakkında bilgi sahibi olmak için aşağıdaki kaynaklardan yararlanılabilir:
1-Tevrat. (Onda olan bütün değiştirmelere rağmen)
2-Ortaçağda, Yunan ve Romalı müelliflerin yazdıkları
3-İslam âlimleri tarafından yazılan İslamî tarihler.
4-Müsteşriklerin kazı ve araştırma sonucu ele geçirdikleri ve bazı konulara bir dereceye kadar açıklık getiren arkeolojik eserler. Elimizde bu gibi kaynakların bulunmasıyla beraber, yine de Arap tarihinde birçok meseleler aydınlanmış değildir. Fakat İslam öncesi Arapların durumunu incelemek, bizim için bir önsöz mahiyetini taşıdığından ve asıl gayemiz İslam Peygamberi’nin hayatını incelemek olduğundan, sadece İslam öncesi Arapların hayatındaki bir takım özel ve gerekli noktalara değinmekle yetineceğiz.
Arabistan yarımadası, eski zamanlardan beri birçok kabilelerin meskeni olagelmiş ve bunlardan bazısı da kimi olaylar sonucu yok olmuşlardır. Ancak yarımada tarihinde hepsinden daha çok üç kabilenin adı geçer.
1- Baide: Yok edilmiş anlamındadır. Çünkü bu kavim ardı ardına itaatsizlikleri neticesinde gökten ve yerden gelen belalar vasıtasıyla yok edildiler.
Kur'an-ı Kerim'de defalarca adı geçen "Ad" ve "Semud" kavimlerinin bu kavimden ibaret olduğu da muhtemeldir.
2-Kahtan Oğulları: Yemen ve Arabistan'ın diğer güney bölgelerinde yaşayan Kahtan b. Ya'rib'in oğulları. Asıl Araplar bunlardır derler. Bugünkü Yemenliler ve Sadr-ı İslam'da Medine’nin iki büyük kabilesi olan "Evs" ve "Hazrec" kabileleri de Kahtan soyundandırlar. Kahtanlılar birçok devlet kurmuşlar, Yemen toprağının bayındırlığı için çok çalışmışlar ve kendilerinden geriye birçok medeniyetler bırakmışlardır. Bugün onların kitabeleri ilmi metotlarla okunduğundan Kahtanlıların tarihçesi az da olsun aydınlığa kavuşmuştur.
İslam öncesi Arapların medeniyeti hakkında söylenilen sözlerin hepsi de bu topluluğa aittir. Ve bu da sadece Yemen toprağında görülmektedir.
3- Adnan Oğulları: Hz. İbrahim Halil’in oğlu Hz. İsmail (a.s)'in evlatlarıdırlar kandırlar. Bu soyun kökenini inşallah ileride açıklayacağız. Özet olarak diyebiliriz ki: İbrahim (a.s), Allah tarafından oğlu İsmail'i annesi Hacer ile birlikte Mekke'de yerleştirmeye memur oldu. Hz. İbrahim (a.s) her ikisini Filistin'den, susuz ve bitkisiz derin bir vadiye (Mekke) götürdü Âlemlerin Rabbi, onlara lütuf ve merhamet elini uzatarak kendilerine yerden Zemzem Suyu'nu çıkardı. İsmail, Mekke'nin yakınında çadır kurmuş olan "Curhum" kabilesinden bir kızla evlendi. Allah onlara birçok evlat nasip etti. İşte onlardan biri de İsmail'in bir kaç kuşak sonraki evladı "Adnan"dır.
Adnan oğulları çeşitli dallara ayrıldılar. Onların arasında Kureyş kabilesi, Kureyş’ten de Haşim oğulları daha çok tanınırlar.
Arapların Umumi Ahlakı:
Maksadımız, İslam'dan önce Arapların arasında yaygın olan toplumsal ahlak ve geleneklerdir.
Bu geleneklerden bazısı, bütün Arapların içerisinde yaygındı.
Genel olarak Arapların güzel ve umumi sıfatlarını, bir kaç cümlede özetleyebiliriz.
Cahiliye zamanındaki Araplar, özellikle Adnan oğulları, cömert ve misafirperver idiler. Emanete hıyanet aralarında az görülürdü. Ahde vefasızlığı affedilmez bir günah bilirlerdi. İnançları yolunda cesur idiler; her şeyi çekinmeden söylerlerdi. Açık ifadeliydiler; hafızaları güçlü idi, şiir ve hatiplikte üstlerine yoktu. Yiğitlikleri dilden dile dolaşırdı; ata binicilik ve ok atıcılıkta ustaydılar. Düşmana sırt çevirmeyi kötü ayıp bilirlerdi. Fakat bununla birlikte yakışık olmayan bir takım kötü huyları da vardı. Eğer miladî altıncı yüzyılın yarılarında İslam'ın ebedi saadet güneşi kalplere ışık saçmasaydı, bugün artık Adnan oğullarından hiç bir eser görülmeyecek ve çok geçmeden "Baide" Araplarının hikâyesi yeniden tekerrür etmiş olacaktı.
Bir yandan sahih bir kültür ve rehberliğin yokluğu, bir yandan da fesat ve hurafelerin yaygınlığı, Arapların yaşantısını, hayvani şekle büründürmüştü. Öyle ki tarih sayfaları onların elli, hatta yüz yıllık kanlı savaşları ile doludur, hem de çok küçük ve ehemmiyetsiz şeyler yüzünden.
Bir yandan içerilerinde bulunan düzensizlik ve hercümerç, bir yandan da azgınları yerine oturtacak güçlü bir devletin olmayışı, Arapları göçebe halinde yaşamaya mecbur etmişti. Bu yüzden nerede su ve hayattan bir eser görselerdi, hemen hareket eder, çadırlarını oraya kurarlardı. Oradan daha iyi bir yer buldukları zaman da hemen orayı terk ederlerdi. Bu göçebelik ve göçlerin iki sebebi vardı: Birisi, su hava ve meralar bakımından Arabistan'ın kötü durumu, diğeri de aralarında olan düşmanlıklar ve kan dökücülükler.
İslam Öncesi Araplar, Medeni Bir Millet miydi?
"Tarih-i Temeddün-i -İslam ve Arab " adlı kitabın yazarı (Gustave Lebon) cahiliye Araplarının durumlarıyla ilgili yaptığı araştırmalardan şu neticeye varmıştır:
"Araplar yüzyıllar boyunca daima bir medeniyet sahibi olagelmişlerdir. Arabistan'ın çeşitli yerlerinde yapılmış olan büyük ve yüksek binalar ve dünyanın uygar Miletleriyle olan ticari ilişkileri onların medeniyet sahibi olduklarını gösteriyor. Çünkü Rumların zuhurundan önce güzel şehirler yapabilen ve dünyanın büyük milletleriyle ticarî ilişkileri olan bir kavme vahşi diyemeyiz."
Başka bir yerde de, Arap edebiyatının ve Arapların kâmil bir dile sahip olmalarının onların köklü bir medeniyete sahip olduklarının göstergesi olduğunu kabullenerek şöyle diyor:
"Arabistan tarihinden hiçbir şeyi bilmeseydik bile, Arapların vahşi olduğuna dair görüşü yine de reddedebilirdik. Zira bir milletin dili hakkında ne hüküm verirsek, medeniyeti hakkında da aynı hükmü vermemiz gerekir. Medeniyet ve mükemmel bir dil ansızın vücuda gelebilir, ama kökleri çok eskilere dayanır. Zira mükemmel ve güzel bir dil, hiç bir mukaddime olmaksızın kendiliğinden vücuda gelip, güçlü bir edebiyata sahip olamaz. Üstelik medeni kavimlerle ilişki kurmak, istidatlı bir kavmi her zaman için ileriye doğru götürür."
Adı geçen yazar, bir kaç sayfasını İslam öncesi Arapların büyük bir medeniyete sahip olduklarını ispatlamak için ayırmıştır ve bu iddiasında üç şeye dayanmaktadır:
1- Gelişmiş bir dile sahip olmaları.
2-İlerlemiş milletlerle ilişki kurmaları.
3- Milattan önce yaşayan iki ünlü tarihçi "Herodotos" ve "Artemidoros" ile Mes'udî ve diğer İslam tarihçilerinin anlata anlata bitiremedikleri Yemen’in hayret edilecek binaları. (1)
Arabistan'ın bazı bölgelerinde kimi medeniyetlerin olduğu doğrudur; fakat adı geçen yazarın getirdiği deliller, Arabistan'ın her tarafında medeniyetin olduğunu ispatlayamaz.
Bir dilin, medeniyetin diğer cepheleriyle birlikte geliştiği doğrudur; ancak Arapçayı hiç bir zaman bağımsız ve de İbrani, Süryani, Amuri ve Keldani dilleriyle ilgisi olmayan bir dil olarak kabullenemeyiz. Çünkü İran ve Roma'nın bu yörelerle ilişkisi sömürü ilişkisi idi. Hal bu iken Arapçanın, İbrani veya Amuri dili içerisinde gelişmiş, geliştikten sonra ayrı bir dil haline gelmiş olması da muhtemeldir.
Şüphesiz dünyanın gelişmiş milletleriyle ilişki içerisinde olmak, bir milletin gelişmiş ve uygar olduğunu gösterir. Fakat acaba Arabistan'ın her tarafı için bu ilişki söz konusu edilebilir mi? Yoksa Hicaz bölgesi bu gibi ilişkilerden mahrum muydu? Nitekim Hicaz'ın hükümet sahibi olan iki bölgesinin (Hire ve Gassan) İran ve Roma ile ilişkilerinin olması da onların medeni olduklarına şahit tutulamaz. Çünkü bu hükümetlerin hepsi uşaklık pozisyonundaydılar.
Bugün Afrika ülkelerinden birçoğu da Batılı devletlerin sömürgesi durumundadır, fakat Batı uygarlığının hatta bir zerre dahi olsun nasipleri yoktur.
Bütün bunlarla birlikte Yemen’in seba Me'rib yöresindeki hayret edilecek uygarlığı da inkâr edemeyiz. Çünkü Tevrat'ta anlatılanlar ve Herodotos ile diğerlerinden nakledilenlerle birlikte, ünlü tarihçi Mes'udi de, Me’rib hakkında şöyle yazıyor: "Her yandan yükselen güzel binalar, gölgeli ağaçlar ve akarsular ile çevriliydi. Usta bir binici ülkenin eni ve uzunluğunu bir ay zarfında dahi kat edemezdi. Ülkenin bu başından o başına giden bir yolcu, güneşin yüzünü bile göremezdi. Çünkü yolların iki tarafına dikili dev ağaçlar her yeri adeta gölgeliğe çevirmişti. Oranın mamur ve yeşil yerleri, bol suları ve istikrarlı saltanatı, dünyaca tanınırdı." (2)
Kısacası bu gibi deliller, bizi Arabistan'ın bütün bölgelerine hâkim olan bir medeniyeti kabullenmeye zorlamaktadır. Özellikle Hicaz Bölgesi, kesin olarak medeniyetin kokusunu bile almış değildi. Hatta bizzat Gustave Lebon’un kendisi bu hususta şöyle diyor: "Arabistan-Kuzey sınır bölgeleri hariç-yabancıların işgaline uğramamış ve hiç kimse orayı işgal edememişti. Bütün dünyayı altüst eden-İranlı, Romalı veya Yunanlı -büyük cihangirler, Arabistan'a asla teveccüh etmezlerdi." (3)
O efsanevî uygarlıkların, yarımadanın her tarafında olduğunu farz etsek bile, en azından İslam güneşinin doğduğu zamanda Hicaz bölgesinin hiç bir yerinde medeniyet diye bir şeyin kalmadığında kimse şüphe etmemektedir. Nitekim Kur'an-ı Kerim bu meseleyi hatırlatarak şöyle buyurmaktadır:
"Siz tam bir ateş çukurunun kıyısındayken, Allah sizi oradan kurtardı"(4)
Bu konuda Emirülmüminin (a.s) sözleri de, İslam öncesi Arapların yaşantı, fikir ve ahlak bakımından ne kadar kötü durumda olduklarını sergilemektedir. Emirülmüminin (a.s) İslam öncesi Araplarının ne durumda olduklarını hutbelerinden birinde şöyle açıklamaktadır:
"Gerçekten Allah, Muhammed'i (s.a.v) âlemler için bir uyarıcı-korkutucu ve indirdiği kitap ve vahiy için bir emin olmak üzere gönderdi. Ey Arap toplumu, o zaman siz pek kötü bir yol-yordam tutmuştunuz; çok kötü bir yeri yurt edinmiştiniz.
Sarp taşlar içerisinde, hiç bir sesten çekinmeyen sağır yılanlar arasında yaşıyordunuz. Bulanık sular içmedeydiniz; (Hurma çekirdeğinin unu ve kertenkele gibi) kötü yemekler yemedeydiniz; birbirinizin kanını döküyor, yakınlık bile göstermiyordunuz. Aranıza putlar dikmiş de onlara tapıyordunuz; suçlar işliyor hiç bir şeyden çekinmiyordunuz." (5)
Burada Hicaz halkının hayatının birçok köşesini açıklığa kavuşturabilecek bir hikâyeyi anlatmak da herhalde yerinde olur.
(1) Tarih-i Temeddün-i İslam ve Arab, s. 78 -102
(2) Muruc'uz -Zeheb, c.3 s. 373
(3) Tarih-i Temeddün-i İslam ve Arab s. 96
(4) Al-i İmran Suresi 103. ayet.
(5) Nelc'ül Belağa 26. Hutb