12-10-2013 tarihinde eklendi
Gadir hadisinin ifade ettikleri


Gadir-i Hum hadisesi İslam tarihinde bir dönüm noktasıdır. Dinin kemale erdiği, nimetin tamamlandığı, kâmil ve eksiksiz din olarak Allah’ın insanlar için İslam’ı beğendiği ve seçtiği hakikat ve gerçeğini içinde barındırmaktadır. Bin dört yüz yıllık bir geçmişi olan bu hadise aslında İslam âleminin bu gün içinde bulunduğu ekonomik, sosyal ve ahlaki problem ve sorunların ana hatta yegâne çözüm kaynağıdır. İnsaf ve izan sahibi değerli şahsiyetleri müstesna tutarak günümüz örümcek kafalıları veya at gözlüğü kullanan mutaassıp ve bağnaz yobazlar geçmişe biraz objektif bakabilseler Gadir-i Hum meselesinin geçmişte tüm Müslüman tarihçi ve muhaddislerinin üzerinde ittifak ettikleri bir konu olduğunu açıkça göreceklerdir. Ama ne yazık ki kalpleri vardır anlamazlar, gözleri vardır görmezler ve kulakları vardır işitmezler minvalindeki ayetin 21. Yüzyıl versiyonları olsa gerek ki henüz insanların gözlerinin içine baka baka kitleleri yönlendirmeye veya manipüle etmeye çaba sarf etmekteler. Ama unuttukları bir şey var “güneş balçıkla sıvanmaz.”

İnsaf ve izan sahibi tarihçi ve muhaddislerin Gadir-i Hum hakkındaki görüş ve tarihi belge ve kanıtlarından bir kısmını iktibas yoluyla siz değerli okurlarla paylaşmak istiyorum.

Gadir hadisinde delil olarak alınan ve gerçekte Gadir olayının asıl mesajını kendisinde barındıran cümle Hz. Peygamber’in (Allah’ın salat ve selamı Onun ve Ehl-i Beyt’inin üzerine olsun)   şu sözüdür; “من كنت مولاه فعلى مولاه”  Bu hadisi kendilerine delil olarak ele alanlar, ‘mevla’yı ‘evla’ manasında manalandırmışlardır. ‘Evla’ yani tasarruf etmeye layık olan kişi anlamına gelir. ‘Evla’ daha sade bir ibare ile yani öncülük, rehberlik ve özgür iradesini kullanabilmede daha layık olan kişidir. Buna göre hadisin manası şöyledir; “ben kimin öncüsü ve rehberi isem, Ali de onun öncüsü ve rehberidir”. Dolayısıyla, ancak Ali’nin (Aleyhisselam)  öncülük ve rehberliğini kabul etmiş olanlar, Peygamber efendimizin (Allah’ın salat ve selamı Onun ve Ehl-i Beyt’inin üzerine olsun)  öncülük ve rehberliğini kabul edip bağlanan kimselerdir.

Şimdi arap lügatinde ‘Mevla’nın bu manada kullanılıp kullanılmadığına bakmamız gerekmektedir. Eğer mevlanın arap lügatinde bu manada kullanıldığını kabul edersek, bu durumda acaba bu hutbede bu manada mı kullanılmış yoksa bu mana dışında başka bir mana mı kast edilmiş? Buna da bakmak lazım.

Merhum Allame Emini tefsir ve lügat âlimlerinin büyüklerinden, kırk iki kişinin ismini zikretmiş ve bunların yirmi yedi tanesinin şöyle dediğini nakletmiştir;

“Mevla, Evla manasındadır.”

Geri kalan on beş kişi de şöyle demişlerdir;

“Evla, Mevlanın birçok manasından bir tanesidir.[1]

Ama mevlanın bu hadiste bu mana için kullanılıp kullanılmadığına gelince de, bu hadisin sadır olduğu zaman ve şartlarına dikkat edildiğinde ve bu hadisin içinde zikredildiği hutbenin içeriği tetkik edildiğinde, mevlanın bu hadiste evla manasında kullanıldığına dair hiçbir şüphe kalmamaktadır.

Zira Peygamber efendimiz (Allah’ın salat ve selamı Onun ve Ehl-i Beyt’inin üzerine olsun)  gibi akl-ı kül, insan-ı kâmil, en büyük peygamber (Allah’ın salat ve selamı Onun ve Ehl-i Beyt’inin üzerine olsun)  ve göklerin elçisi olan bir zat, güneşin hararetinin insanların beyinlerini kaynattığı, yerin ateşten bir demir gibi yolcuların ayaklarını yaktığı, böyle sıcak bir günde, olanakların bulunmadığı[2] yakıcı bir çölde, öyle ki yere et atıldığında pişecek ve kebap olacak[3] bir kavurucu sıcaklıkta, kuş uçmaz kervan geçmez bir bölgede, on binlerce yorgun hacıyı durduracak, gidenleri geri çağıracak, geridekilerin yetişmesi için bekleyecek ve günün en sıcak saatlerinde onlara bir konuşma yapacak, sesinin kendilerine ulaşıp ulaşmadığından emin olmak için birkaç kez sesimi duyuyor musunuz? Diye hitap edecek ve en sonunda Ali’yi (Aleyhisselam)  onlara gösterecek, O’nu soy ve nesebi ile onlara tanıtarak “ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır” diyecek, sonra da orada bulunanları orada bulunmayanlara da bu sözü iletmeleri konusunda görevlendirecek, daha sonra ona biat etmelerini, onu tebrik edip kutlamalarını isteyecek ve kendi sarığını onun başına sararak “sarık Arapların tacıdır” diye buyuracak ve ashaba dönerek melekler Bedir gününde yardımıma geldiklerinde başlarında böyle sarıklar vardı diye buyuracak… Şimdi farz edelim ki bu hadis karinesiz ve herhangi bir tefsir ve açıklama yapılmadan bir şahsın eline ulaşır ve o da bu hadisi tarafsız bir şekilde ele alırsa, bilgisiz bazı fertlerin aksine, şunu fark edecek ki, Peygamber (Allah’ın salat ve selamı Onun ve Ehl-i Beyt’inin üzerine olsun)  “ben kimin dostuysam, Ali de onun dostudur” veya “ben kimin arkadaşıysam, Ali de onun arkadaşıdır” diyecek bir durumda değildir, kanaatine varacaktır. Çünkü dostluk ve arkadaşlık ilanında, biat ve tebrik etmeye ihtiyaç duyulmamaktadır. Sarığa ve taçlandırmaya da gerek duyulmamaktadır. En azından, böyle tehlikeli bir yerde ve bu kadar mukaddime ile ilan edilecek kadar önemli bir konu olmadığı apaçık ortadadır. 

İşte bundan dolayı, Ehl-i Sünnet ulemasından Sibt b. Cevzi bu olayı geniş bir şekilde ele alıp değerlendirdikten sonra şu sonuca varır: “Bu hadiste zikr edilen Mevla, evla manasındadır.”[4]

İbn-i Talha da Matalib’us Suul adlı kitabında yazıyor: Hz. Resul (Allah’ın salat ve selamı Onun ve Ehl-i Beyt’inin üzerine olsun)  mevlanın kendisinde barındırdığı bütün manaları kast etmiş ve bu manaların tümünü Ali’ye (Aleyhisselam)   nispet etmiştir. Bu da öyle yüce bir mertebedir ki Peygamber, (Allah’ın salat ve selamı Onun ve Ehl-i Beyt’inin üzerine olsun)  bu mertebeye özellikle Ali’yi (Aleyhisselam)   uygun görmüş ve Onu orada karar kılmıştır.[5]

Bu netice, Peygamber efendimizin (Allah’ın salat ve selamı Onun ve Ehl-i Beyt’inin üzerine olsun)   o günkü hutbesin de, bütün cümleleri ile kastedip delalet ettiği ve yüz yirmi dört bin halis Arab’ın şüphe götürmeyecek şekilde anladığı mana ve çıkardığı neticedir. İşte bundan dolayı Hasan b. Sabit ayağa kalkmış ve Hz. Ali’yi (Aleyhisselam)   övmek için şiir ve beyit söyleme iznini talep etmişti. Peygamber efendimiz de (Allah’ın salat ve selamı Onun ve Ehl-i Beyt’inin üzerine olsun) kendisine izin vermiş ve aynı zaman da onu teşvikte etmiştir. Sonraları da bu olaydan haberdar olan herkes aziz İslam Peygamberinin (Allah’ın salat ve selamı Onun ve Ehl-i Beyt’inin üzerine olsun)  kendisinin yerine geçecek bir halife tayin ettiğini anlamıştır.  Asırlar boyunca lügat bilimcileri ve İslam âlimleri bu hadisten bu manayı çıkarmış ve yüzlerce Arap ve Arap olmayan şair de bu konu ile ilgili şiirler yazıp söylemişlerdir. Şiirlerinde Peygamber efendimizin (Allah’ın salat ve selamı Onun ve Ehl-i Beyt’inin üzerine olsun) Ali’yi (Aleyhisselam) yerine halife olarak atadığını açıkça belirtmek ile beraber, Gadir gününü de büyük bir gün olarak telaki etmişlerdir. Hem Emir’ül Müminin Ali, (Aleyhisselam) zahiri hilafeti döneminde, Kufe’de, bu Gadir olayının üstünden kırk yılı aşkın bir zaman dilimi geçmiş olduğu halde, Allah Resulünün ashabının çoğunluğunun dünyadan göçtüğü, geri kalanlarının da, şehir ve memleketlere dağıldığı ve Kufe’nin de ashabın yerleşim merkezinden (Medine) uzak olmasına rağmen, bu hadisi kendisine delil getirmiş ve Allah Resulünün ashabına yemin ettirerek bu olayı hatırlayanlardan, olayın doğruluğuna şahadet etmelerini istemiştir. Bu isteği ani ve herhangi bir ön hazırlık yapılmadan olduğu halde, azımsanmayacak sayıda kişi ayağa kalkarak, doğruluğuna dair şahadet etmişlerdir. Bu şahitlerin sayılarını aktaran rivayetler muhteliftir. Bir rivayete göre beş ya altı kişi,[6] bir rivayete göre dokuz kişi,[7] bir rivayete göre on iki kişi,[8] bir rivayete göre Bedir ashabından on iki kişi,[9]bir rivayete göre on üç kişi,[10] bir rivayete göre on altı kişi,[11] bir rivayete göre on sekiz kişi,[12] bir rivayete göre otuz kişi,[13] bir rivayete göre bir grup insan,[14] bir rivayete göre ondan fazla kişi,[15] bir rivayete göre birkaç kişi,[16] bir rivayete göre sayıları çok olan bir grup insan[17] ve bir rivayete göre de on yedi kişi[18] Peygamber efendimizin (Allah’ın salat ve selamı Onun ve Ehl-i Beyt’inin üzerine olsun) Gadir günün de şöyle buyurduğuna:من كنت مولاه فعلى مولاه   şahadet etmişlerdir.

 


[1] - el-Gadir c. 1 s. 344-350

[2]- Vafayat’ul Ayan c. 5 s. 231

[3] - Bu konuyu merhum Seyid İbn-i Tavus İkbal’ul Amal adlı eserin de s. 456 en-Neşru ve’t Tay adlı kitaptan nakletmiştir.

[4] - Tezkiret’ul Havvas s. 38

[5] - Matalib’us Suul s 16 satır 25

[6] - Tarih-i Dimeşk c. 2 s. 21 hadis 521. Macme’uz Zevaid c. 9 s. 104

[7] - Musned-i Ahmed b. Hambel c. 1 s. 119

[8] -Musned-i Ahmed b. Hanbel c.1 s.119. Feraid’us Simteyn c 1. S 68 ş 69, bab 10. Hadis 34 ve 36. Kenz’ul Ummal c 13. S 154, hadis 36480 ve s 157. hadis 36485, Menakib-i İbn-i Mağazili s 28. Hadis 38 ve s 20. Hadis 27, Tarih-i Dimeşk c. 2 s. 12. Hadis 509 ve 511 ve s. 14 hadis 512 ve s. 19 hadis 517.

[9] - - Tarih-i Dimeşk c. 2 s. 9. Hadis 506 ve s 11. hadis 508 ve s 24. Hadis 523. Kenz’ul Ummal c. 13. S. 180, hadis 36515. Macme’uz Zevaid c. 9 s. 105

[10] - Tezkiret’ul Havvas s 35. Kenz’ul Ummal s. 158 hadis 36487 ve s. 170. Hadis 36514, Tarih-i Dimeşk c. 2 s. 18 hadis 515 ve 516 ve s 25. Hadis 524, Mecme’uz Zevaid c. 9 s 105, Yenabi’ul Mevedde s 36.

[11] - Tarih-i Dimeşk c 2 s 5 hadis 503 ve s 28. Hadis 530, Mecme’uz Zevaid c. 9 s. 107.

[12] - Tarih-i Dimeşk c. 2 s 13.  hadis 512 ve s 14. Hadis 513 ve s 18 hadis 526,  Mecme’uz Zevaid c. 9 s 108.

[13] - - Musned-i Ahmed b. Hanbel c 4 s 307. Tarihi’ul Hulefa s. 188, Tarih-i Dimeşk c. 2 s. 7. Hadis 505. Mecme’uz Zevaid c. 9 s. 104.

[14] - Tarih-i Dimeşk c. 2 s. 6. Hadis 504 ve s. 22. Hadis 522.

[15]- Tarih-i Dimeşk c. 2 s. 20. Hadis 510.

[16]- Tarih-i Dimeşk c. 2 s. 20. Hadis 520.

[17] - Tezkiret’ul Havvas s. 35, Mecme’uz Zevaid c. 9 s. 104.

[18] - Yenabi’ul Mevedde s. 36.

http://caferider.com.tr/gadir-hadisinin-ifade-ettikleri_m3274.html