16-02-2015 tarihinde eklendi
El Kaide, Suudi Arabistan ve İsrail
Eylül 2013’te, o dönemde İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun yakın bir danışmanı olan İsrail’in ABD’deki Büyükelçisi Michael Oren, Jerusalem Post gazetesine, İsrail’in Esad’a karşı Sünni aşırıcıları tercih ettiğini söyledi. Oren, Jerusalem Post’a verdiği röportajda “İsrail’in karşı karşıya olduğu en büyük tehlike, Tahran’dan Şam’a, oradan da Beyrut’a uzanan stratejik kemerdir. Biz Esad’ı bu kemerdeki kilit taşı olarak görüyoruz” şeklinde konuştu.

Makhum edilen El Kaide üyesi Zacarias Musavi'nin yaptığı ve Suudi hükümetinin önde gelen üyelerini terörist ağın finansörleri olarak tanımlayan ifşaat, Amerikalıların Ortadoğu'daki olayları algılama biçimlerini şekillendirme ve bu Suudilerden bazılarıyla alışılmamış bir ittifak kurmuş olan İsrail Likud hükümeti için bir risk oluşturma potansiyeli taşıyor.
 
Çarşamba günü New York Times'ta yer alan bir hikayeye göre, Musavi hapishanede verdiği bir ifadede, 1998 veya 1999 yılında Afganistan'daki El Kaide liderlerinin kendisine grubun bağışçılarından oluşan bir dijital veri tabanı oluşturma talimatı verdiğini ve listede, dönemin Suudi istihbarat şefi Prens Türki el-Faysal'ın, uzun süre ABD'de Suudi büyükelçiliği yapan Prens Bender bin Sultan'ın, seçkin milyarder yatırımcı Prens el-Velid bin Talal'ın ve çok sayıda önde gelen din adamının da bulunduğunu söyledi.
 
Musavi, kötü bir İngilizceyle, “Şeyh Usame, parayı verenlerin, dinlenilecek olanların veya cihada katkı yapanların kaydını tutmamı istedi” dedi.
 
Her ne kadar Suudi krallığı derhal hücuma geçerek Musavi'nin bir inanılırlığının olmadığını söylese de, iddiaları, 11 Eylül raporunda bulunan ve El Kaide'ye yönelik Suudi desteği iddialarını ele alan gizli bir kısmı görmüş olan ABD Kongresi üyelerinin söyledikleriyle örtüşüyor.
 
Sıkıntılı durumu Suudi Arabistan için daha da karmaşıklaştıran şey ise, yakın zamanda Suudilerin ve Fars Körfezi'nin öteki petrol şeyhliklerinin, Suriye'de büyük ölçüde seküler olan Başkan Beşar Esad rejimini devrimek için savaşan Sünni militanların destekçileri olarak tanımlanması. Bu destekten en fazla yararlanan güç, El Kaide'nin Suriye'deki bağlaşığı olan El Nusra Cephesi oldu.
 
Bir başka deyişle Suudiler, El Kaide ile bağlantılı cihadçılarla günümüze kadar örtülü bir ilişkiye sahip olmuş gibi görünüyor.
 
İsrail ifşaatı
 
Suudiler gibi İsrailliler de Suriye'de Sünni militanlarla yan yana durdu, zira İsrailliler, İran'ın ve Tahran'dan Bağdat'a, Şam'dan Beyrut'a uzanan sözde “Şii hilali”nin Ortadoğu'daki çıkarlarına en büyük tehdidi oluşturduğu şeklindeki Suudi görüşünü paylaşıyor.
 
Bu ortak kaygı, her ne kadar Tel Aviv ve Riyad arasındaki işbirliği büyük ölçüde kamuoyunun gözünden saklandıysa da, İsrail ve Suudi Arabistan'ı fiili bir ittifaka yöneltti. Ancak iki hükümet, ortak çıkarlarının olduğu alanlarda birbirini tamamlayan varlıklarını – Suudilerin petrol parası ve İsrail'in siyasi nüfuzu ve medya nüfuzu – ortaya koydukça, zaman zaman bu ittifak, örtülerin altından kendini gösteriyor.
 
Son yıllarda bu tarihsel düşmanlar, Mısır'daki (2013'te devrilen) Müslüman Kardeşler hükümetine yönelik ortak horgörülerinde, Suriye'deki Esad rejimini devirme arayışında ve ABD'nin İran'a karşı daha düşmanca bir tutum alması için baskı yapmada ortaklaştı.
 
İsrail ve Suudi Arabistan, hem İran'ın hem de Suriye'nin önemli bir destekçisi olarak görülen Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'e baskı yapma çabalarında da ortaklaştı. Suudiler, fiyatları düşürüp Rusya'nın ekonomisine zarar vermek için petrol üretimindeki güçlerini kullanırken, İsrail'in jeopolitik dünya görüşünü paylaşan ABD'li yeni-muhafazakarlar, 2014 yılında Ukrayna'nın Rusya yanlısı Devlet Başkanı Viktor Yanukoviç'i deviren darbenin ön cephesindeydi.
 
Sahne arkasındaki İsrail-Suudi ittifakı, iki hükümeti – zaman zaman rahatsız edici şekilde – Suriye'de, Lübnan'da ve hatta Irak'ta Şii etkisine karşı savaşan Sünni cihadçıların tarafına getirdi. Örneğin 18 Ocak 2015 tarihinde İsrail, Suriye'de Esad hükümetine destek veren Lübnanlı-İranlı danışmanlara saldırdı ve çok sayıda Hizbullah üyesi ile bir İranlı generali öldürdü. Bu askeri danışmanlar, El Kaide'ye bağlı Nusra Cephesi'ne yönelik operasyonlara girişmişti.  
 
Eş zamanlı olarak İsrail, işgal altındaki Golan Tepeleri yakınlarındaki Suriye topraklarını ele geçirmiş olan Nusra Cephesi militanlarına saldırmaktan imtina etti. Suriye konusundaki ABD istihbarat bilgilerine yakın olan bir kaynak bana, İsrail ile bu Nusra güçleri arasında bir “saldırmazlık paktı” olduğunu söyledi. 
 
Tuhaf bir ittifak
 
İsrail'in Sünni çıkarlarıyla olan tuhaf çifte ittifakı, İsrail ve Suudi Arabistan'ın Şii yönetimindeki İran'a ve onun Irak, Suriye ve Güney Lübnan'daki müttefiklerine karşı yürütülen jeopolitik mücadelede tuhaf dostlar haline gelmesiyle gelişme kaydetti. Örneğin Suriye konusunda, önde gelen İsrailliler, Şii İslam'ın bir kolu olan Alevi mezhebinden olan Esad'ın kalmasındansa, iç savaşta Sünni aşırıcıların baskın çıkmasını tercih edeceklerini ifade ettiler. 
 
Eylül 2013'te, o dönemde İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu'nun yakın bir danışmanı olan İsrail'in ABD'deki Büyükelçisi Michael Oren, Jerusalem Post gazetesine, İsrail'in Esad'a karşı Sünni aşırıcıları tercih ettiğini söyledi. 
 
Oren, Jerusalem Post'a verdiği röportajda “İsrail'in karşı karşıya olduğu en büyük tehlike, Tahran'dan Şam'a, oradan da Beyrut'a uzanan stratejik kemerdir. Biz Esad'ı bu kemerdeki kilit taşı olarak görüyoruz” şeklinde konuştu. “Biz her zaman Beşar Esad'ın gitmesini istedik, her zaman için İran tarafından desteklenmeyen kötü çocukları, İran tarafından desteklenen kötü çocuklara tercih ettik” diyen Oren, bu “kötü çocuklar” El Kaide ile bağlantılı bile olsa durumun bu olduğunu söyledi. 
 
Haziran 2014'te ise Oren, Aspen Enstitüsü konferansında eski büyükelçi sıfatıyla konuşurken bu pozisyonu daha da genişletti ve İsrail'in, Suriye'de İran destekli Esad'ın iktidarda kalmasındansa vahşi “İslam Devleti” örgütünün zaferini bile tercih edeceğini söyledi. Oren, “İsrail'in perspektifinden bakıldığında, eğer bir şeytan galip gelecekse, Sünni şeytan galip gelsin” dedi. 
 
Kuşkuculuk ve şüphe
 
İlk kez Ağustos 2013'te “Suudi-İsrail süper gücü” başlıklı makalede İsrail ve Suudi Arabistan arasındaki büyüyen ilişkiyi yazdığım zaman, hikaye epey kuşkuculukla karşılanmıştı. Ancak bu gizli ittifak giderek artan ölçüde açık hale geldi.
 
1 Ekim 2013 tarihinde İsrail Başbakanı Netanyahu, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda yaptığı ve büyük ölçüde İran'ı nükleer programından ötürü şiddetle suçlanmasına ve tek taraflı bir İsrail askeri saldırısı tehdidine adanmış olan konuşmasında, bunun ipucunu verdi.  
 
Kavgacı sözlerin arasında Netanyahu, şu sözleriyle, Ortadoğu'daki gelişen güç ilişkilerine dair, büyük ölçüde gözden kaçırılan bir ipucunu ağzından kaçırdı:  
 
“Nükleer silahlı bir İran tehlikesi ve bölgemizde öteki tehditlerin ortaya çıkışı, pek çok Arap komşumuzun nihayet, İsrail'in kendilerinin düşmanı olmadığını anlamalarını sağladı. Bu ise bize, tarihsel husumetlerin üstesinden gelme ve yeni ilişkiler, yeni dostluklar, yeni umutlar inşa etme olanağı sunuyor.”  
 
Ertesi gün İsrail'in Kanal 2 televizyonu, üst düzey İsrailli güvenlik yetkililerinin Kudüs'te, bir Körfez devletinden – o dönemde Suudi istihbarat şefi olan, Suudi Arabistan'ın ABD'deki eski büyükelçisi Prens Bender olduğu düşünülen – üst düzey bir mevkidaşlarıyla bir araya geldiğini  aktardı.
 
Bu alışılmadık ittifakın gerçekliği, şimdi, ana akım ABD medyasına bile ulaştı. Örneğin Time dergisi muhabiri Joe Klein, 19 Ocak 2105 tarihli sayıdaki makalesinde yeni samimiyeti tasvir etti. Klein, şunları yazdı:
 
“26 Mayıs 2014 günü, Brüksel'de benzeri görülmemiş bir açık görüşme gerçekleşti. Suudi Arabistan'ın eski istihbarat şefleri Amos Yadlin ve Prens Türki el-Faysal, bir saatten uzun süre birlikte oturdu ve  Washington Post'tan David Ignatius'un moderatörlüğünde, bölgesel politikalar hakkında konuştu.
 
“İki isim, İsrail-Filistin barış anlaşmasının tam niteliği gibi konularda anlaşmazlığa düşerken, İran nükleer tehdidinin ciddiliği, Mısır'daki yeni askeri hükümeti destekleme ihtiyacı ve Suriye'de ortak uluslararası eylem talebi gibi konularda ortaklaştılar. En çarpıcı ifade ise Prens Türki'den geldi. Prens, Arapların ‘geri dönüşsüz bir karar aldığını' ve ‘artık İsrail'le savaşmak istemediklerini' söyledi.” 
 
Her ne kadar Klein bu itilafın sadece aydınlık tarafını gördüyse de, Musavi'nin ifadesinde sözü edilen, Prens Türki'yi El Kaide destekçilerinden biri olarak tanımlayan bir karanlık taraf da var. Belki daha da sarsıcı olan, onun bu listede uzun yıllar kendini bir ABD dostu olarak sunan ve Bush ailesine, kendisine “Bender Bush” lakabı takılacak kadar yakın olan Prens Bender'in de adını zikretmesiydi.
 
Musavi, Bender'in ABD'de büyükelçi olduğu dönemde, onun Washington'daki Suudi Büyükelçiliği personelinden bir kişiyle, bir Air Force One uçağını bir Stinger füzesiyle vurmayı tartıştığını ileri sürdü.
 
New York Times gazetesinde Scott Shane imzasıyla çıkan makaleye göre, Musavi kendisinin, “bir Stinger saldırısı düzenlemeye, arkasından da kaçabilmeye uygun bir yer bulmakla” görevlendirildiğini, ancak keşif misyonunu gerçekleştiremeden 16 Ağustos 2001 tarihinde tutuklandığını söyledi.
 
O dönemde “Bender Bush”un kontrolü altında bulunan Suudi büyükelçiliğindeki herhangi birinin, George W. Bush'un Air Force One uçağını düşürmek için El Kaide ile birlikte entrika çeviriyor olduğu düşüncesi, eğer gerçekse, şok edicidir. Ancak bu nokta, uçakları kaçıran 19 kişiden 15'inin Suudi olduğu 11 Eylül saldırılarından sonra bile düşünülemez bulunacaktır.
 
Yaklaşık 3 bin Amerikalının ölümüne yol açan bu terörist saldırılardan sonra Bender Beyaz Saray'a gitmiş ve Bush'u, Bin Ladin ailesinin üyelerinin ve ABD'deki diğer Suudilerin hızlı bir şekilde ülkeden çıkarılmasına ikna etmişti. Bush, bu Suudi vatandaşlarının havada yapılmasına izin verilen ilk uçuşlarla gitmesine izin verdi.  
 
Bender'in müdahalesi, FBI ajanlarına ülkeden ayrılan Suudilerle sadece üstünkörü görüşmeler yapacak zaman vermek suretiyle, FBI'ın Usame bin Ladin ile 11 Eylül failleri arasındaki bağlar hakkında daha fazla şey öğrenme şansının altını oydu.
 
Bizzat Bender,  Bin Ladin ailesine yakındı ve Usame bin Ladin'in kendisine, 1980'lerdeki Afganistan'daki cihad projesini finanse etmesinden ötürü teşekkür etmesi bağlamında onunla bir araya gelmiş olduğunu kabul ediyordu. Bender, CNN'den Larry King'e Bin Ladin hakkında, “Dürüst olmam gerekirse, etkilenmemiştim. Onun sıradan ve çok sessiz bir olduğunu düşünüyordum”  demişti.
 
Suudi hükümeti, Bin Ladin'le ilişkilerini, 1990'ların başlarında Başkan George H.W. Bush'un Suudi Arabistan'a ABD askerleri konuşlandırması nedeniyle ABD'yi hedef almaya başladığında kopardığını iddia ediyordu, ancak – eğer Musavi doğru söylüyorsa – El Kaide 1990'ların sonlarında Bender'i hâlâ destekçileri arasında sayacaktı.   
 
Bender ve Putin
 
Bender'in Sünni terörizmiyle olan muhtemel bağları, 2013 yılında Bender ve Putin arasında vuku bulan ve Putin'in Bender'in kendisini kaba bir şekilde, Suriye hükümetine desteğini azaltmaması halinde Çeçen teröristleri Soçi Kış Olimpiyatları'nın üzerine salmakla tehdit etmesi olarak gördüğü tartışmayla da açığa çıktı.
 
31 Temmuz 2013'te Moskova'da gerçekleşen görüşme hakkındaki sızdırılmış bir diplomatik yazışmaya göre, Bender Putin'e, Suudi Arabistan'ın Rus hedeflerine karşı sayısız terörist saldırı gerçekeştirmiş ve o tarihten beri Suriye'de Esad rejimine karşı verilen savaşa katılmış Çeçen aşırıcılar üzerinde güçlü bir etkisinin olduğunu söyledi.
 
Rusya'ya Suriye konusunda Suudilerin pozisyonuna doğru kayma çağrısı yapan Bender, aktarıldığına göre Olimpiyatlarda Çeçen terör saldırılarından korunma garantisi önerdi. Bender'in, “Size, gelecek yıl Karadeniz'deki Soçi şehrinde yapılacak olan Kış Olimpiyatları'nı koruma garantisi verebilirim. Oyunların güvenliğini tehdit eden Çeçen gruplar bizim kontrolümüz altındadır” dediği aktarıldı.
 
Putin ise, “On yıldır Çeçen terörist grupları desteklediğinizi biliyoruz. Ve sizin şimdi dürüstçe bahsettiğiniz bu destek, küresel terörizmle mücadele etmenin ortak hedefleriyle tamamen uyumsuzdur” dedi.
 
Bender'in Soçi oyunlarına yönelik mafya tarzı tehdidi – “olimpiyatlar güzel olacak, ama korkunç bir şeyler olursa çok utanç verici olur” demenin bir başka versiyonu – Esad'ı desteklemeye devam eden Putin'i yıldıramadı.  
 
Bir aydan daha az bir zaman sonra Suriye'de meydana gelen bir olay, Başkan Barack Obama'yı neredeyse Esad'ın yönetimindeki orduya hava saldırıları düzenlemeye zorlayacaktı ki bu, muhtemelen, Nusra Cephesi'nin veya “İslam Devleti”nin Şam'ı ele geçirmesinin ve Suriye'nin kontrolünü eline almasının yolunu açacaktı. 21 Ağustos 2013 tarihinde Şam kırsalında gizemli bir sarin saldırısı meydana gelmişti ve ABD medyasında olay için hemen Esad rejimi suçlanmıştı.  
 
Bazı ABD'li istihbarat analistlerinin Esad güçlerinin sorumlu olduğundan kuşku duymasına ve saldırının ABD'yi iç savaşta kendi taraflarına çekmek için aşırıcı isyancılar tarafından düzenlenmiş olmasından şüphelenmesine rağmen Amerikalı neo-conlar ve onların müttefiki olan “liberal müdahaleciler”, Obama'nın misilleme amaçlı hava saldırıları düzenlemesini talep etti.  
 
Neo-conların ve liberal savaş çığırtkanlarının dürtmesiyle Obama, neredeyse Suriye ordusunu “güçten düşürme” amaçlı bir bombalama kampanyası emri veriyordu ancak son dakikada bundan vazgeçti. Arkasından da Putin'in, diplomatik bir çözüme ulaşılması için sunduğu yardımı kabul etti: bu çözümde Esad, bütün kimyasal silah cephaneliğini teslim etmeyi kabul ediyor, ancak sarin saldırısında herhangi bir rolü olduğunu inkar etmeye devam ediyordu.
 
Daha sonra, “Esad yaptı” iddiası, Suudi Arabistan ve Türkiye tarafından desteklenen Sünni aşırıcıların saldırının faili olmasının çok daha muhtemel olduğunu gösteren yeni kanıtlarla çöktü. Amerikalılar Suriye'de savaşan pek çok Sünni cihadçının zalimlikleri ve acımasızlıkları hakkında daha çok şey öğrendikçe, bu senaryo giderek ikna edici hale geldi. [Bkz: Consortiumnews.com'da yayınlanan “The Mistaken Guns of Last August.” (“Geçen Ağustos'un yanlış silahları”) başlıklı makale]
 
Putin'in hedef alınması
 
Putin'in, Suriye'ye yönelik bir ABD hava saldırısının önlenmesi için ABD'yle işbirliği yapması, Rusya devlet başkanını, uzun süredir Suriye'de arzuladıkları “rejim değişikiği”nin dönüm noktasına nihayet ulaştıklarını, ancak tam da bu noktada bunun Putin tarafından bloke edildiğini düşünen Amerikalı neo-con'lar için daha da fazla hedef haline getirdi. Eylül 2013 itibariyle, önde gelen bir neo-con olan, Ulusal Demokrasi Vakfı Başkanı Carl Gershman, Putin'e meydan okuma ve Ukrayna'daki hassas noktasını teşhis etme çağrısı yaptı.
 
26 Eylül 2013'te Washington Post'un serbest kürsü sayfasında görüşlerini açıklayan Gershman, Ukrayna'yı “en büyük ödül” ve son kertede Putin'i devirme yönünde önemli bir adım olarak adlandırdı. Gershman şunları yazdı:
 
“Ukrayna'nın Avrupa'ya katılma kararı, Putin'in temsil ettiği Rus emperyalizmi ideolojisinin ölümünü hızlandıracaktır. … Ruslar da bir seçimle karşı karşıya ve Putin kendisini, yalnızca dışarıdaki en yakın yerde değil, bizzat Rusya içinde de yolun sonuna gelmiş halde bulabilir. [Bkz: “Neocons' Ukraine-Syria-Iran Gambit.” (“‘Neo-conların Ukrayna-Suriye-İran kumarı”) başlıklı makale]
 
Ancak 2014 başlarında Putin, Bender'in Soçi Olimpiyatları'nı terörle vurma yönündeki açık tehdidine odaklanmış halde olduğundan, dikkati yanı başındaki Ukrayna'da – NED ve neo-con Avrupa İşlerinden Sorumlu Dışişleri Bakanı Yardımcısı Victoria Nuland tarafından körüklenen – “rejim değişikliği” kampanyasındna uzaklaşmış haldeydi.
 
22 Şubat 2014 tarihinde, başında örgütlü Neo-Nazi milislerin bulunduğu darbeciler, seçilmiş Cumhurbaşkanı Viktor Yanukoviç'i ve onun hükümetini devirdi. Putin buna hazırlıksız yakalanmıştı ve buradan doğan siyasi kaos içinde, Kırımlı yetkililerden ve seçmenlerden gelen, Kırım'ı yeniden Rusya'ya dahil etme taleplerini kabul etti ve bu şekilde Obama'yla olan işbirliği ilişkisi parçalandı.
 
Putin'in resmi Washington çevrelerinde yeni istenmeyen adam haline gelmesiyle neo-con'ların eli de, Suriye'de ve İran'daki “Şii hilaline” yeni baskıların yapılabileceği Ortadoğu'da daha güçlü hale geldi. Ancak 2014 yazında, El Kaide'den ve ona bağlı Nusra Cephesi'nden kopan “İslam Devleti” zıvanadan çıktı ve Irak'ın bir kısmını işgal ederek esir aldığı askerlerin kafalarını uçurdu. “İslam Devleti” bundan sonra Suriye içindeki Batılı rehinelerin, videoya çekilmiş halde kafalarının kesildiği korkunç eylemlere yöneldi.
 
“İslam Devleti”nin vahşeti ve Irak'ın ABD destekli, Şii hakimiyetindeki yönetimine karşı oluşturduğu tehdit, siyasi hesapları değiştirdi. Obama kendisini, hem Irak hem de Suriye'de “İslam Devleti” hedeflerine hava saldırıları düzenlemek zorunda hissetti. Amerikalı neo-con'lar Obama'yı, Suriye'ye yönelik saldırıları Esad güçlerini de içine alacak şekilde genişletmeye ikna etti, ancak Obama böyle bir planın sadece “İslam Devleti”ne ve El Kaide'ye bağlı Nusra Cephesi'ne fayda sağlayacağını anladı.
 
Gerçekte neo-con'lar – tıpkı İsrail Büyükelçisi Oren'in yaptığı gibi – tercihlerini, İran'ın müttefiki olduğu için Esad'ın seküler rejimine karşı, El Kaide'nin müttefikleri olan Sünni aşırıcılardan yana gösteriyordu. Şimdi, Musavi'nin üst düzey Suudi yetkilileri El Kaide patronları olarak tanımlayan ifadesiyle, bir örtü daha düşmüş görünüyor.  
 
Musavi, meseleleri daha da karmaşık hale getirecek şekilde, Usame bin Ladin ile, kardeşi Kral Abdullah'ın ölümüyle yakın zamanda Suudi Kralı olan dönemin veliaht prensi Selman arasında mektuplar da taşıdığını iddia etti.
 
Ancak Musavi'nin ifşaatının belki de en karanlık hale getirdiği kişi, Bush ailesinin bir zamanlar güvendiği ve – eğer Musavi haklıysa – sinsi bir çift taraflı oyun oynayan Bender'dir.
 
İsrail Başbakanı Netanyahu'yu da, özellikle önümüzdeki ay Kongre'nin ortak oturumda yapması plananan ve İran konusunda yumuşak davrandığı için Obama'ya hücum edecek konuşmayı yapması halinde, sıkıntı verici sorular bekliyor olabilir.
 
Ve Amerikalı neo-con'lar, neden sadece İsraillilerin değil, aynı zamanda İsrail'in Suudi Arabistan'daki de facto müttefiklerinin de değirmenine su taşıdıklarını izah etmek durumunda kalabilirler.
 
Çev: Selim Sezer
 
http://caferider.com.tr/el-kaide-suudi-arabistan-ve-israil_h13861.html